“Âdem, Tangrı’ya kaç makamda irer, anı bildürür.” (Hacı Bektaş Veli)

Rumeli’den Çin’e kadar uzanan, Türk kültürünün hamurunu; yetiştirdiği tasavvuf ehilleriyle ve alperen kimliği ile yoğuran, hikmeti bir buğday tanesinde sunan, bilmek ve bilmenin öneminde Kur’an-ı Kerim’i ışık alan, gittiği her yerde Yüce Allah’a varabilmenin yolunu tarif eden ve kendisiyle birlikte yol yürümek isteyen nice gönül erlerini de tıpkı kendisinin Hoca Ahmet Yesevi düsturuyla yetiştiği gibi yetiştirmeye devam eden, Türk tasavvufunun başlangıç noktası olan “vahdet-i vücut” kavramının temellerini atarak çağlardan çağlara taşıyan ve Emine Işınsu’nun romanında tarif edildiği gibi: “Görünenler Allah’ın büyük sıfat ve isimlerinin görünüşleridir.” İşte bu anlayışın metotları ve açılımlarını ünlü eseri Makalat’ta sunan, Horasan erenlerinin büyük şahsiyeti, aynı zamanda Türk tasavvuf edebiyatı ve tarihinin önemli ilim adamı olan Hacı Bektaş Veli; yazacağımız seri incelemelerin ilkidir.

Takdir edersiniz ki bu meşale ilk olarak, Hoca Ahmed Yesevi tarafından yakılmıştır. Yazımızın devamında kendisinden detaylı bir şekilde bahsedeceğiz fakat Hacı Bektaş Veli’den başlamamızın sebebi; tasavvuf ehilleri ve alperenliğin yetişme usullerini Hoca Ahmed Yesevi’nin Fakrname’sinden esinlenerek Makalat adlı eserinde bir bütün olarak işlemesi ve saygıdeğer, kendisine rahmet olsun, Emine Işınsu Hanımefendi’nin de bu eser ekseniyle hem Hacı Bektaş’ı anlatması hem de tasavvuf ehilleri ve alperenlik kimliğinin yaşayış usullerini de göstermesi açısından; aynı zamanda da Emine Işınsu’yu anabilmek adına Hacı Bektaş Veli’den başlamış bulunmaktayız diyebilirim.

Romana göre Hacı Bektaş, hacca gidip on yıl geçtikten sonra Kırşehir’in köyü olan Sulucahöyük’e gelir. Hacda kırk yaşında olduğu, Kırşehir’e yerleştiğinde ise elli yaşında olduğu belirtilmiştir. Romanın ileriki sayfalarında Hacı Bektaş Veli bir sohbetinde; bütün görevlendirilen tasavvuf ehilleri ve alperenler gibi kendisi de Hoca Ahmet Yesevi’nin öğrencisi Lokman Perende tarafından yetiştirildiği ve bu bölgeye gelmek ile görevlendirildiğini belirtmektedir. Romanda ise Hacı Bektaş Veli’nin ağzından şöyle aktarılır:

“…Bu zat, Allah sırrını kutsasın, yine Rahman sırrını kutsasın Ahmet Yesevi Hazretlerinin, ki o, Türk velilerinin birinci halkasıdır. Türk tarikatlarının hepsi onun öğretisine dayanmaktadır, kendisine Hazreti Türkistan da denir, onun öğrencisidir Lokman Perende. Biz altı yedi yaşımızdayken onun mübarek ellerine teslim edildik. O zamanlar hazret çok yaşlıydı, doksanını çoktan geçmişti fakat kendisinde öyle bir kafa ve öyle bir gönül vardı ki, asla ‘kocamıştı’ denilemez… Yani biz aslında Yesevilik’ten beslenmiş bir aciz kuluz. Yüce Rahman’ın verdiği görevi, şeyhimizin gönderdiği toprakta yapmaya çalışacağız..”

Romanda bahsi geçen ve Hacı Bektaş’ın evlenecek olduğu Kadıncık’ın babası İdris Efendi, baştan sona bir insanın marifete girme yolunda ilerlediği ve bu yola girerken insanın kendisi ile yaptığı mücadeleye bir örnektir. Yani burada sembolleştirilen başkahraman, İdris Efendi’dir diyebiliriz. Bununla beraber İdris Efendi’nin karakterinde bütün insanların nefsi arzuları ve bunun kırılma yollarının safhaları verilmiştir. Bütün bunları göz önünde bulundurarak Emine Işınsu’nın Hacı Bektaş romanında bir bakıma Hacı Bektaş’ın Makalat’ını şahıslar üzerinden görmekteyiz ki bu da bizlere dört kapı kırk makam içerisinde sosyolojik noktalarda dersler verme mahiyetindedir.

