Fertlerin şahsiyet kazanması, içinde bulunduğu toplumun yapısı ile paralellik gösterir. Yalnız, unutulmaması gereken bir durum vardır ki tarih ve sosyoloji ilmi; bir ferdin şahsiyeti inşasında toplumdan ziyade tarihî bir şuur aktarımını ve bununla beraber gelen genetik kültür kodunu, ferdin şahsiyete evrilmesindeki temel taş olarak kabul etmektedir. Hal böyle olunca köklerini bir milletin derinlerine salan tarih ilmi; kişiye yani ferde geniş çapta bir yol göstermektedir. Ferdin bir idealizme kavuşması ve bu idealizmde yükselmesi, şahsiyetin temelini oluşturmaktadır. Ferdin kendi ömrünü aşan idealler çerçevesinde sorumluluk halkalarıyla ilerleyebilme iradesini göstererek şahsiyete ulaşan kişi, en nihâyetinde önce içinde bulunduğu cemiyete sonrasında ise bütün bir millete hizmet edebilme cehdini gösterir. Yani, şahsiyetin kazanılma evresinde esas varılması gereken konum, ideal insan haline gelebilmektir. Bu konu ile ilgili olarak Seyit Ahmet Arvasi’nin insan tiplemesini oluşturan sınıflandırmasında ideal insanın tarifi şu şekildedir:
İdeal insan, bu uyanıklığa ulaşan duyumlar dünyasındaki izafiliği kavrayan ve kendini varlığın dışında ayrı bir birim halinde tutmaya çalışan, egolarını duyumların bir yanılması olarak gören insandır. Nefsini terbiye ve tezkiye eden kişilerdir. İdeal insan her an bir nefs muhasebesi durumundadır. Her an Allah’a hesap verir. O bunun için yalnızlıktan asla korkmaz, bilakis yalnızlığı sever, esasen en gürültülü sürü hayatı içinde bile, o bu yalnızlığı arar. İdeal insan için yalnızlık Allah’a hesap verme zamanı, topluma katılma ise, insanın şerefini kurtarma savaşına katılma sorumluluğunu idrak zamanıdır.[1]
Tasavvufta ise insan-ı kâmil denilen yani olgunlaşmış insandan kastedilen de şahsiyetini bütünüyle tamamlamış kimse olmasıdır. İnsanın “Allah’ın yeryüzündeki halifesi” olması sebebiyle O’nun bütün isim ve sıfatlarına mazhar olan insan, varlığının gayesini tamamladığı anda kemâle erişir. İnsan, varlığının ve varoluşunun idraki ve şuuruyla nasıl bir seyir üzere olduğunun bilincine sahipse insanî yetkinliğe de ulaşma başarısını elde edebilir. Bundan dolayıdır ki bütün insanlar, insan-ı kâmil olmaya muktedirdir diyebiliriz. Çünkü insan, o yetenek ve kabiliyetlerini bünyesinde yani yaratılış fıtratında barındırır. Bu sayede denilebilir ki tasavvuf, beşerin insan olma yolundaki yolculuğunda bir büyük araçtır. Bu araç ise ancak ideal insanın topluma dahil olmasıyla yerini bulur. İnsanlığın şerefini kurtarma savaşına katılan ideal insan, bunu yaymada en önemli kimlik unsuru olan dili kullanır. Böylece dili önce korur ve sonrasında geliştirmesine müsâade ortamı yaratır. Çünkü topluma ve millete olan sorumluluğunu idrak eden ideal insan, şahsiyet sahibi insan; gücünü yine dilden alacağını bilir.
Dilin; toplum ve millet açısından değerler bütünüyle işlenerek yansıtılmasında o milletin edebiyatı, başlıca temsil makamıdır. Tasavvuf anlayışı özelinde yansıtılan edebiyat, yalnızca şahsiyet sahibi insanların yetişmesine değil bunun yanında şahsiyetli toplumların yetişmesinde de bir rol üstlenir. Dilin ruhunu şekillendiren edebiyat; tarih, din ve kültür ile sıkı sıkıya bağlı ve doğuş zamanları da hemen hemen aynı çizgide ilerlemektedir. Edebiyatın din, dil ve kültür ile olan bağı yine tarih ilminin içerisinde yoğrularak seyretmektedir. Muhtemel, nasıl ki başlangıçları insanlığın varoluşuna dayanır sonu da insanlığın bitimine kadar bu seyirde devam edecektir.
