Kültür kavramı tarihin temel birimi olarak gördüğümüz milletler açısından büyük bir önem arz etmektedir. Öyle ki bugün millet tarifleri yapılırken kültür vazgeçilmez bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Sosyologların büyük bir kısmı kültür kavramını açıklamaya çalışmış;  Kültürün nasıl meydana geldiğini, toplumları nasıl etkilediğini, insan hayatındaki ve tarihteki yerini, var olan mı yoksa sonradan mı meydana geldiğini, tek bir kültürün mü yoksa birçok farklı kültürün mü olduğunu anlamlandırmaya ve tarif etmeye çalışmışlar. Bu açıklamalar, açıklamayı yapan ilim adamlarının milliyetine, ideolojisine ve dinine göre de farklılıklar göstermişlerdir. Kültür tarifleri yapılırken biyolojiyi de içinde barındırarak biyoloji temelli kültür tanımı yapanlar genellikle ırkçılığa yol açmış ve ırkçılığın getirdiği üstünlüğün aslında sadece biyoloji ile alakalı değil aynı zamanda sosyal olarak da farklılık meydana getirdiğini savunmuşlardır.

En basit tanımıyla, sosyal olayların biyoloji ile açıklanmasına sosyobiyoloji denilmektedir. Genellikle sosyal olayları ve kültürü bu şekilde açıklamaya çalışanlar evrimci bir yol izlemiş, kültürü de hayvandan insana geçiş aşamasında doğal elenmenin bir sonucu olarak daha üstün bir takım refleks kapasitelerine sahip olma durumuna gelmek şeklinde tanımlamışlardır. Fakat yapılan bu tanım bir kabul üzerine yerleşmektedir. Bu kabul hayvandan insana geçişin kesinliğidir. Hayvandan insana geçiş, kesin bir bilgi, delilli ispatlı ve tecrübi bir ilim değildir ki kültür de bu kabul üzerine yerleşsin.

Bu anlayış kültürü insan hücrelerinin yapısının velhasıl biyolojik yapısının gelişmesiyle birlikte aslında insan genleri içerisine yerleşmiş biyolojik düzenin dışavurumu şeklinde yorumlamışlardır. Bu açıklama sağlıklı bir açıklama olmamakla birlikte ilme aykırıdır. İnsan dışındaki bütün canlılar doğdukları andan itibaren kendi türlerinin bin yıl, iki bin yıl önce göstermiş oldukları özellikleri göstermeye ve tabiattaki vazifelerini aynen yerine getirmeye başlamışlardır. Bir arı, bin yıl önce doğan bir arı ile aynı şekilde bal yapmakta, bir cennet kuşu önceki ataları nasıl yaptıysa aynı şekilde yuva yapmakta, bir kaplan kendisinden nesiller önce doğan bir kaplan nasıl avlanıyorsa aynı şekilde avlanmaktadır. Fakat insan için bu durum söz konusu değildir. İnsan doğduğu andan itibaren içerisinde bulunduğu toplumun beslenme alışkanlıklarını kazanmakta, o dönemin kıyafetlerini giyinmekte, yetişmiş olduğu ailenin dilini konuşmaktadır. Eğer insanın biyolojik yapısı içerisinde yerleşmiş bir biyolojik düzen var olsaydı bu durum bu şekilde meydana gelmezdi. Zira biyolojik olarak inceleme yapıldığında bütün insanların hücre yapılarının aynı olduğu, kan gruplarının benzer olduğu görülecektir. Bu durumda bütün insanlar aynı kültüre sahip olmalı, aynı şekilde yemeli, içmeli ve aynı bakış açısına sahip olmalıdır.

Sosyobiyoloji teoricilerine göre doğal elenme ve kazanımların korunması, acemilik dönemindeki yetenekler, aletlerin icadı, dil yeteneği, sosyal tutum ve davranışlar genler yoluyla taşınmaktadır. Bu görüşler alışkanlık, tekrar, benliğe dönük olma ve kültürel refleksleri açıklamada hayal gücümüzü okşasa da anlam peşinde koşmayı, vazgeçmeyi, tercihleri, geçmiş şuurunu, kimliği, şahsiyeti, tezatları, bozulmaları, yabancılaşmayı, insana mahsus gelecek ürpertilerini izah edememektedir. Bu açıdan bakıldığında meydana gelen bu tezat sosyobiyoloji teorisyenlerinin cevap vermediği tezatlardır. Ayrıca yapılan bu tanımlar insana bir özgürlük alanı tanımamakta ve bütün maharetin genlerde olduğu düşündürtmektedir. Eğer bütün maharet genlerde ise yukarda anlam peşinde koşmaktan başlayarak saydıklarımız, hücre yapılarımız ve DNA’larımız bu kadar benzerken neden diğer biyolojik canlılarda bulunmamaktadır? İnsan biyolojisinin yaratılış itibari ile kültür oluşturmaya elverişli olduğunu kabul etmekle birlikte marifeti sadece genlerde görmek doğru bir yaklaşım tarzı olmayacaktır.

Olaya sosyobiyolojik olarak bakıldığında kültür kavramının ırk kavramı ile iç içe geçmiş olduğunu görülecektir. Kültür eğer genlerin içerisinde var ve bu şekilde aktarılıyor ise ırk, kültür açısından büyük bir önem arz etmekte ve milletlerin varlığı bir noktada ırkî temele indirilmektedir. Bu tanım neticesinde dünyanın neresinde doğarsa doğsun nasıl yetişirse yetişsin bir çocuk sadece kendi ırkının getirmiş olduğu kültür özelliklerini gösterecektir. Peki gerçekte bu durum bu şekilde mi gerçekleşmiştir?