İnsanın olgunlaşma merhalelerini İdris Efendi üzerinden ve yaşanılan olaylar çerçevesinde veren Emine Işınsu, tarihî noktalara ve yine tarihî şahsiyetlere de yer vererek kurguda bir bütünlük oluşturmuştur. Elbette ki bir romanın yazımında hele ki biyografik bir romanın yazımında tarih ilmi ve bunu okuyucuya sunmak önemlidir. Tarihi belgelerin yetersiz kaldığı durumlarda ise yazarın yetenekleri devreye girmektedir ki bu da kurgu aşamasıyla doğrudan örtüşmektedir.

Bahsi geçen tarihî şahsiyetler arasında Ahi Evran’ı görmemiz, Hoca Ahmet Yesevi’nin açtığı yolların somut bir başka örneğine temas edilmesi açısından önemlidir. Ahi Evran’ın yapmış olduğu çalışmaların direkt olarak konudan bağımsız olan bir kahramanın yani İdris Efendi’nin ağzından sunulması roman tekniği açısından önemlidir ve okuyucuda unutulmayacak bir tesir bırakır. Tip unsurundan karakter unsuruna dönüşen İdris Efendi, ilk başlarda cimriliği üzerinden bilinen bir kahramandır. İdris Efedi, Ahi Evran’ı tanıyan köydeki ahalinin zamanla huyunun değiştiğini ve Ahi Evran’ın faaliyetlerini şu şekilde aktarır:

“…Hah işte bizimkilerin akıllarını o çeldi. Bilir misin bu adam, zannatçıları toplar, esnaftan toplar başına, onlara yol yordam gösterir. Allah rızasına birtakım kurallar koyar, işte onlar hem zanaatkar hem de Allah yolundadır. Bunca anlattım ama doğrusunu da demek lazım; ben kendim tanıyıp etmedim adamı, bizim uşaklar gidince, arkalarından söylediler, bir de kızım anlattı, ben dinledim…”

Tasavuuf öğretisindeki usta-çırak ilişkisini en iyi temsil eden, romanın ilerleyen sayfalarında Hacı Bektaş›ın müridi ve sonrasında eşi olan İdris Efendi›nin kızı Fatma yani diğer adıyla Kadıncık, Ahi Evran›ın Baciyan-ı Rum faaliyetlerinde etkin rol oynamış bir kahramandır. Yine bu faaliyetlerin nasıl şekillendiğini Emine Işınsu, yukarıda bahsettiğimiz metotla yani İdris Efendi’nin ifadeleriyle şöyle işlemiştir:

“…Ha söyledim mi, Bacıyan-ı Rumdandır bizim kız, ayda bir kere ata atladığı gibi Kırşehir’e gider, oradaki toplantıya katılır; Ahi Evran’ı dinler; sırasında bir görev verirler, bir iki gece Hazretin karısının yanında yatıp kalkıp, görev neyse onu yapar; bunlar daha çok Asya›dan kopup gelen göçmenlerle ilgilidir, kadın kısmını misafir ederler, onların türlü dertleriyle uğraşırlar falan filan işte… Sonra gelir yatar mı diyeceksin, yok!.. Köyün kadınını kızını, şu karşıki odaya toplayıp hem onlara yedirir içirir hem de dinlediklerini bir bir kadınlara kızlara anlatır. Bu yüzden, buradan da kadınlar değil ama, birkaç kız Bacıyan-ı Rum’a katıldı, hem beraberce gidip gelirler, iyi oldu…”

Yine İdris Efendi üzerinden anlatılan ve tarihi bir olaya bir nevi açıklık getiren Babaî isyanından bahsedilir ve bunun üzerinden Hacı Bektaş’ın yorumlamalarına yer verilir. Türkmenlerin isyanı adına köylere gelen çağrıcılar isyan için taraftar toplarken başlarda işin iç yüzünü sorgulamayan İdris Efendi, isyana katılmak ister. Hacı Bektaş’a da bu durumu izah eder ve yine de sormak ister.

İdris Efendi’nin Şeyh İlyas üzerinden sorduğu bir soruya; Hacı Bektaş Veli’nin İslamlıktan başka inançları da kattığı için bu duruma olumlu bakmaması şu ifadelerle anlatılır:

“…Tarikatın yani yolunun inançları daha ziyade çok eski çağlardan kalmış, çok tanrılı devirlerden seçilmiş, Türkmen inançları ile Şamanizm, Budizm, Zerdüştlük, Maniheizm, biraz Hristiyanlık derken hepsini karıştırıp bir yemek yapmış, üstüne de tuz niyetine az biraz İslamiyet eklemiştir…” der. Ve bu isyana katılmanın sakıncalarından kısaca bahseder.

