Sekülerizmi “Batı’yı Garp yapan dünyevileşme meselesi” olarak tanımlamıştı Durmuş Hocaoğlu.[1] Dünyevileşme; Batı için insan-eşya münasebetlerinden doğan sosyal bir vakıa olarak insan tasavvuruna ve dünya hâkimiyetine dair birtakım iddiaların tabii bir sonucudur. Grek kültürü, Roma mirası, Hıristiyanlık üzerine inşa edilen Batı tipi millî kimlikler, birçok meselede diyalektiğin acze düşmüş kalıplarından kurtulamamış, kendi içerisindeki müessesevî çatışmaları odak noktası hâline getirmiştir. Bu çatışmaların en nihayetinde vardığı yer olan uhrevî-dünyevî yahut din-dünya kavgası, varlık tasavvuru parçalanmış bir muhayyile silsilesinin ürünüdür.
Roma İmparatorluğu, çok sancılı sürecin sonucunda Hıristiyanlığı kabul etmiş, bu süreçlerde Hıristiyan halka zulmederek kendi inancını müdafaa etmeye çalışmış ancak “başarısız” olarak Hıristiyanlaşmıştır. Bu, Romalıların devletine duyduğu itimadı sarsarken Batı tipi din-devlet çatışmasının da sistematik anlamda önünü açmıştır. Ancak Batı’nın bu diyalektik kavgası Hıristiyanlığın kabulüyle başlamış değildir. Batı, Antikite’den (Antik Çağ) bu yana insanı tanrıyla kavga ettirmiştir. Antik Çağ’daki efsaneler ve mitoloji bu hususta güzel örnekler sunar: tanrıdan ateş çalan Prometheus’un bu ateşle insanlara yardım ettikten sonra zincire vurulması, insanlığın ilahî bir ateşe sahip olmasından ürken tanrı motifini oluşturmaktadır. Herakles’in zincirden kurtarmasıyla birlikte insan yaratmaya başlayan Prometheus ise tanrılaşan bir kuvveti temsil etmektedir.[2] Homeros da farklı değildir. Homeros, mitolojide tanrı yerine insanı ikame edebilecek bir kuvvete sahiptir.[3] Burada literatüre “insancıllık” insanı sevmek” olarak geçen hümanizm tenkidi de yapmak zorundayız. Hümanizm, Antikite’den beslenen bir felsefe olarak tanrı-insan kavgasından doğmuş ve tanrı-insan prototipi yaratmıştır. O hâlde hümanizmde; tanrılaşmış bir insancılık, insana tapmak mahiyetine evrilerek insan ve tanrı tasavvurunu parçalamakta ve insanı istismar etmektedir. İnsanın tanrılara karşı kazandığı zaferlerden oluşan Yunan mitolojisine dayanan Hümanizm, Yümni Sezen’in ifadesiyle Batı’nın tanrıya duyduğu kinden kaynaklanmış, insanı tanrıyla olan bağlarını kopartarak sözde kutsallaştırmıştır.[4] Oysa insan için, bu suni kutsallıktan daha büyük bir istismar yoktur. İnsanı tanrılaştıran hümanizmin yumuşatılmış hâli ise insanı dünyevileştiren sekülerizmdir. Sekülerizm, reform hareketlerinin bir sonucu olarak doğmuş olsa da köklerini Antikite’den alır. Keza, reform hareketlerinin “Hıristiyanlığın özüne dönüş” gayesiyle başladığı düşünüldüğünden Antikiteden bağımsız bir “öz” idrâkine varılması mümkün olmayacaktır. Reform esasen Rönesans sürecinin devamı mahiyetindedir. Hatta Rönesans, zaferini reformcular sayesinde kazanmıştır. Antikite’ye dönüş hamlesiyle başlayan Rönesans, kaynaklarını yine Antik Çağ’dan almıştır. Yümni Sezen, insanın, tanrının ve tabiatın keşfedilme çabası olarak adlandırdığı bu süreçte keşfin mahiyetini Antik Çağ’a kadar sarkıtmış, hatta Rönesans’ın Antik Çağ’dan beslenmenin de ötesinde yeni bir Antik Çağ yarattığına dair birtakım görüşlerin olduğuna değinmiştir.[5] Rönesans’ın Antikiye’yi arzulaması itibariyle Hıristiyanlığın karşısında putperestliğin konumlandığı bir düzen hayali içinde olduğu dahi iddia edilebilir. Buradan hareketle Reform’un hareket noktası olan Hıristiyanlığın özünün, sıhhatli bir “öz” olmadığı, Rönesans’ın Roma’nın ihtişamlı günlerine duyulan hasretle Antik Çağa dönüş ihtiyacı olarak başladığı, hatta burada putperest dönemi Hıristiyanlığın önüne bile geçirdiği ancak sonrasında Reform hareketleriyle taçlanan bu sürecin Batı’nın kendi yarattığı İsa’sını, Hıristiyanlığı kurtarma çabası olduğu söylenebilir. Halk, kilisenin zulmünden usanmış ve Hıristiyanlığı kurtarma çabası içine girmiştir. Burada Hocaoğlu sekülerizmi, reformun bir sonucu olarak ele almaktadır.[6] O hâlde dünyevileşme olarak ele aldığımız sekülerizm, Hıristiyanlığın kurtulma çabasıdır. Başkaca bir ifadeyle sekülerizm, Protestanlığın dünyevileşmesidir.[7] Ayrıca bir mesele olarak Katolik dünyevileşmesini de laisizm bahsinde ele alacağız.