Tasavvuf, Türk milletinin hemen her anlayışında olduğu gibi ihtiyaç hâsılıyla ortaya çıkmıştır. İhtiyaçtan kasıt, düşünülüp tasarlanan bir anlayış olmamasıdır. Elbette ki düşünüş vardır fakat bu düşünüş; Türk’ün bütün bir tarihinden, dilinden, dininden, kültüründen çıkardığı ve gelişerek süregelen bir ruh ve tasavvur algısının yalnızca bir yansımasıdır. Bu tasavvur anlayışının insana yüklediği şahsiyet kavramının karşılığı, tasavvufta olgun insan (kâmil insan) olarak nitelendirilmiştir. En başta bu şuurla insanlığa hizmet etme yolunda olan tasavvuf ehlileri, ideal bir insanın örneğini teşkil etmişlerdir.
Türk tasavvufunun kurucusu olan Hoca Ahmet Yesevi, Türkistan bölgesinde iken ondan yaklaşık iki buçuk asır önce yaşamış olan Hallâc-ı Mansûr ve birçok İslamiyet adına hizmet veren gönül erleri bulunmaktaydı. İnsanların İslamiyet hakkında bilgi sahibi olurken dönemin şartları gereği kullandıkları Farsça, Türkçe’nin değerini azaltmaktaydı. Bu nedenle dilde yabancı kelimeler artmış, özellikle edebî noktada halktan kopuk ve ağdalı bir dil hüküm sürmeye başlamıştır. Türk dilinden uzaklaşma, bu bakımdan anlayış ve kavramada zorluk oluşturmuştur. Dilin etkisi tek başına kendi halkasında kalmayıp bütün bir kültür anlayışını ve akabinde tarihin seyrini değiştireceğini bilen Hoca Ahmet Yesevi’nin mücadelesi, açılacak olan bu gedikleri kapatmak üzerine olmuştur. Yaşadığı toplumla bütünleşen, köylü kentli herkesin gönlünü kazanan ve en önemli bağın “sevgi” temelinde kurulacağına inanan Hoca Ahmet Yesevi insanı, temel hakikat; dünyayı ise insanın tabiatından türeyen bir olgu olarak kabul etmiştir. Bundan kaynaklı olarak insana ve insan yetiştirmeye, eğitime fazlaca önem vermiştir.
Hoca Ahmet Yesevi’nin bünyesinde yetişen binlerce Alperen, Türkler nerede ise oraya gidip medrese açmış ve halk ile hemhal olmuşlardır. Yaşamlarında adaletten, ilimden, doğruluktan hiçbir zaman ayrılmayan Alperenlerin elbette yetişme usulleri kolay olmamıştır. Özellikle Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makalat’ında detaylıca işlenen Dört Kapı Kırk Makam usulü, Alperenlerin yetişme metotlarını bizlere göstermektedir. Yazımızın başında bahsettiğimiz ideal insanın tarifini yapan Seyit Ahmet Arvasi, sözlerinin sonuna doğru ideal insanın olgunlaşma evresinde kendisi ile baş başa kalabilmesinin ve her daim kendisini hesaba çekebilmesinin sebebi, muhtemeldir ki topluma çıktığında insanlığın şerefi için mücadele edebileceğinin şuuruna erebilmesiyle ilgiliydi. Bu bakımdan kişinin evvelâ kendisini yetiştirmesi, hemen her alanda bilgi sahibi olabilmesi önemli bir durum oluşturmaktaydı. Tarihin, dilin, dinin ve kültürün bir köprü gibi uzandığı zamanlarda Yesevilik ve Alperenlik kavramları elbette daha önce de belirttiğimiz gibi bir anda ortaya çıkmamış, temelini Dede Korkut’tan almış bir yapı olduğunu söyleyebileceğimiz gibi çağlar sonrasında Yunus Emre’nin şiirlerinin temelini de atmış bir zihniyet olduğunu söyleyebiliriz. Bunun en güzel tespitini Prof. Dr. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi adlı eserinde yapmıştı ve şöyle söylemiştir:
(…) Türklerin kamları (Korkut Ata- Irkıl Hoca) yerine İslam şeyhleri ve evliyası geçerken, sessiz ve kaynaşma oluyor. Türklerin Alp’i, Alperen kimliği ile kutsiyet kazanıyor ve İslam, Türk’ün gazileri ile birleşiyordu. Türklerin İslamlaşması bu suretle sayısız din ve tarikat adımlarının emeği ile kuvvetlenmiştir.