Buna karşılık olarak romanın devamında ise yetiştirmiş olduğu müridlerini şehir şehir görevlendirdiği esnada müridlerine nasihatte bulunan ve yapmaları gerekenleri tembih ederken mutlaka Şeyh Edebali’ye ve Osman Gazi’ye yardım etmelerini, gerekirse gazalara kılıçla katılmalarını da söyler. Emine Işınsu, bu bölümü Hacı Bektaş Veli’nin ağzıyla şöyle ifade etmiştir:

“… (Sizler) Yüce Allah’ın ışığını götürmeyi seçtiniz. Şimdi şunu iyi bilmelisiniz ki orada ve tabii bulunduğunuz her yerde, gönüllerinizde insanlara karşı asla yargılama ve suçlama olmayacak. Karşınızdakileri anlamaya çalışın, siz, siz olmaktan çıkın; ‘o’, ‘bu’, ‘şu’ olun. Her şeyi onun, bunun, şunun gözleri ve gönülleriyle görün, anlayın. İşte o zaman yargılamanın, suçlamanın ne kadar anlamsız, gönlünüze nasıl bir yük olduğunu fark edeceksiniz. Sizlerden beklediğimiz hafif, ak pak gönüllerdir. Yüklerin altında iki büklüm olmuş, kararmış gönüller değil!.. Anlatacağınız konuları, en basit kelimeler kullanarak, tıpkı sevdiğiniz bir çocuğa, kendi çocuğunuza hitap eder gibi anlatın… Bir de sizin gideceğiniz yörelerde Şeyh Edebali’nin namı yücedir, onun önünden arkasından saygınızı eksik etmeyin. Gözleriniz, kulaklarınız Ertuğrul Gazi’nin oğlu Osman’a açık olsun. Kendisi hayırlıdır, hayırlı işler yapmaktadır. Asya’dan Anadolu’ya gelip, oraya buraya saçılan Türkmenlerin çoğunun varıp, ona tabi olduklarını, onun etrafında toplandığını göreceksiniz, böylece sizler de Türkmenleri şevklendirin… Onlar, suyun öbür tarafına Rumeli’ye geçerken, yanlarında siz de gidin yahut halife namzetlerinizi, halifelerinizi gönderin; gazalarda onları öksüz yetim bırakmayın, yanlarında olun, manevi destek verin. İcabında kılıç öğrenin, kılıçla katılın gazalarına.”

Bunun akabinde ise Rumeli için soru soran bir kimseye, alperenlik cehdini Rumeli’de gösteren Sarı Saltuk’u işaret ederek “Biz oraya Sarı’yı saldık.” diye cevap vermiştir.

“Âdem, Tangrı’ya kaç makamda irer, anı bildürür.” / “Kul, Allah’ı Teala’ya kaç makamda erer, dost olur” diyerek Makalat eserini yazmaya başlayan Hacı Bektaş Veli, Allah dostu olabilmenin yollarını bu eserde verir. Yalnız bu eserde verilen ölçülerin tek başına anlamakla yetmeyeceğini, anlamlandırıp hayata geçirilmesi noktasında bir yol ve yöntemi de tarif etmektedir. Bu yol ve yöntemin ışığı elbette Kur’an-ı Kerim’dir fakat bunun dahi anlatılabilmesi ve özellikle yaşanılarak anlatılabilmesi için özellikle mürşidlerin halka halka dağılıp birer kandil misali etrafındaki insanları aydınlatmaları icap ederdi.

Romanda geçen: “Nereye göçersek göçelim, törelerimizi, adetlerimizi beraber götürüyoruz.” diyen Hacı Bektaş Veli, bütün öğretilerinde Türk’ün kimliğine özen gösterdiğini görebilmekteyiz. Bunun yanında Türk’ün İslamiyet’i anlama ve anlamlandırma aynı zamanda hayatına geçirme evresinde ne denli titiz olduğu ve kendi mührünü bastığının bir örneğini de yine romanda geçen isim verme geleneği üzerinden görmüş oluruz. Peygamber Efendimize olan saygımız romanda Hacı Bektaş Veli tarafından ve isim örneği üzerinden şöyle ifade edilir:

“Bizim de ismimiz Muhammed Bektaş’tır. Fakat hiç kullanmayız, bu ismi bir tanrı armağanı olarak, baş üzre bir yerlere kaldırmışızdır. Kutsal bir isimdir, çocuğuna koyarsan, yalnız Muhammed koyarsan olmaz çünkü icabında beğenmediğin bir tavrı olur, onu azarlarsın, zaman olur yanlış bir şey yapar, ihtar edersin, belki bir gün bir tokat atarsın hem de sevgili Peygamberimizin ismini taşıyan birine!.. Bu yakışık almaz. Bir dostumuzun oğlunun ismi de Muhammed’di, onu Mehmet yaptık; Mehmet aşağı, Mehmet yukarı derken, iyi oldu. Gerçi Mehmet de sevgili Peygamberimizi hatırlatıyor ama, o kadar. Onun ismi değil.”