Buraya kadar anlattıklarımız dahilinde Batı’nın geçirdiği bu dört merhaleyi sistematikleştirebiliriz:
– Antik Çağ (Putperest/pagan dönem)
– Roma’nın zulmüne rağmen kitlelerin Hıristiyanlaşmasıyla doğan Hıristiyan Roma (Hıristiyanlığın Helenleşmesi)
– Orta Çağ bunalımında dinden uzaklaşma, Roma’nın Çöküşü
– Rönesans ve Reform Süreçleri
İşte bu dört merhale, bugün Batı’yı Garp yapan zemini oluşturmuştur.
Kavram itibariyle seküler, klarje (ruhban sınıfı) ve halk olarak ayrılan Batı tipi ikili içtimaî yapıda klarje sınıfına dahil olup manastır hayatı yaşamayan kişileri tanımlamak için ortaya atılmıştır. Daha sonraki süreçte bu kavram “izm” boyutunu kazanarak ferdin hayatında dinin müdahalesini asgari seviyeye indirmiş hatta Kilise tahakkümü altında bozulan Hıristiyanlığı kurtarma çabası içerisinde dünyevi bir temele oturtmuştur. Sekülerizm, ateizmden farklı bir mahiyette olsa da ateizme varacak yollar inşa etmiştir. Hıristiyanlığın dünyevileşmiş mezhebi olan Protestanlık, din ile dünya arasındaki bağı fert nezdinde asgarîye indirirken dini reddetme amacı gütmemiştir ancak sözde Kilise’nin zulmüne mukavemet etmek için başkaca bir istismara sebep olmaktan öteye gidememiştir. Reform her ne kadar Batı’yı Garp yapacak medeniyet hamlesini gerçekleştirmiş olsa ve ilimde, sanatta, edebiyatta Rönesans’ın başarısını mutlaklaştırsa da insanın ızdırabına çare olamamış, gerçekleştirdiği faydalı atılımları dahi istismarın istismarı mahiyetinden kurtaramamıştır. Batı için zaruri ancak sıhhatsiz olan bu süreçler, içtimaî yapının hususî şartları ve muhtevası değerlendirildiğinde başarılı sayılabilecek süreçlerdir.
Girizgâhta dünyevileşme meselesini insan-eşya arasındaki münasebetlerden zuhur eden bir sosyal hadise olarak ele almıştık. Batı tipi hakimiyet teorilerini de etkileyen bu mefhum, din-dünya kavgasında dünyalı olunması gerektiği üzerinden meydana getirilmiştir. Başka bir deyişle dünya ile barışılmasıdır. Batı tipi toplumlarda özellikle Hıristiyanlığın Helenleştiği dönemde dünyayı aşağılayan dinî birtakım aldatmacalarla insanlara ebedî saadet vaat eden ve bu dünyayı yaşanılmaz kılan mezhepler, Protestanlığın ortaya çıkışıyla birlikte inanılmaz yaralar almıştır. Batı’da dünya bir inşa-imar-ihya alanı olarak görülmediğinden din ile dünya aynı anda, aynı vazifeye hizmet eder bir hâle getirilemez. Bu esasında varlık tasavvurunun parçalanmasının bir sonucudur. Tevhit anlayışından kopmanın, vahdaniyet fikrine sahip olamamanın neticesidir. Kesretten vahdete ilerleyemeyen bu tasavvur, varlığı-alemi-tanrıyı anlamlandıramamıştır. Durmuş Hocaoğlu “şirk problemi” adını verdiği bu meseleyi, “varlığı topyekûn bir kozmos değil kaos olarak algılama” olarak değerlendirir.[8] O hâlde varlığı bir bütün olarak anlamlandırmanın başlıca şartı tevhittir denilebilir. Tevhitten sapma, varlık tasavvurunu parçalar. Parçalanmış bir varlık tasavvuru, parçalanmış bir cemiyet nizamı demektir. Parçalanmış bir cemiyet nizamı ise hiç şüphesiz istismarın istismarı… Bu kendi içinde milletlerin tecritleme kabiliyetlerini ortaya koyan bir problemdir. Tecrit kabiliyetleri gelişmiş milletler, tevhit inancına sahip milletlerdir. Tecritleme kabiliyeti gelişmemiş milletler ise tanrı tasavvurunu materyalist bir zeminde inşa ederek putperestliği/paganlığı övmüş yahut vahye dayanan dini istismar etmiştir. Tecritleme kabiliyeti gelişmemiş bir milletin rüştünü sıhhatli bir süreçle ispatlaması mümkün değildir. Keza Kilise’nin Hıristiyanlığın kendisi olarak görülmesi de tecritleme kabiliyetinin noksanlığıyla ilgilidir. O hâlde Grek – Roma – Hıristiyanlık üzerine oturan Batı’nın tecritleme kabiliyetinden mahrum olduğunu söylemek gerekir. Prometheus, tecritleme kabiliyetine sahip olamayan bir millî zihnin ürünüdür.
