En değerli eserler, en güzel şiirler, en etkileyici kitaplar… En olan ne varsa hepsi düşünmekten zuhur eder.
Yahya Kemal Beyatlı Rindlerin Ölümü şiirinde bir kelime için yirmi beş yıl şiirini bekletmiş. Daha doğrusu yirmi beş yıl doğru kelimeyi bulmak için düşünmüş. Bir ömrün dörtte biri diyebileceğimiz bu zamanda niye bu kadar düşünmüş ki diyenleriniz olacaktır belki. Bir eseri kalıcı yapan üzerinde muhakeme edilen zamandır, verilen emektir çünkü. Bir eser ortaya çıkarmak için: Bir süre kendisiyle âdeta bir savaş içinde olur müessir. Düşünceleriyle savaşır. Zaman zaman uykuları bile kaçar. En değerli vakitlerini bir düşünceye harcayabilir. Ama bu onun için ağır bir yükümlülükten ziyade yeni ufukların açılmasıdır zihninde. Düşündükçe tekâmülledir. Tekâmül ettikçe kendini bulur müessir. İşte kendi hayatımızın müessirleri bizler düşüncelerimizle var oluruz. Düşüncelerimizle hayatımızı sanata çeviririz.
Peki bu kadar önemli olan bu düşünce dediğimiz şey nedir?
Sözlüğü açıp baktığımızda farklı tanımlar buluruz elbette ama her tanımın ana fikri aynıdır. Örnek olarak bir tanım verecek olursak: Düşünce kelimesinin eş anlamlısı fikir sözcüğüdür. Düşünme sonucu ulaşılan düşünmenin ürünü olan sonuca düşünce denmektedir.
Dış evrenin kişisel zihne yansıması da bir diğer bilimsel düşünce tanımıdır. Dünya modellerinin var oluşuna izin veren, etkin bir şekilde onların planlarına, amaçlarına, arzularına ve sonlarına bağlı olan uğraşa düşünce denir. Görüldüğü gibi düşünce farklı şekillerde tanımlanabilmektedir.
Düşüncenin oluşumundan bahsedecek olursak; bu evrende insan düşünebilen tek varlıktır. Bunu, tanıma, kavrama ve anlamlandırma şeklinde belli aşamaları aşarak gerçekleştirir. İnsanın yaşamını sürdürebilmesi için tüm bu aşamaları kullanarak doğanın sırlarını çözmesi ve parçası olduğu dünyada anlamlı yaşam geçirmesi için de kendini tanıması gerekmektedir. Bunların bilgisi de doğuştan değil merak ettiği bilgiyi aklını kullanarak düşünmesi sayesinde gerçekleşmektedir. Bütün bunlara binaen düşüncenin oluşumunun temelinde anlama ve anlamlandırma çabasından doğan merak duygusu vardır.
Düşünmek eylemini gerçekleştiren insan, bu eylemi bir ‘şey’ hakkında yapmak durumundadır; çünkü nesnesiz, konusuz bir düşünce mümkün değildir. “Ağaca tırmanan pembe bir fil düşünün.” dendiği zaman zihin, bu sözcüklerin bellekte çağrıştırdığı imgeleri peş peşe dizer ve bir canlandırma oluşturur. Filin yavru mu yoksa yetişkin mi olduğu, renginin pembe oluşunun mümkün olup olmayacağı ya da bir filin ağaca tırmanıp tırmanamayacağı düşüncesi kişilerin kendi yaşam tecrübelerine, kavram bilgilerine, hayal dünyalarına binaen değişebilecektir. Kişi var olan bilgilerini yeni bilgilerle birleştirerek ve çözümlemeler yaparak sürekli yeni düşünceler üretir. Bu düşüncelerin sonucunda insan kendini bulur, anlamlandırır ve mantıklı bulduğu bir yolda düşünce sistemini oluşturmaya devam eder. Oluşan bu düşünce sistemi ile hayatımız anlamlaşır ve yaşamımızı, yaşama amacımızı kendi oluşturduğumuz bu düşünce sistemi ile idame ettiririz. Bundan dolayı nasıl bir hayat istiyorsak düşüncelerimiz o yönde olmalı. Mevlana’nın “Düşüncen konuşmana, konuşman hareketine, hareketin kaderine yansır. Güzel düşün, güzel yaşa!” sözü de bize düşüncenin yaşamımıza önemli bir etkisi olduğunu çok güzel bir şekilde anlatıyor aslında.
Peki düşünmek bu kadar etkiliyorken hayatımızı, ne kadar düşünüyoruz?