Alp ve erenlik kavramlarının birleşiminden doğan cevher, Türk’ün öz suyunu oluşturmuştur. Aslında var olan cevherin çağa göre yansıması ortaya çıkmıştır da diyebiliriz. Alperenler, zannedildiği gibi tekkeden ayrılmayan yalnızca ibadetle meşgul olan kimseler değillerdi. Onlar gerek cephelerde gerek mesleği ne ise onunla meşguliyette gerekse de Türk’ün sesi ve nefesi olmaktaydılar.
Alperenleri ve vasıflarını, Türk tarihini bütün hatlarıyla bilen ve Türk tarihinin şuuru ile yaşayan ve yaşatan Dündar Taşer’in ifadeleriyle verecek olursak:
Osmanlı Beyliği 1299’da Söğüt’te kurulduğu zaman 400 atlıya sâhip bir uç beyliği iken, 1326 Bursa fethinde Orhan Bey, 38000 atlıyı kumanda ediyordu. Bu kısa zamanda gerçekleşen asker artışı nereden geliyordu? Fethedilen topraklardan toplanamazdı. Bu artışın sırrı: Millî şuur, Horasan’dan İzmit’e kadar her yerdeki Türk’ü Ertuğrul oğlunun açtığı mukaddes sancağı altına çekiyordu. Moğol ordularının önünden kaçarak Anadolu’ya sığınan tarikat ve tasavvuf erbabı Horasan erenleri, dervişler, alpler, burada yepyeni bir ümit kalesi vücuda getiriyorlar. İşte bu elim vaziyette büyük mürşitlerin zuhuru başlıyor. Bunlar mağlubiyetlerin bir fitne, bir imtihan olduğunu, İslam’ın yeniden muzaffer olacağını, onun kılıcı ve bayraktarı olacağını telkin etmeye başlıyor. Şeyhler, müftüler, müderrisler, eli kılıç kabzasına yapışan yiğitler… Söğüt Beyliği’ne sevk ediliyor. Türk’ün nabzı Osmanlı Beyliği’nde atmaya başlıyor. Bu küçük devletin fizibilitesi büyük, müsamahası büyük, ideali büyük, bazılarının sandığı gibi talan ve istismar koşusu değil bu koşu. Müsamaha, huzur ve adâlet tesisi için göze alınan bir cihattır bu.[2]
Buna ek olarak ise özellikle Ömer Lütfi Barkan’ın Kolonizatör Türk Dervişleri adlı eserinde Osmanlı’yı imparatorluk haline getirmede en kolaylaştırıcı unsur olarak gördüğü az evvel bahsedilen Alperenlik, dervişler ve faaliyetlerinin olduğunu belirtmesi önemlidir. Bu bakımdan Alperenliğin, dervişlerin ve zihniyetlerinin Türk’ün yeniden şahlanmasında izlenilmesi gereken temel bir yol ve maya olduğunu bizlere göstermektedir. Bu maya, Türk’ün öz ruhudur. Kim ki derinlere iner, anlar, anlamlandırır ve hayatına geçirirse büyük bir hizmet yolunun da kapılarını aralamış olur. Gidilen yolu bilmek, iz sürerken çağa göre düşünmek, geliştirmek her Türk’ün asli vazifesidir.[3]
Çokluk içinde bir olmayı başarabilen Hoca Ahmet Yesevi ve Alperenlerinin faaliyetleri, düzeni, gittiği yerler, yaşantıları, görgüleri hemen hemen her biri edebiyatımızda ilmek ilmek gerek şiirlerde gerek hikayelerde gerekse de romanlarda işlenmiştir. Bu yazıdan maksadımız, Türk edebiyatı tarihi içerisinde Hoca Ahmet Yesevi ve Alperenlerini konu alan kült eserleri ve bu eserler içerisinde bizlere verilmesi gereken mesajları ve Türk kimliğini Alperenlik vasfı üzerinden derinlemesine inceleyerek okuyucularımıza aktarmaktır. Bu kısa bölüm ise Türk’ün mührü olan Alperenleri, Ahileri, Baciyanları ve onların faaliyetlerini, işlerini, zihniyetlerini seri yazı halinde siz değerli okuyucularımıza vereceğimiz bir haberin ilk yazısıdır. Dileriz ki Hoca Ahmet Yesevi’nin yetiştirmiş olduğu dervişlerin bugüne kadar yansımış değerleri bizlere bir kutlu yolun izinde ışık tutar.
[1] Arvasi, S. Ahmed. İnsan ve İnsan Ötesi. Sf 215
[2] Taşer, Dündar. Biz Kimiz?. Ötüken Neşriyat. 2021. Sf 31
[3] Barkan, Ömer Lütfi. Kolonizatör Türk Dervişleri. Ötüken Neşriyat. İstanbul 2021
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.