Hıristiyanlığı kirleten, onu kendi yarattığı İsa’sıyla boğan bu zihin sekülerizmi doğurmuştur. Hıristiyanlıktaki iki kılıç doktrini, din-dünya çatışmasını ortaya koymak bakımından önemlidir.[9] Bu inanca göre tanrının iki kılıcı vardır, bir kılıcı kral tarafından diğer kılıcı ise Kilise tarafından kullanılmaktadır. Zamanla kralı bile tahakküm altına alan Kilise, bu doktrinle birlikte tanrı adına hareket ettiğine dair meşruiyet kazanmıştır. Hiç şüphesiz bu mesele de Kilise’nin halka yaptığı baskıda bir dayanak noktası olmuş, halkın itirazı ise insanın dünyevileştirilmesi, dinin ötekileştirilmesi demek olan sekülerizmle sonuçlanmıştır. Defaatle belirttiğimiz gibi din-dünya ayrışması, parçalanmış bir anlayıştan meydana gelmektedir.
Rönesansın ve onun tamamlayıcısı olan reformun, Katolikliğe, Kilise baskısına bir tepki olarak doğduğunu belirtmiştik. Batı’yı Garp yapan bu tepki, önce Hıristiyanlığın karşısına konumlandırdığı putperestliğe/ antikite’ye daha sonra ise Hıristiyanlığın özüne dönüş iddiasıyla Batı’nın beslendiğinden başkaca bir Grek kültürü, Roma mirası, Hıristiyanlık (Protestanlık mezhebi) yaratmıştır. (Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Rönesans, Antik Çağ’dan beslenmemiş, Antik Çağ’ı doğurmuştur.) Rönesans ve reform, tecritleme kabiliyetine sahip olmayan bir içtimaî zihinden doğduğu ve varlığı bir bütün olarak anlamlandıramadığı için aynı tasavvura sahip Batı’nın yaptığı hataları telafi edebilmiş değildir. Ancak bu hâliyle Batı’nın kurtarmak istediği Hıristiyanlığı dünyevi bir düzleme taşıyarak Batı medeniyetini gerilettiği ve böylelikle rüştünü ispat ettiği söylenebilir. Keza farklı bir yaklaşımla Toynbee Rönesans ve reformu, “insanı ermişler seviyesine çıkartan” Batı medeniyetinin çürümesi olarak nitelendirmiş ve bir intihar hareketi olarak görmüştür.[10]
Aslında rönesans ve reform sürecinin yarattığı insan prototipi Arvasi’nin dramatik insan prototipidir. Batı’yı Garp yapan bu süreç hayvan insan olmaktan dramatik insan olmaklığa geçiş sürecidir. Kilisenin baskısına boyun eğen kitlelerden sıyrılıp itiraz kuvveti dahilinde anlam kazanan ancak ideal insanın içtimaî bütünleşmesini tesis edemeyen insan için bir ara merhale…
Devamı bir sonraki yazımızda.
[1] Hocaoğlu, Durmuş. Laisizmden Millî Sekülerizme. Selçuk Yayınları. Eylül 1995. sf. 47
[2] Sezen, Yümni. Hümanizm ve Türkiye. İz Yayıncılık. İstanbul. 2005. sf.44
[3] Sezen. sf.46
[4] Sezen. sf.45
[5] Sezen. sf.60
[6] Hocaoğlu. sf. 99
[7] Hocaoğlu. sf. 49
[8] Hocaoğlu. sf. 63
[9] Hocaoğlu, Durmuş. Laisizm/Laikçilik ve Kültür Savaşı. Yeniçağ Gazetesi. 08.02.2008 10
[10] Güngör, Erol. İslam’ın Bugünkü Meseleleri. Ötüken Neşriyat. İstanbul 1981. sf. 46
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.