Bunun bir yansıması olarak Türk kültür ve kimliğimiz açısından romanda geçen bir sohbet esnasında dinleyicilerden bir kimsenin tasavvufu İran kaynaklarına dayandırması ve kendisinin niçin bu usulle gitmediğini sorması üzerine Hacı Bektaş Veli’nin verdiği cevap gayet mühimdir:

“Oğul, biz Türkmen’iz, örnek alacağımız kişi elbette bir Türkmen velisi olan Hoca Ahmet Yesevi büyüğümüz olacaktır. Onun davranış ve tutumları, onun müritlerini yetiştirme tarzı, verdiği dersler ve özellikle fikirleri, hikmetleri çok önemlidir. O bizim önderimiz, izlediği yol, yolumuzdur. Lakin bunu eksik bulan yahut beğenmeyenler varsa buyursun İran’a gitsin. Çünkü biz Türkmenlerin İran tasavvufundan alınacak hiçbir dersleri yoktur.”

Hacı Bektaş Veli’nin yazmış olduğu Makalat ile romanda eşleşen olaylar ve sözleri beraberinde verecek olursak dört kapı kırk makam içerisinden ilk iki makamı ve özelliklerine değindiğimizde bu makamlardan ilki şeriat ikincisi ise tarikat makamıdır. Emine Işınsu’nun yorumuyla Hacı Bektaş Veli, şeriat ve tarikat makamının tanımını romanda şu ifadelerle belirtir:

“Şeriat da tarikat da yol anlamını taşırlar. Şeriat uzun geniş bir yoldur, tarikat da ondan çıkan tali bir yol. Biliyorsun, hedef; Yüce Allah’a daha çok yakınlaşmak olduğu için, bizler şeriatın emrettiğinden daha fazla ibadet ederiz. Bunlara nafile ibadetler deriz. Ayrıca ahlakımızı düzeltmeye, iyi, doğru, haksever, çalışkan ve bilgili olmaya, hoşgörülü, yumuşak kalpli, sonu olmayan bir edeple edeplenmeye, Yüce Allah’ı ve her yarattığını sevmeye, şu dünyanın geldi gittisi ile uğraşmamaya, mümkün olduğu kadar, hatta ‹mümkünü› de zorlayarak, nefsimizi terbiye etmeye çalışırız.”

Kişideki idrak ve seçim özgürlüğü sonucunda şeriatı bilmesi ve buna uygun olarak bir yaşam sürmesinin önemi Hacı Bektaş tarafından şöyle ifade edilmiştir:

“O, bizi çeşitli kötülükler ve iyiliklerle dolu fakat inanılmayacak kadar güzel bir dünyaya indirdi, bu dünyada her şey zıddı ile vardı. Vardı da gelirken bizlere çok mükemmel yol armağanları verilmişti. Bu hediyeler; idrak, seçim özgürlüğü ve irade idi…

Bizler, kendi irademizle, iyiyi ve kötüyü, güzeli ya da çirkini, olumluyu ya da olumsuzu, bu liste uzar gider, görüp, işitip, bildikten sonra, seçme özgürlüğümüz girer devreye, evet bu zıtlardan birini, kendi irademizle seçeriz. Bu seçim bizi ya o verilen ilahi nefese layık kılar ya da kılmaz. İşte layık kılmadığı takdirde bizler o aşağıların aşağısına tam anlamıyla yaraşmış oluruz. Demek ki elde edeceğimiz iyi, doğru neticeler; ciddi bir çalışmanın, anlayabilmiş olmanın semeresidir, sonucudur. Yüce Yaratan bize her imkânı sunmuştur. Bizden beklenen çalışmak; sormak, öğrenmek, okuyup öğretmektir, bilmektir vesselam… Yoksa kötü sonuç elde ederiz.”

İnsanoğlunun dört nesneden yaratıldığını ve her bir nesnenin de kendine ait özellikleri olduğunu belirten Hacı Bektaş Veli, dört nesneyi sırasıyla şöyle belirtir: toprak, su, ateş, yel(rüzgâr). Bu nesneler üzerinden dört kapının aynı zamanda ayrı ayrı, sırasıyla; Abidler, Zahidler, Arifler ve Muhipler olarak Makalat’ta tasniflemiş ve ayrı ayrı özelliklerine nesnelerden de hareket ederek değinmiştir.

Allah’ın dostu olabilmek için yola çıkan kimsenin ilk başta şeriatın on hususuna muvafık olması icap eder. Bununla ilgili Makalat her bir makamı daha iyi anlatabilmek açısından ayetlerle örneklendirmiştir. Başlangıçta şeriatın gerekliliklerini bünyesinde barındıran kimse tarikat yoluna girmiş olur. İki husus üzerinde duracağımız bu yazıda şeriat topluluğunu Abidler olarak tarif eden Hacı Bektaş Veli; bu kimselerin özelliklerini şöyle tarif etmiştir:

“Abidler, şeriat topluluklarındandır. Asılları rüzgardır. Bu rüzgâr hem temiz hem güçlüdür. Çünkü rüzgâr esmeyince ekin taneleri samanından ayrılmaz. Ve eğer rüzgâr esmeseydi bütün dünya kokudan mahvolurdu. O halde helal ve haram; temiz ve murdar hepsi şeriat ile bilinir. Zira şeriat kapısı yüce bir kapısıdır. Nitekim Allah, bütün nesnelerin varlığını Kur’an’da zikretmiştir. Yüce Allah buyurmuştur: “Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”

