Bir çocuğun gelişimi çok farklı evrelerle olur. Başta çocuk kendinin pek farkında değildir, dünyayı da tanımaz. Hatta bir çevre algısının varlığından bile bihaberdir. Sonraları yavaş yavaş kendisini fark etmeye başlar. Kişilik oluşturmaktan bahsetmiyoruz. Kendi fiziki varlığını fark eder. Ellerini ve ayaklarını kendisinin oynattığını, sesinin başkaları tarafından duyulduğunu anlar. Çevresini de tanımaya başlar. Tanıdık ve huzurlu gelen seslerin aslında kendisinden bağımsız olarak ortaya çıktığını fakat bu sesin kendisi için bir anlam ifade ettiğini görür. Onun için canlı ve cansızın da farkı yoktur. Gördüğü her şeyi de kendisi gibi bir canlı zanneder. Mesela kendisinin canı nasıl yanıyorsa, takılıp düştüğü masanın da canının yanacağını düşünür. Sonuçta hayatın kendisinin çevresinde döndüğünü zanneder. Dünya, o ve çevresinden ibarettir. Yaşı ilerledikçe dünyanın kendisinden fazla olduğunu fark eder. Ancak bazı çocuklar bunu bilse de idrak edemez. Çevresindeki her şeyi kendisine göre anlar. Mesela yan komşu kendi çocuğuna bisiklet aldıysa sanki bunun sebebi nispet yapmaktır. Bu düşünceden kurtulamayan çocuklar ileride dünyanın kendisi etrafında dönmediğini anladığında iş işten geçmiş olur.
Toplumlar da çocuklar gibi dünyayı kendi bakış açıları ile anlar. En önemli şeyin kendileri olduğunu düşünürler. Bu sebeple dünyadaki her şeyin kendilerinin hakkı olduğu düşüncesi şuur altında veya üstünde yaşar. Zamanla bu anlayış azalmaya başlar ve dünyada başkalarının da yaşadığı, onların da yaşamaya haklarının olduğu anlaşılır. Tabi bu her zaman olmaz. Hatta dünya şunu görmüştür ki pek çok topluluk başka toplumların varlığını kabul etse bile yaşama hakları hep tartışmıştır. Eğer bir çocuksanız psikologlar yardımıyla bu sorunu çözebilirsiniz ama konu toplumlarsa savaş kaçınılmaz olmaktadır. Bunun sonucunda da ya kolonicilik, sömürgecilik, emperyalizm ya da içe kapanma ve kendini dünyadan tecrit etme durumu doğmuştur. Çinliler güçlü oldukları dönemlerde sömürgecilik yaparken zayıf dönemlerinde kendi topraklarına çekilip dışarı açılmamışlardır. Japonlar 19. yüzyıla kadar dünyadan bağımsız yaşayabilmişlerdir. Afrikalı kabileler birbirleri ile savaşırlar ancak yabancılardan hiç hazzetmezler. Tabi Avrupalılar onlarla ilişki kurmaya bayıldıkları için mecburen dünyaya açıldılar. Hatta bazıları kıtalar arası yolculuklara bile katıldı.
Kendisinin farkına vardıktan sonra başkalarının da bilincinde olup onlarla yaşayabilen en büyük topluluk Türk milletidir. Belki tek değildir ancak kendi kültürünü yaşatıp başka kültürlerle korkmadan alışveriş yapabilen, asimile olmayan belki tek millettir. Bunun sebebi Türk kültürünün karakteri ile ilgilidir. Biraz ileride bu konuya gireceğimiz için şimdilik değinmekle yetinelim. Türk kültürünün bu karakteri İslamiyet’le beraber yeni bir medeniyetin temel yapısını oluşturmuştur. Bunun adı farklı şekilde isimlendirilebilmektedir. Ancak biz buna Türk-İslam medeniyeti demeyi yerinde buluyoruz. Yazının sonunda bunun nedenleri daha iyi anlaşılacaktır ancak Türklerin bu medeniyeti yüzyıllarca temsil etmesi bu isimlendirmenin ana sebebidir.