Kendi özgür irademizle belirlediğimiz hedeflere değil de itilerek yönlendirildiklerimize doğru zoraki ve belki de bilinçsizce sürüklenişin acaba kaçımız farkındayız? Kaçımız zihnî esaretimizi hissedebiliyor? Kaçımız akıllarımızın tutsaklığının farkında? Ne olmak istiyorsun sorusunun ağırlığının hangi çocuk farkında? Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın ifadesinden insanoğlunun en verimli yaş dönemini ergenlik adı altında patolojik bir çağa dönüştürüp hiçbir şey olamayan çocuklarımızın, hayata hazırlanırken hayatı ıskaladıklarının kaçımız farkında? Ne olmak istiyorsun sorusuna neden hiçbir çocuk var olan kalıpların dışına çıkıp mesela “çiftçi olmak istiyorum” diyemiyor ya da neden hiçbir ebeveynin zihninde çocuğunun insanoğlu için faydalı ama popüler olmayan işlere dair -mesela zehirsiz tarım yapacak çalışkan bir çiftçi olmasına dair- bir düşünce yeşermez?[1]
Çocukları öğrenmeye ya da yaratıcı düşünmeye davet etmeyen fakat bunun yerine onları baskılayıcı ve kısıtlayıcı bir şekilde gün boyu tıkadıkları okul adı altında bir “hapishanede” ne kadar düşünebilir, neyi hayal edebilir ki? Hayal dünyası çok geniş olan çocuklar okula başladığı anda hayallerinin küçülmesi ve eğitimini sürdürdükçe tek gayesi sınıfı geçmek olan çocuklar bu hayallerini nasıl büyütüp geliştirebilir ki? Bir yerde çocuğu disipline sokmaya çalışan okul, bir yandan hayat enerjisini düşüren bir eğitim öğretim düzeni. Ve bu eğitim öğretim düzeni üniversitede dahil sürerken… Ne araştırmaya ne de düşünmeye teşvik etmeyen sürekli bilgi vermeye çalışan yoğun bir müfredat koyarak ezberci bir eğitim sistemi koyarak çocuklukta ve gençlikte de onu tutsak ediyor, tüm zamanını kalıplaşmış bilgilerini ezberlemeye çalışarak harcıyor. Günde ortalama dört yüz soru soran çocuk üniversiteye geldiğinde tek bir soru soruyor. “Sınavda ne çıkacak?” Gerçekten içler acısı bir durum…
Düşüncemizi körelten asıl kaynak, aldığımız bu eğitim mi tabii tartışılabilir.
Belki düşünmek, sorgulamak istemiyoruz bize sunulan yaşamı kabul edip iyi veya kötü hiç bozmadan yaşayıp öylece bu dünyadan göçmek istiyoruz. Onca nesil öncesinden gelen bilgileri, kurulan düzeni doğru kabul ediyor ve doğrusu bu mu diye düşünmek bile aklımıza gelmiyor. Çünkü böylesi en kolay ve en risksiz davranıştır. “Sadece kabul et, aykırı olma ve yaşamına devam et” mantığı ile bulunduğun yerdeki yanlış bir inanışı ve töre uygulanışını değiştirecek bir fikir dahi ortaya atmak için çabalamıyoruz. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın misali bir mantık bizi bir süre götürür tabii.
Belki paranın kölesi olmuşuz para peşinde koşarken durup faydalı olanı düşünmüyor, sadece hırsımıza ayak uyduruyoruz.
Belki düşünmek yerine inanmaya dayalı yaşam kültürü içindeyizdir.
Belki başkaları bizim yerimize düşünüyordur.
Okuyanlarınız varsa tıpkı Jose Saramago tarafından yazılan Körlük kitabında anlattığı gibiyiz. Hepimiz kör olmuşuz ve çevremizde olan bütün yanlışları, çirkinlikleri artık göremiyoruz o yüzden düzeltecek bir şeylerin olduğunu fark etmiyoruz. İçimizde kör olmayanlar olsa da görmezden geliyor.
Size satırlarca bunun gibi belkiler sıralayabilirim. Hepsinin sonucu aynı: Düşünmüyoruz! Günün telaşesine kapılıp yarın ne olacağını, başımıza ne geleceğini düşünmüyoruz. Şu anki yaşam koşullarımızın ne derece iyi olduğunu düşünmüyoruz. Bu kurulu dünya düzeni içinde biz kimiz, neredeyiz, nereye gidiyoruz? diye düşünmüyoruz.
Oysa bizim fıtratımızda var olan en önemli insani özelliğimizi Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de akledin diye defalarca bildirmiştir. Fakat birçoğumuz yüzyıllardır süregelen bilgiler ve kurallar ışığında yaşamaya ısrarla devam ediyoruz. Ne kadarı doğru ne kadarı yanlış bakmadan sorgulamadan benimseyip bunu bir sonraki nesillere aşılıyoruz.
Artık zihnimizi esir eden bu zincirleri kırıp, yeni ufuklara yelken açmamız gerekiyor. Eğer zihnimiz bu esaretten kurtulmazsa bir süre sonra zihinlerimizle birlikte yaşadığımız coğrafya, yaşadığımız toplum, yaşadığımız ev, ailemiz ve daha niceleri esir edilecek. Ve biz farkında olmadan yavaş yavaş bir örümcek ağı gibi etrafımız sarılacak. Bunun sonucunda artık başkalarının düşüncesi ile yaşayan bir varlık olacağız…
Bütün bunların olmaması için önce kendi varlığımızı sonra Türk varlığını korumalıyız. Bir insan olarak değerlerimizi (sevgi, saygı, merhamet, adalet vb. değerleri) koruyarak toplumsal yapıyı güçlendirmeli, iç huzuru sağlamalıyız. İç huzuru sağlanmış bir toplum kolay kolay yok olmaz. Ve topluma bağlılığımız artar. Toplumuna bağlı insan milletine bağlı olur ve derin bir sevgi besler. Milletini ve değerlerini muhafaza eder. Tarihini, kültürünü, dinini, dilini iyi bilir ve bozguna uğratacak durumları engeller. Bunların bilincinde olan bir insan kendi milletti için fayda sağlayacak en ideal yaşam koşullarını sağlamak için sürekli fikirler üretir düşünür ve o yönde hareket eder.
[1] Özen, Yener. Değerler Felsefesi Açısından İrade ve Bileşenleri (Özgür Bir İrademiz Var Mı?). Karadeniz Sosyal Bilimler Dergisi 9. 2013.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.