Ve ekleyerek şöyle söyler: Bu grubun hallerinden biri de birbirlerini incitmemektir. Bunun yanında büyüklenme, kıskançlık, nefret, cimrilik ve düşmanlık bunlarda her an görülür. Belki de yıkılması gereken ilk meselenin şeriat ehli sahi- 22 Mayıs 2023 Sayı 106 Aylık Eğitim ve Kültür Dergisi binde bunun olduğunu belirtmiştir. Menşeinin rüzgâr olmasından gelen bağlantı ise belki de yer yer esip kavurması belki de sarsıcı bir güçle daima kişileri eğitmesinden ileri gelmektedir.

Dört kapı: şeriat, tarikat, marifet ve hakikattir. Her birinin de kendi içerisinde on makamı mevcuttur. Dört kapının içerisinde bulunan onar özellik; bir sonraki kapıya geçebilmek adına dikkat edilmesi gereken ve yaşanılması gereken hususları içerir. Bunun yanında Dört Kapı kırk makam düsturu Hoca Ahmedi Yesevi’nin Fakr-nâme’siyle büyük benzerlik taşır. Buradan da anlaşılır ki yolun temelini atan Hoca Ahmed Yesevi›nin alperenlerini yetiştirmede veya müritlerini yetiştirmede uyguladığı sistem de budur. Şeriatın kendi içerisindeki on makamını sırasıyla verecek olursak;

– İman getirmek

– İlim öğrenmek

– Namaz, zekat, oruç

– Helal kazanmak, haramı bilmek

– Nikah kıymak

– Hayız ve lohusalık haline dikkat etmek

– Cemaat sünnetine riayet etmek

– Şefkatli olmak

– Temiz yemek, temiz giyinmek

– İyiliği emredip, kötülüğü men etmek

Allah’ın razı olacağı şekilde yaşamanın ilkelerini ortaya koyduğu Makalat’ta Hacı Bektaş-ı Veli, bu ilkeleri belirli bir düzen çerçevesinde “dört kapı kırk makam” şeklinde vermiştir. Usul gereği bu ölçülerden birinin eksik olması ise hakikat kavramının tam olmadığını veya erişilemeyeceğini göstermektedir. Bu eksikliğe nazaran şeriat üzerinden örnek verilecek olursa romanda Hacı Bektaş’ın ağzıyla şöyle ifade edilmiştir:

Sadece ‘Müslümanım’ diyen şeriatın beş şartına uymaz ise, tabii hac konusu, o kişinin para durumu ile ilgilidir, evet şeriatın beş şartına uymaz ise, iman etmiş sayılmaz! Yüce Allah’a inanmak, imandır. Yüce Allah buyruğunu tutmak da imandır. O’nun yapma dediğini yapmak ise, O’na inanmamaktır. Açıkça söyleyeyim, bize göre, yolumuza göre, ameli olmayan kimse, iman etmiş sayılmaz. Şeriatın kendi içerisindeki on makamından örnekleri de roman içerisinde Emine Işınsu belirli yerlerde sohbet esnasında vermiştir. Bunlardan birisi ise yine Hacı Bektaş Veli›nin ağzıyla şöyle aktarılmıştır:

… Biz sadece olanı özetlemiştik, olmakta olan ise öğrenmek, her olaydan, her kişiden kendine göre bilgiler edinmek, bunun için, senin şimdi yaptığın gibi, akıllıca sorular sormak, edindiğin bilgileri mutlak kafa, gönül ve yapabiliyorsa Kur’an süzgecinden geçirmek, insanlara mutlaka hoşgörü ve sevgiyle yaklaşmak ve burası çok önemli; o insanları hiç yargılamamak, ancak bilgisi daha üstünse onlara öğretmek ve sakın sakın gönül kırmamak, aynı zamanda karşısındakinin bilgsi üstünse ondan öğrenmek…

Şeriatın içerisindeki on mühim özelliklerden biri olan «ilim öğrenmek» ifadesi romanın geneline çeşitli sohbetlerde yayılmıştır ki Makalat öğretisinin önceliğinin ilim metoduyla olduğu böylelikle vurgulanmış olur. Bu konu ile ilgili romanda geçen bir sohbette yine Hacı Bektaş Veli ağzından ilmin önemi şöyle ifade edilir:

Şu dünyada en kıymetlileri sıraya koyarsak, aşktan sonra bilgi gelir evladım, ne kadar bilgilensen, yine de öğrenemediğin pek çok şey kalır. İyisi mi sen bunu öğrendin, dediğin gibi üzerinde düşün ve hazmet. Bununla birlikte ilimden sonra tefekkür etmenin de hatta çoğunlukla tefekkür etmenin önemini de vurgulamış olur. İlmin kendi içerisinde birtakım sorumlulukları olduğunu ve en önemli sorumluluğun da insanların birbiri üzerine olan sorumluluğuna vurgu yapıldığı ifade de yine romanda şöyle aktarılmıştır: …Bizler gelirken, verilen nimetlerden biri de insanların toplu halde yaşama iç güdüleri ki birbirlerinin değişik zelalarından, değişik becerilerinden, değişik tutumlarından faydalanabilsinler, birbirlerinden etkilensinler. Kendileri kadar birbirlerini de esirgeyip korusunlar. Öylece ilerleyebilsinler. Yani; insanın birbirini esirgemesi, yine insanın sorumluluğundadır… Makamların kendi içerisinde ilerlemesinde ise bir bütünlük olduğunu, bir sonraki makama geçenin bir önceki makamdan da her daim sorumluluğu olduğunu vurgulayan ve kişinin Allah dostu olabilme cehdinde kendisini ileriye taşıyabildiği nispette de sorumluluğunun artacağını bildiren ifadeler ise romanda şöyle geçmektedir:

…Bizler önce şeriat, sonra tarikat, marifet ve hakikat deriz ve bu makamlarda ilerleyen kişi, bir önceki, iki, üç önceki makamlarını da beraberinde taşır, tümünün görevlerini de sorumluluğunu da üzerine alır. Onun içindir ki, bu yolda ilerleyen kişi, yükümlülüğü azalan değil, çoğalandır. Tekrar ediyorum, onun içindir ki, bu yolda ilerleyen kimse göğsünde koca bir gönül, biz ona ‘can’ da deriz, evet koca bir can taşır… Tarikat makamına varan kimse Hacı Bektaş Veli öğretisinde can kazanmış ve gönül sahibi olmuş kimsedir. Tarikatın kendi içerisinde getirdiği özelliklere ve tariflerine değinecek olursak, Tarikat’ın kendi içerisindeki on makamını Makalat’ta sırasıyla şöyle verilmiştir;

-Tevbe etmek

-Mürid olmak

-Saç kesmek

-Nefsi olgunlaştırmak için mücahede etmek

-Korkmak

-Ümidvar olmak

-Emanetlere sahip olmak

-Nasihat ve muhabbet sahibi olmak

-Aşk, şevk ve Allah’ın zenginliği karşısında insanın kendisini fakir hissetmesi

On birinci makam ise burada önemli bir geçiş evresi olan kişinin “can” kazanmasıdır. Diyebiliriz ki, marifetteki sorumluluklarıyla birlikte tarikata varanlar bir mürit olma yoluna girmiş demektir.

Can kazanmış kimse aşkı kendi içerisinde duyan ve marifet makamında ise bunu kanıtlayabilme safhasına geçebilen özellikleri bünyesinde taşır. Kazanılan canı diri tutmak ve o suretle yaşamak ise marifetin tabi olduğu yollarda gizlidir. Tarikat topluluğunu ise zahidler olarak isimlendiren Hacı Bektaş Veli, bu topluluk içinde bulunan kimselerin özelliklerini şöyle belirtmiştir:

Aslı ateştir. Ateş gibi yanmaları gerekir. Her kim bu dünyada nefsini yakarsa yarın ahirette türlü türlü azablardan kurtulur. Hasılı şöyle bilin ki bir kez yanan artık bir daha yanmaz. Bunun üzerine de bir ayet örneğini verir: “ … yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem, kafirler için hazırlanmıştır.”

Açıklamasına devam eder ve İnsan, korku ve ümit arasında bulunmalıdır. Zahidler; kendi bilgileriyle hoşnut durumdadırlar. Nereden gelip nereye gittiğini bilmezler. Zira bunlara hidayet kapısı açılmadı. Tanrıyı hatırlamaları kendi gayretleriyledir. Bu aradan muhtemel ki Zahid ehli bunun için yanıp kavrulurlar.

Bu grupların menşeini belirtirken özellikle olumsuz noktalara değinmiştir ki düzeltilebilecek aşamanın da reçetesi yine her bir kapı içerisinde verdiği on makamdadır. Zahidler için ise şöyle demektedir: Zahidin ibadeti, aslını bilmeden iş yapmasıdır. Arifin tefekkürü, Allah’ın ilahi sanatına bakarak iş yapmasıdır. Belki de en zor kısım Zahidlikten Arifliğe geçmektedir ki Ariflik ise bu yazının devamında verilecek olan Marifet kapısının ehilleridir.

Makalat’ta aşk çiçeği olarak vurgulanan Reyhan gülü erenlerinin aşkının bir sembolü olarak verilir ve ancak ikinci yazımızda vereceğimiz hakikate erebilenlerin kokusunu duyabileceği bir gül olarak tasvir edilmiştir.