Geçen yazımızda Batı medeniyetini incelerken siyasî, dinî ve felsefî alt yapılara değinmiştik. Bunun yanında Yunan kültürü, Roma siyasî yapısı ve Hıristiyanlığın Batı medeniyetini oluşturduğunu söylemiştik. Bu yazıda bu kadar net bir tasnif yapmayacağız çünkü Türk-İslam medeniyeti bugüne kadar çok iyi, objektif bir araştırmaya yeterince tutulmamıştır. Çalışmalar elbette vardır ama kesin tasnifler yapmamıza yetecek kadar değildir. Bu sebeple biraz daha subjektif görüşlere dayanacağız.
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi toplumlar kendi benliklerini ve çevrelerini fark ettikçe asıl karakterlerini oluşturur/açığa çıkarır. Türk-İslam medeniyeti de köklerini karakteri farklı toplumlardan almıştır. Tarihi sürece girmeden bu kültürlere bakacak olursak bunlar; Araplar, Farslar ve Türklerdir. Yine de bunların etkisinden farklı da olsa etkilerini hissettiğimiz kültürler de bu medeniyete katkılar sunmuştur. Bunlar; Yunan kültürü ve Hint kültürleridir. Bunların etkilerine da yazı içinde değineceğiz. Ayrıca Türk-İslam medeniyetinin içinde barındırdığı dünya bu kültürlerle sınırlı değildir. Kuzey Afrika ve İspanya’nın okyanus kıyılarından Japon denizine kadar yayılmış bir dünya için bu kadar sınırlı konuşmak doğru olmasa da Türk-İslam medeniyetinin asıl üreticileri bu kültürler olmuştur.
***
Türk-İslam medeniyeti, gelişmişlik açısından Batı medeniyeti ile açıklanamaz. Çünkü hikayeleri oldukça farklıdır. Bu kısımda biraz Batı ile karşılaştırma yapmak zorunda kalacağız. Kendi medeniyetimizi Batı’ya göre konumlandırmak doğru değildir fakat şimdilik bununla yetineceğiz. Çünkü bugün içinde yaşadığımız dünya Batı medeniyetinin var ettiği dünyadır. Kavramlar da genelde orada doğmuştur. Bu sebeple ne olduğumuzu anlatırken sık sık ne olmadığımıza değinecek ve muadiller ile karşılaştırma yapacağız.
Öncelikle Türk-İslam medeniyetinin felsefî altyapısına değinmek yerinde olacaktır. İslam medeniyeti felsefe ile Arabistan dışına yapılan seferler ile tanışmıştır. Yeni tanıştığı bu coğrafyalarda Yunan felsefesi ile karşılaşan Müslüman Araplar, Yunan filozoflarının eserlerini tercüme ederek işe başlamışlar ve zamanla kendi eserlerini üretmeye başlamışlardır. Ancak Batı medeniyetinde olduğu gibi İslam medeniyetinde felsefe, Yunan felsefesinin devamı değildir. Kendi orijinal fikirleri ile ortaya çıkmıştır. Türk, Arap ve diğer milletlerin içinden yetişen filozoflar öncelikle vahye dayandıkları için diyalektik bir anlayış yerine dünyayı daha bütün gören bir anlayışa sahip olmuşlardır. Yani bu felsefede uhrevî kısım ve dünyevî kısım gibi bir algı yoktur. Çünkü Müslüman filozoflara göre Allah alemi kuşatır, ezelî ve ebedidir. Genel İslam akidesine bağlı kalan filozoflar için bu anlayış da gayet doğaldır. Çünkü İslamiyet’in getirdiği tevhit anlayışı filozoflara ciddi şekilde yol göstermiştir. Allah’ın tabiatı yarattığı ve ona müdahalelerde bulunduğu yer yer dışına çıkılsa da genel kabuldür. Ayrıca hiçbir gücün Allah ile mücadele edemeyeceği, onunla anlaşma yapamayacağı kısaca ona insan özelliklerinin verilemeyeceği tam olarak kabul edilmiştir. İslam filozofları Hıristiyanlıkta olduğu gibi dini felsefeye uydurmaya veya felsefeyi dine uyarlamaya çalışmamışlar aksine vahyin getirdiği inançlarla felsefe yapmışlardır. İslam felsefesinin orijinalliği de buradan gelmiştir. Diyalektik bir anlayış yoktur. Bunun diğer sebebi filozofların aynı zamanda tabiatla yani bilimle meşgul olmalarıdır. Onlar cevapları tabiata başvurarak aramışlardır. Bu da erken dönemde bilimin İslam coğrafyasında gelişmesini sağlamıştır. İslam’ın tabiat üzerinde dogma fikirler koymayıp deney ve gözlemi teşvik etmesi bu şekilde felsefenin de tabiata başvurarak gelişmesini sağlamıştır. Yine de tanrı-varlık-insan tasavvurunda farklı felsefî görüşler vardır. Bazıları Hıristiyanlığa da oldukça yakındır ancak bunlar genel kaide haline gelmemiştir.
