Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan;
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan…
(Ziya Gökalp)
Turan, lugatte; (ﺗﻮﺭﺍﻥ) i. (Fars. Tūrān) Eski İranlılar’ca Türkler’in Orta Asya’daki en eski yurtlarına verilen isim olarak geçer. Turancılık ise; i. Bütün Türkler’i tek vatanda, tek bir bayrak altında toplama amacını güden akım, panturanizm.
Biz Türk milliyetçileri, milliyetçi olmakla birlikte, Turancıyızıdır da. Manasından da anlaşılıyor ki milliyetçiliğini yaptığımız milletin bir bütün halinde olması Turan’ı bize açıklıyor. İstiklal şairimiz Akif’in de dediği gibi “Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”
Biz de gayet tabii bir şekilde milletimizin bir ve bütün olmasını istiyoruz. Fakat Turan ve Turancılıkın manası böyleyken hareketimizin içinde bir dönüm noktası olan 1944 Irkçılık-Turancılık davaları ise taaccüp edilesi bir durumdur. Demek ki bu kavramlar yanlış anlaşılmış, kimi zaman da içi boşaltılmıştır. Öyleyse bu kavramların muhayyilemizdeki yerini netleştirelim.
Millet
Turan’dan ve Turan ülkesinin hala hayal olup olmadığından bahis açmadan önce, Türk milleti dediğimiz zaman kafamızda oluşan tasavvurdan söz açmalıyız ki daha sonra diyeceklerimiz daha net anlaşılsın. Öncelikle Türk milleti dediğimiz zaman salt ırkî bir mensubiyetten bahsetmiyoruz. Biz Türk milleti dediğimiz zaman; tarihi, ülküsü, dili, dini ve dahi kültürü bir olan Altaylar’dan Tuna’ya yahut Adriyatik’ten Çin Seddi’ne diye ifade ettiğimiz coğrafyada yaşayan görklü Türk milletini ifade etmiş oluyoruz.
İbrahim Kafesoğlu Hoca’dan aktarımla millet tanımını biraz daha açalım: “Sosyoloji ilmince tesbit edilen ve milliyetçiliğin tamamıyla benimsediği gerçek millet tarifi ise şöyledir: Millet, topluluk bütününün tamamlılık ve âhengini sağlayan, orijinal müesseselerini yaratan ve yaşatan duygu ve kültür birliğinin kaynağı millî kültür unsurları bakımından, fertleri arasında iştirak bulunan bir sosyal birliktir. Bu tarifte ilk göze çarpan özellik, dilde birlik, tarihte, fikirde, âhlakta, kısaca mânevî değerler şuurunda iştirak şartıdır. Bu ilmî tarife göre, millet mefhumu siyasî hudutlar benzerleri nevinden sun’î engeller tanımaz; dünyanın neresinde olursa olsun aynı dili konuşan, aynı kültüre bağlı kalmış, fikir ve mâneviyatta bir olan insanların hepsi aynı milletin fertleri kabûl edilir.”
Binlerce yıldır aynı ülküyle yoğrulduğumuz insanlar bu saydığımız birçok mensubiyetle özellikle kültür birbirine bağlı şuurlu bir topluluk olarak milleti oluşturuyorlar.
Vatan
Vatan dediğimizdeyse sadece üzerinde yaşadığımız dağlar, ovalar ve nehirlerden oluşan bir toprak parçasından bahsetmiyoruz elbette. Şair vatanı tanımlarken “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” diyor. Vatan dediğimiz zaman ona bir kutsallık atfediyoruz. Kelimeler de insanlar gibi içerisinde canlı bir hafıza taşır. Vatan dediğimiz zamanda şüheda kanıyla yıkanmış, nice atalarımızın altında yattığı o kutlu, mübarek topraktan bahsetmiş oluyoruz. Erol Güngör vatan bahsinde şöyle diyor: “İsterseniz Türk’ün vatan anlayışı için şöyle pratik bir formül bulabiliriz: Nerede evliya kabri varsa orası Türk toprağıdır. Evliyası olmayan yerde Türk de yok demektir. Eğer olsaydı mutlaka içlerinden ya bir şehit ya bir ulu kişi çıkardı ve halkın gönüllerini kendi kabri üstünde birleştirirdi. Zaten manevî kudretiyle halkı koruyacak birinin bulunmadığı yerde Türk nasıl yaşar?” Mezarlıkları vatanın tapusu biliriz ve Türk’ün mezarı nerdeyse tabiatıyla vatan biliriz orayı… Böylelikle vatanın altında yatan o derin anlamın bizim zihnimizde çok geniş bir yer tuttuğunu görüyor ve bu sınırın alabildiğince geniş olduğunu anlıyoruz.