Aşk’ın en güzel tarifini Yunus Emre’nin dizeleriyle süslenen romanda Hacı Bektaş ağzıyla şöyle aktarılmıştır:

O buğday istemeye gelen Yunusçuk bile ne kadar benimsemiş dervişliği; aşk ateşi yüreğini yakmış belli ki, son şiirinden bir dörtlük geldi buldu bizi, nasıldı?

Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlam seni,

Seherlerde kuşlar ile çağırayım Mevlam seni,

Su dibinde mahi ile, sahralarda ahu ile

Abdal olup ‘Ya Hu’ ile çağırayım Mevlam seni

Ve temelinde tarikatın dördüncü makamı olan nefis savaşını kendi içerisinde yenebilen ve bu yolda ilerleyen kimselerin yani Zahidlerin menşeinin ateş olması da burada aşkın yanında bir diğer yorumlama olabilir. Kişi, aşka giden bu yolda yanarken kendi nefsini de yakabilen olarak verilir. Romanda bununla ilgili tarif Hacı Bektaş Veli tarafından şöyle ifade edilir:

Tarikatın dördüncü makamı, nefis savaşında olgunlaşıp pişmektedir. Kur’an’ımız der ki, ‘Öyleyse o ateşten sakının ki, onun odunu insan ve taşlardır.’ Nefis ateşinden sakınmak, onunla içte bir savaş yürütmek gerektir. Nefis nedir?.. Şüphesiz benliktir!.. Kur’an der ki, ‘Benliğini temizleyip arıtan gerçekten kurtulmuştur.’ Ve yine der ki, ‘Benliğini temizleyip arıtan gerçekten kurtulmuştur.’ Ve yine der ki, ‘Nefsimizi ak pak gösteremem. Çünkü nefis, Rabb’imin merhamet ettiği durumlar hariç, olanca gücüyle kötülüğü emreder. Ama Rabb’im çok affedici, çok esirgeyicidir.’ Bir başkası; ‘Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye ısındırdı da o da diğerini öldürdü. Böylece hüsrana uğramışlardan oldu.’ Evet, daha böyle nefisle ilgili ayetler vardır fakat bu üçünde de görüyorsunuz ki, eğer benliğinizle içten ve sıkı bir mücadele yürütmezseniz, siz pişman olursunuz, nefislerinizi başınızın üstünde taşımayın, ayaklarınızın altına alın ve mutlaka temizleyip arıtın, alçak gönüllü edin, o size hükmetsin, siz ona hükmedin. Bir ayet daha hatırladım şöyle; ‘İyilik ve güzellikten sana her ne ererse Allah’tandır. Kötülük ve çirkinlikten sana ulaşan şeyse kendi nefsindendir. Biz seni insanlara bir resul olarak gönderdik, tanık olarak Allah yeter. Nefsi yenmenin temel anahtarlarından birinin ise kibri yok etmekten geçtiğini vurgulayan, ben ve benmerkezcilikten uzak olmayı nasihatlerinde ifade eden Hacı Bektaş Veli ağzıyla romanda şöyle belirtilir: Kibir, kötü bir şeydir. Mesela şeytan kibirlidir ve biliyorsunuz o kibirli olduğu için Adem’e secde etmemiş ve cennetten kovulmuştu. Yüce Çalap’ın hiç kabul etmediği bir haldir kibirlilik. Bir kimse kendini büyük, çevresindekileri, genel olarak halkı küçük görürse; Rahman o kimseyi alçaltır. Kibirden kaçınmak lazımdır. Haysiyetini korumak ise, kendine saygılı olmayan başkalarına da saygı duymaz, bu da kötü bir şeydir diyerek ifade etmiştir.

Romandaki sohbetin devamında ise Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ta verdiği tarikat kapısının özellikleri ve içindeki makamların içeriği yine şöyle aktarılmıştır:

Şimdi tarikatın beşinci makamı hizmettir. Nitekim Hazreti Peygamber şöyle buyuruyor: ‘Hizmet eden kimse, himmet bulur.’ Altıncı makamı korkudur; ‘O halde hemen Allah’a kaçın-küfrü ve inkârı bırakıp- imana gelin. Yedinci makamı; ümit etmektir. ‘Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.’ der Kur’an. Sekizinci makam; hırka, zembil, makas, seccade, yüz taneli tesbih, iğne ve asadır. Nitekim biz, ilk beş müridimizi bunları vererek yolcu ettik. Çünkü bunlar azizdir, azizlere verilir.