Türk-İslam medeniyetinin diyalektik olmaktan ziyade bütüncül bir tasavvurunun olmasının başka bir sebebi de İslamiyet’in devlet ve toplumla ilişkisinin birçok dinden özellikle de Hıristiyanlıktan farklı ilerlemiş olmasıdır. İlk vahyin gelmesinden yine dezavantajlı gruplar arasında yayılan İslam, kısa sürede önemli bir sayıya ulaşmıştır. Yine de Müslümanlar Mekke’de otorite sahibi olan, ticaret ve kölelikle uğraştığı için zenginleşenler tarafından dışlanmış ve zulme uğramıştır. Bunun sonucunda hicret denilen hadise yaşanmış ve Müslümanlar, Medine’de devletleşmeye başlamıştır. Mekke’nin fethi ve Arap yarımadasının da fethi ile Müslüman Araplar güçlü bir devlete sahip olmuştur. Yani Müslümanlar, İslamiyet ortaya çıktığı dönemden kısa bir süre sonra peygamberi hayatta iken devlet kurabilmişlerdir.
İslamiyet öncesinde Araplar devletli bir hayat sürmemişlerdir. Kabile ve aşiretler halinde yaşayan ve anarşinin hâkim olduğu, köleliğin tam manasıyla sosyal hayatın göbeğinde olduğu, herhangi sermaye birikiminin olmadığı topraklarda doğan İslamiyet, bu insanlara hukukî bir yapı bahşetmiştir. Bu hukukî yapı kısa sürede çevreye yayılmış ve Kuzey Afrika’dan Horasan’a kadar medeniyetin temeli olmuştur. Aslına bakılırsa Hz. Peygamber’in en büyük mucizelerinden biri budur. Hukukun olmadığı topraklara, insanların bir arada huzur içinde yaşayabilecekleri, herkesin kabul edebileceği bir meşruiyet kaynağının olduğu hukukî bir düzen getirebilmek gerçek bir mucizedir. Bunun konumuz açısından önemi de medeniyetin temelindeki hukukî yapıdır. Bu hukukî yapı dönemi itibariyle de eşsizdir. Çünkü sosyal yapının tamamına hitap etmektedir. Hukukî yapının temelini teşkil eden Kur’an-ı Kerim, insanları sınıflara ayırmamış, onlara sınıf halinde veya kavim kavim seslenmemiştir. İslam buna rağmen insanların farklılıklarını yok saymamış ve Müslümanlar insanların bu farklılıklar içerisinde yaşayabilmesini sağlayacak hukukî bir düzen yani devlet kurmuştur. Bu devlet kabileler halinde yaşayan Araplara millet halinde yaşamayı da öğretmiş ve zamanla edilgen halde yaşayan bu millet, dünya üzerinde büyük bir aktör olabilmiştir.