1964 yılında Lucien Malson adında bir yazar, dünya üzerinde yabani çocukların olduğunu ve bu çocukların sayısını 52 olarak tespit edip 3 kategoriye ayırır;

1- Hayvanlar tarafından yetiştirilmiş 1920 yılında Hintli Singh tarafından bulunmuş Amala ve Kamala.

2- Yalnız yaşayan çocuklar. Victor, Peter de Hamelin, Sogny kızı gibi.

3- Toplumdan kaçan çocuklar. Gasper Hauser ve Genie gibi.

Sosyobiyologlar eğer haklı olsalardı bu çocuklar, genlerinden getirmiş oldukları kültür unsurları yaşamalıydılar. Fakat durum bu şekilde gerçekleşmedi; normal öğrenme döneminin gerçekleşmediği ortamda yetişen çocuklar hayvana yakın özellikler gösterdi. Bu durum genlerin kültür meydana getirmesi ve taşınması gibi özellikleri bünyesinde ihtiva etmediğini göstermektedir.

Yukarda daha önce de tekrar ettiğimiz gibi insanın biyolojik yapısının kültürle hiçbir bağlantısının olmadığını söylemek, kültürün tamamen biyoloji ile alakalı bir kavram olduğunu söylemek kadar yanlış bir düşünce olacaktır. İnsanın doğuştan getirmiş olduğu öğrenme kabiliyeti, anlama becerisi olmasaydı kültürün meydana gelmesi de mümkün olmayacaktı. Fakat saymış olduğumuz unsurlar insan türünün tamamında bulunan özelliklerdir. Sadece bir topluma verilmiş özellikler değillerdir. Bunlar sadece insanı diğer canlılardan ayıran biyolojik farklılıklardır. İnsan türü içerisinde, insanlar arasında bir farklılığı meydana getirecek unsurlar değildirler.

Şimdiye kadar yapılan açıklamalarda insanın sadece biyolojik gelişiminin ve varlığının kültür meydana getirmeye ve aktarmaya yeterli olmadığı açıklanmaya çalışılmıştır. Kültürü var eden unsurlar ise en temelde insanın tabii ve sosyal çevresi ve tarihî süreçtir.

İnsanın tabii ve sosyal çevresi kültürün meydana gelmesi için şarttır. Yukarda verilmiş olan örnekte sosyal çevreden uzak kalmış çocukların nasıl bir hal aldığı anlatılmıştır. Bununla birlikte kültürlerin farklılıklarının da meydana gelmesinde ki etken çevredir. İnsan kendi varlığını ancak kendisinden daha önce oluşmuş sosyal çevre içerisinde bulur. Aksi halde her nesil, tabiatla mücadelesine en temelden ve her şeye yeniden başlayacaktı. İnsanın tabiatla olan münasebetinden meydana gelmiş kültür böylece hiç oluşmayacak her nesil kendi kültürünü oluşturmak zorunda kalacaktı.

Tarihî süreç ise kültürün sürekliliğini ifade etmek için kullanılmaktadır. Tabiatla olan münasebet tarihî olarak insandan insana geçmek zorundadır. Tarih içerisinde oluşmuş olan süreç insanı geçmişle bağladığı gibi bugününü ve yarınını da inşa ederek insana bir kimlik kazandırmaktadır. Bir insanın mazisi bir şekilde elinden alınırsa kimliği de elinden alınmış olacaktır. Böyle bir varlığın kültür sahibi olması mümkün değildir.

Tüm bu açıklamalar neticesinde varmak istediğimiz nokta ise şudur: Millet gerçeği bugün sosyoloji ilminin ortaya koymuş olduğu bir gerçektir. Milletlerin olduğu bir yerde, her millet kendi millet tanımını yaparak varlığı ortaya koymaktadır. Hem millet kavramı açıklanırken kullanılan hem de milletleri somut olarak birbirinden ayıran nedir sorusunun cevabında kültür kavramı büyük bir yer kaplamaktadır. Kültürleri farklı olan milletler birbirlerinden farklı bir yaşam tarzı ortaya koymakta, dünyaya bakış açısını kültüre göre şekillendirmektedirler. Kendilerinin üstün olduğunu iddia eden milletlerin kendilerini üstün saymaktaki temel saikleri ise kendilerinin yaşantılarının ve bakış açılarının diğerlerinden üstün olduğu iddiasına dayanmasıdır. Bu durumu meydana getirenin ise doğuştan getirmiş oldukları biyolojik özellikleri olduğu düşüncesidir. Irkla birlikte aktarılan hususiyetler, kendilerini özel kılmakta ve diğer insanlarla aralarındaki farkların kaynağı olmaktadır çünkü kültürün ırk ile aktarıldığı düşünülmektedir. Yabani çocuk örneği bu durumu gözler önüne sermekle birlikte yapılan biyolojik incelemeler de ırkın böyle bir özelliğinin bulunmadığını göstermektedir. Milleti ve millete olan mensubiyeti ırk temeline indirmekte bu açıdan ilme aykırı bir durumdur. Zira ırkın milleti meydana getiren hususiyetlerden biri olan kültürü var etmek ve aktarmak gibi bir özelliğinin olmadığı tekrara düşmek pahasına söylenmelidir. Eğer ırkın yani biyolojinin millet var etmek gibi bir özelliği yoksa milliyetçilik yapılırken ırk temelli bir milliyetçilik yapılması ilme uygun olur mu?

**KAYNAKÇA**

**Sezen, Yümni. Kültür ve Din Türk İslam Örneği. İZ yayınları. 2015**

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.