Burada bahsi geçen yani müritlere verilenler romanda bu şekilde geçmese de tarikatın sekizinci makamındaki ‘emanetlere sahip olmak’ ile ilgilidir. Emine Işınsu’nun Hacı Bektaş ağzından saydıkları ise birer önemli emanetlerdir. Romanda dokuzuncu makamdan devam eden Hacı Bektaş Veli şöyle der: Dokuzuncu makam; mekân sahibi, cemiyet sahibi, cemaat sahibi, nasihat sahibi, muhabbet sahibidirler, yani Allah onları, onlar da Allah’ı aşkla severler. Onuncu makam; aşk, şevk, sefa ve fakirliktir. Fakirlik, dünyanın her türlü malı mülkü ile, ilgisini kesmektir. İşte bu vasıfların tümü bir candır. Dünya malından el etek çekmekte kasıt aslında maddi arzuları hırs haline getirmemek ve kazanılan malı helalinden kazanarak yine helal bir yolla daima vermeye odaklı hareket etmenin önemini romanın şu satırlarından da anlayabiliriz: Gerçek insan, hırs haline gelenlerden kaçınmalı, iyi, ılımlı olan neyse, sonuna kadar onu takip etmeli, onunla hallenmelidir. Tabii, kendisinin çoluk çocuğunun rızkı için çalışacak, kazanacak!.. Mesele maddi arzuyu hırs haline getirmemektir. Yazının giriş bölümünde bahsettiğimiz bütün davranış usulleri ve bu usullerdeki değişimler İdris Efendi üzerinden daha ağırlıklı verilmiştir. En sonunda malından el etek çekebilmiş ve tarikat yoluna girmiş olan İdris Efendi’nin tutumu ise bu duruma en güzel örneği vermektedir. Emine Işınsu’nun kaleminden “Hacı Bektaş” incelemesi, birinci bölümünün sonuna doğru gelirken, “Peygamberimiz buyurur: “Hak Teala, insana dört göz verdi. İkisi baş gözü ve ikisi gönül gözü. Baş gözüyle halkı görür, gönül gözüyle Hâlık görür.” diyen Hacı Bektaş’ın peygamberimizden aktardığı sözündeki iki baş gözünü Allah’ın her kimseye lütfettiği ve fıtratlara yerleştirdiği şeriatı bilmesi ve tarikat ehillerinden olması olarak yorumlayabiliriz. Fakat bir sonraki yazımızda bahsedeceğimiz gönül gözüne geçiş yapılan marifet ve hakikat kapısının gönülleridir. İşte bu, gönül meselesi o denli mühimdir ki insanı ideal insan seviyesine çıkarmakta bir geçiş noktasıdır. O halde diyebiliriz ki tasavvuftaki insan-ı kâmil noktasına geçiş veyahut ideal insan olma hali; şeriatı bilip tarikatın gerektirdiği gibi yaşadıktan sonra marifet kapısını aralayabilme cehdidir. Bu cehde örnekte en önemli güçlerden birinin sevgi olduğunu ise Emine Işınsu yine Hacı Bektaş’ın ifadeleriyle şöyle aktarmıştır: …Bizler de O’nu ve yarattıklarını seveceğiz, bizi kim yarattı, Allah!.. O halde kendimizi de seveceğiz. Seveceğiz ki, sevmeyi öğrenelim, sevmeyi öğrenelim ki Yüce Allah’ı ve yarattıklarını sevelim. Bir de şunu asla unutmayalım; O, bizleri ve her şeyi, sevgisinden, sevgi ile yarattı… Sevgiyi yaşayabilelim ki, ondan aşka ulaşabilmek mümkün olsun. Aşkın yolu da sevmeyi öğrenmekten geçer, sevgi öğrenilebilir. Bizlerin ibadetleri; kıldığımız namazlar, çektiğimiz tespihler, tuttuğumuz oruçlar, yapabildiğimiz nafile ibadetler ve hatta edele ışıyan huylarımız ve davranışlarımız hepsi, hepsi “aşk”a hazırlık içindir. Yüce Allah’a duyulan aşk anlatılmaz, yaşanır. Seninle, O’nun arasında sırlardan bir sırdır ve nice nice nesiller geçse de aşka ulaşabilenler bunu anlatamaz… O sadece yaşanır. Hemen Allah, cümlemize nasip etsin, amin… Tasavvuf kültürünü henüz küçük yaşlarda annesi Halide Nusret Zorlutuna’dan alan, sevgi kavramını eserlerinde temiz bir sadelikte sunan: “Sakın sevgisiz gülme, yalan gülersin… Yalan söylersin, yalan duyarsın. Bir yalan dünyâda yalan yaşarsın. Demirin üstündeki pas gibi büyür de büyür gönlünde kin ve nefret, balın acır. Şükrün kurur. Tükenirsin.” diyerek yalnız sevginin yetmeyip şuurlu bir sevgi anlayışıyla hemhal olmanın önemini vurgulayan, kendisine Yüce Allah tarafından roman yazma vazifesi verildiğini gönlünde duyan; milli değerlerimizi, tarihimizi, kültürümüzü yani bizi biz yapan unsurları kaleminden eksik etmeyerek nesillere aktaran ve her bir okuyanın gönüllerinde çiçekler büyüten Emine Işınsu’ya Allah’tan rahmet diliyoruz. Ruhu şad, mekânı cennet olsun.

KAYNAKÇA

Emine Işınsu, Hacı Bektaş, Bilge Kültür Sanat Yay., 2019, İstanbul.

Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli, Makalat, TDV yay., 2021, Ankara.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.