Hz. Muhammet’in (sav) hem İslam peygamberi hem de devlet başkanı olması sebebiyle İslam’da dinî bir müessese hiç olmamış, Vatikan gibi kurumsal bir yapı ve din adamları sınıfı bulunmamıştır. Yani peygamberin ardından onun dinî görevini kimse devam ettirmemiştir. Ancak devlet yönetimi devam etmiş ve müesseseler hukuk temelinde oluşmuştur. İşte bütün bunlar diyalektik bir anlayıştan uzak, kuşatıcı bir anlayışın ürünüdür.
Hukukun kaynağı vahiydir. Bunun yanında içtihata da başvurulmuş ve hukukî düzen şartlara göre Kur’an çerçevesinde yenilenmeye çalışılmıştır. Türk-İslam medeniyetini anlarken dikkat etmemiz gereken en önemli husus, müesseselerin Batı’da karşılıklarının olmamasıdır. Halife, Papa gibi peygamberin kusursuz bir temsilcisi olmamış, medrese uleması hiçbir zaman kardinallik gibi bir yapıda olmamıştır. Osmanlı’da gördüğümüz şeyhülislamlık da Papa ve benzeri bir oluşum değildir veya kurumun günümüzdeki karşılığı diyanet işleri başkanlığı değildir. Türk-İslam medeniyetinde bu gibi kurumlar hep hukukî kurumlar olmuştur. Meşruiyetlerinin kaynağı hukuktur. Yani hilafet de ulema da hukukî müesseselerdir. Şeyhülislamların bugünkü karşılığı olsa olsa anayasa mahkemesi başkanlığıdır. Türk-İslam medeniyetinin dünyaya bıraktığı en önemli miras bu hukuktur. Bu hukukun bağlayıcılığı çok yüksek olmakla birlikte yer yer adaletsizlikler yaşanmamış değildir. Mükemmel bir sistem beklemek zaten yerinde değildir.
Bu ideal düzen devam etti ancak bir süre sonra siyasî anlaşmazlıklar başladı. Anlaşmazlıkların sebebi peygamberin en çok mücadele ettiği kabilecilik anlayışıydı. Emevî iktidarı ve biraz daha öncesinden başlayan anarşi dönemi bu kabilecilik anlayışı sebebiyle çözülememiş, Abbasilerin iktidara geldiği dönemlerde de devam etmiştir. İslam medeniyeti, Abbasi döneminde ilmî anlamda zirveye çıksa da anarşi bitmemiştir. Bu dönemde İslam dünyası genişlemeyi bırakmış bölünmeler yaşamış ve medeniyeti çökmenin eşiğine gelmişti. İslam medeniyetini çöküşe götüren şey başlardaki heyecanın yitirilmiş olmasıdır. Çöküşü önleyen de yeni bir heyecanla İslam dinine giren bir millet olmuştur. Bunlar Türklerdir.
Türklerin İslam dünyası ile tanışması Hz. Ömer döneminde başlar. Emevî döneminde kanlı savaşlar yaşanmıştır. Ancak asıl münasebetler Abbasi hilafeti zamanında yaşanmıştır. Hatta Abbasileri iktidara taşıyan unsurlardan en önemlisi Türk askerler olmuştur. Ticarî ve askerî ilişkiler arttıkça Türkler, İslam’a girmeye başlamıştır. Öncesinde böyle bir ilişkinin yaşanmama sebebi Emevîlerin Müslüman olup Arap olmayanlara karşı takındığı tavırdır. Bu dönem İslam dünyasının dünya olma vasfını yitirme tehlikesi yaşadığı bir dönemdir. Çünkü Arap olmayan Müslümanlar ikinci sınıf vatandaş olmuş ve ayrı vergilere tabi tutulmak gibi pek çok ayrımcılığa uğramıştır. Yaşanan zulümler de bu durumu pekiştirmiştir. Yine de Abbasi dönemi nispeten diğer milletlere karşı bir hoşgörü dönemi olmuştur ancak Arapların diğer milletlere karşı üstten bakışı değişmemiştir.
Türklerin üretici olarak İslam dünyasına girmesi çok erken dönemlere rastlar ancak toplu olarak İslam’a geçip kültürleriyle medeniyete katkı sunmaları asıl Karahanlılar ile başlar. Selçukluların İslam dünyasında siyasî hakimiyeti sağlaması, halifenin vasfını daraltması ile artık İslam dünyasında tek güç Türkler olmuştur. Türklerin hem siyasî hem de kültürel iktidarı 18. yüzyılın sonuna kadar sürmüştür. Özellikle Şii Fatımi iktidarını önlemeleri, Haçlı seferlerini etkisiz hale getirmeleri, Moğol istilası sonrasında Moğolların İslam dünyasını yıkmasını engelleyip yüzyıla kalmadan tekrar siyasî otoritelerini kurmaları; Türkleri medeniyetin yegâne koruyucusu haline getirmiştir.
Türkler bu medeniyeti sadece korumamış kendi karakterinden getirdiği vasıflarla bu medeniyete yeni bir heyecanla beraber ciddi bir ivme kazandırmıştır. Türkler felsefede Farabi, İbni Sina, Gazali’yle; siyasette Selçuklu ve Osmanlı gibi büyük devletlerle; şehir hayatını şekillendiren Ahilik teşkilatıyla; edebiyatta Yunus Emre, Fuzuli, Ali Şir Nevai’yle; mimaride Mimar Sinan gibi usta isimlerle ki ondan öncesinde Anadolu’nun her yanını imar eden büyük mimarlarla İslam medeniyetini Türk-İslam medeniyeti haline getirmiştir. Tabi bunlar tesadüf değildir. Türklerin İslam’a girmesiyle bu medeniyeti yeniden var etme süreci, Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacip, Hoca Ahmet Yesevi, İmam Maturidi gibi isimlerin öncülüğünde sistemli bir şekilde gelişmiştir. Türk dilinin ilk ilmi çalışmalarının, Türk devlet felsefesinin sisteme sokulmasının bu dönemlere denk gelmesi tesadüf değildir. İslam dini ile karşılaşan Türklerin kendi anlayışlarına uygun bir Türk Müslümanlığı yaşamalarını sağlayacak çalışmaların Hoca Ahmet Yesevi ve alperenleri ile yapılması yine bu döneme rastlar. Bütün bunların sonucunda Maveraünnehir’den Balkanlara, Anadolu’dan Kıpçak bozkırlarına kadar bütün dünyaya yüzyıllarca ışık saçan, çevresini imar eden, sömürüden uzak bir medeniyet inşa edilmiştir. Özellikle Osmanlılarla birlikte kölelik tamamen kalkmasa da sosyal hayattaki görünürlüğünden tamamen uzaklaşmıştır.
Osmanlı Devleti aslında Türk milletinin sadece kendisine ve İslam dünyasına değil bütün dünya için örnek teşkil eder. Osmanlı Devleti, bu medeniyetin bütün unsurlarının incelenip doğruların üzerine eklendiği, yanlışlarından derslerin çıkarıldığı büyük bir devlet olmuştur. Osmanlı, adalet temeliyle kurulmuş ve bu istikrarı yüzyıllarca korumuştur. Osmanlının yapısı uzun çalışmaların konusudur. Bu sebeple Osmanlı övgümüzü burada bırakıyoruz.
Türk-İslam medeniyetinin başka bir temeli ise akla verdiği önem ve fikrî-ilmî tartışmalara aynı çatı altında yer verebilen hoşgörü ve hürriyet vasıflarıdır. Endülüs’ten Çin’e kadar yayılmış bir dünya var eden Türk-İslam medeniyeti, içinde var ettiği ilim merkezleri ile ciddi çalışmaların yapılabilmesini sağlamıştır. İktidar sahipleri de hemen her zaman ilimle uğraşanları korumuş ve gözetmiştir. Herhalde bu ülkelerde en çok maaş alanlar ilimle uğraşanlar olmuştur. Genel olarak ulema olarak adlandırılan bu insanlar aristokratik veya teknokratik bir yapı değil, daha çok danışma merkezidir. Tabi hukukla uğraşan ulema burada daha yetkilidir fakat diğer noktalarda da bu insanların fikirleri hep kıymetli olmuştur. Hemen bütün hükümdarlar kurdukları veya yerleştikleri şehirleri ilim merkezi haline getirmek için imar faaliyetlerinde bulunmuştur. Ardından bütün âlimleri buralara toplamak için çalışmışlardır. Bu sayede Kurtuba, Kahire, Medine, Bağdat, Ahlat, Konya, İstanbul, İsfahan, Tebriz, Buhara, Semerkant, Herat gibi pek çok ilim merkezi var edilmiştir. Buralarda yapılan çalışmalar dünyaya birçok miras bırakmıştır. Tıp, astronomi, matematik, sosyoloji gibi alanlar buralardaki çalışmalar sayesinde bugünlere gelebilmiştir.
İslam dünyasının belki de en büyük eksikliği bu dünya içerisindeki parçalanmışlıktır. Sünni-Şii ayrışması İslam’ın erken dönemlerini ciddi manada meşgul etmiştir. Büyük bir ifrat ve tefrit arasında gidip gelen İslam dünyasını yine Türklerin itidalli tavrı kurtarmıştır. Çünkü Türkler her ne kadar Ehli sünnet tarafında olsa da Ehli Beyte duyduğu büyük saygı sayesinde orta yolu bulabilmiş ve bu çatışmaları dindirmiştir. Osmanlı dönemindeki Safevi savaşları bile her ne kadar görünürde Şii-Sünni çatışması gibi görünse de bu çatışmaların asıl sebebi iki büyük Türk devletinin güç mücadelesi olmuştur. Bunun dışındaki siyasi parçalanmalar gelişmenin de önünü açabilmiştir. Çünkü her fikir bir başka hükümdar tarafından benimsenip gelişebiliyordu. Tabi bu aynı zamanda zararlı fikirlerin de rahatça gelişmesi demektir. Bu yüzden İslam akideleri zaman zaman tahrifata uğramıştır.
Türk kültürünün makul olması, İslamiyet’in insanların kafasındaki sorulara ve sorunlara cevap verebilmesi, yine Türk kültürünün ve İslamiyet’in insanlara heyecan verebilmesi sayesinde Müslümanlık çok geniş alanlara yayılabilmiştir. Bu sebeple İslamiyet’in ardından Hıristiyanlıktan ve diğer dinlerden kitleler halinde İslam’a geçiş olmuş fakat tam tersi görülmemiştir. Yine Türklerin Müslüman yaptığı çoğu topluluk Türk kültür dairesine girmiş ancak kendi benliğini kaybetmemiştir.
Türk-İslam medeniyetinin 16. yüzyıldan sonra aşağıya doğru inmesinin en önemli sebebi temelinde bulunun hukuka bağlılığını kaybetmesi ve kültürel heyecanın yavaş yavaş atalete dönüşmesidir. Tabi bunların da sebepleri çoktur, hatta bu halen daha tartışmalı bir konudur. Ancak ortada bir gerçek vardır ki bu; milletlerin kendilerine ait bir hukukî düzen içerisinde yaşamamasıdır. İçerisindeki milletler kültürel canlılığını kaybetmektedir.
Sonuç olarak Türk-İslam medeniyetinin en önemli vasfı hukukun temelinde, çatısı altındaki insanlara adil bir hayat vermesidir. Bu medeniyetin bu vasfını koruyarak yükselmesi yine hukuk temelinde yani Töre ile yaşayan Türkler sayesinde olmuştur. Aslında bütün toplumların hukukî bir düzeni vardır. Fakat Türklerin kurduğu ve medeniyetin temeline oturttuğu anlayış inanan veya inanmayan; Türk olan veya olmayan herkese adaleti vaat etmesiyle ayrışır. Batı’nın herkes için adaleti 19. yüzyılda ortaya koymasına rağmen bunu günümüzde dahi uygulamaya koymaması düşünülmesi gerek bir şeydir.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.