Vatanı namusumuz bilir ona göre korur, gözümüzden sakınırız. Vatan derken içi boşaltılmış salt bir vatan-millet-Sakarya edebiyatından bahsetmiyoruz… Biz vatan dediğimiz zaman kahraman Türk kadını Nene Hatun’u hatırlarız. Ne diyordu Nenem Hatun: “Bebem anasız büyür de vatansız büyüyemez.” İşte vatan bizim için böyle bir kutsallık ifade eder. Türk felsefesinde yatan o derin anlam Oğuz Kağan Destanı’nda, “güneş bayrak, gök çadır” olarak karşımıza çıkar. Nihayetinde gönül coğrafyamızda Türk’ün olduğu her yer vatandır, kutsaldır…
Bütün bunların yanında vatan ve milletle alakalı birtakım teoriler halkımızın zihin dünyasını bulandırmıştır. Türklerin 1071’de Malazgirtle birlikte Anadolu’ya geldiklerinde yeni bir millet olarak doğduklarını ortaya atan “Anadolucu” bir grup, yalnız Anadolu Türklüğünü önemser ve haricinde Türk kabul etmez. İslam öncesi Türk varlığını ya kabul etmez yahut farklı bir millet olarak yahut kabile hayatı olarak yorumlarlar… Anadolu harici Türk yoktur çünkü İslam harici bir Türk düşünülemez anlayışını savunurlar. Halbuki sosyoloji ilminin konusu olan millet gerçeğini tanımlarken milleti oluşturan unsurların yalnız “din” unsuru olmadığını söylemiştik. Bu iddiayı atanlar ya cahilliklerinden yahut siyasi-ideolojik birtakım saiklerden mütevellit bu iddialarla toplumdaki “dinî inancı” kullanarak kavramı anlamından saptırmaktadırlar. Bu ve bu gibi birtakım teoriler memleketimizin dışında bir Türk var mı sorusunu zihnimizden maalesef alaşağı etmiştir. Peki gerçekten Dış Türkler var mı? Varsa bunlar kim? Bizim Dış Türklerle bir ilişiğimiz olmalı mı? Buyrun inceleyelim…
Dış Türkler
80 öncesinde bittabii ilk defa Ülkücü Hareket tarafından “Dış Türkler”in varlığından söz edildiğinde insanların kafasında herhangi bir şey canlanmıyordu. Çünkü imkanlar kısıtlı, bilgi kısırdı. Bunun yanında Anadolu Türklüğü gibi bir anlayış hakimdi. Türkiye’nin dışında bir Türk var mıydı? Bu o zaman için bir ütopya olarak görülüyordu belki de. Türk milliyetçiliği fikrini memleket evladına öğretip aksiyoner hale getiren hareketin uluğ lideri Başbuğ Alparslan Türkeş, milletinin sınırlarını ve diğer memleketlerdeki kardeşlerimizi de memleket evladına öğretmişti.
Şimdi Başbuğ’un Dokuz Işık Doktrini’nden alıntılarla Türk Birliği ve Dış Türkler meselesine bakışını aktaracağım: “Türk milliyetçileri sadece Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan Türklerle mi ilgilenecektir? Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Türklerle ve bunlara karşı tutumumuz ne olmalıdır? Bu sorulara verilecek cevap şudur: Türk milliyetçiliği, dünya üzerinde nerede Türk varsa onlarla ilgilidir. Onlara karşı derin bir sevgi ve ilgiyle doludur. Dünyanın neresinde Türk varsa bu Türklerin iyi durumda olmaları, bu Türklerin yükselmeleri, korunmaları, kendilerine mümkün olan her çeşit yardım ve desteğin sağlanması Türk milliyetçiliğinin şaşmaz düsturudur. Ancak Türk milliyetçiliği Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında dışında bulunan Türklerle ilgisinde ve münasebetlerinde, bu ilgi ve münasebetlerin Türkiye Cumhuriyeti’ni tehlikeye sokmayacak, Türkiye Cumhuriyeti’ne zarar vermeyecek şekilde yürütülmesi prensibini esas alır. Yurdumuzda iç politika mücadeleleri, politika menfaatleri dolayısıyla Türk milletinin yüksek davaları çiğnenmiştir; zarara sokulmuştur. Türkiye’de Turancılık görüşleri hakkında yalan yanlış iddialar ortaya atılmış ve Turancılık düşüncesi, Turancılık fikri kötü, zararlı bir düşünce olarak Türk milletine tanıtılma yoluna gidilmiştir. Yunanlılar için Enosis neyse, Ruslar için Panslavizm neyse, Almanlar için, Alman Birliği neyse, Araplar için Arap Birliği neyse, İranlılar için Panaryanizm neyse, Türkler için de Turancılık odur.”
Başbuğ’un “Turancılık” siyaseti bir “hayal”den ibaret değildi. Şimdiki aktaracağım alıntıda Başbuğ, meselenin hukukî realitesini de aktarıyor…
Türk adını taşıyan herkes bizim sevgi ve ilgimizin çerçevesi içindedir. Bundan vazgeçemeyiz. Bu her milletin tabii hakkı olduğu gibi Türk milletinin de tabii hakkıdır. Bugünün Birleşmiş Milletler Anayasası, yeryüzünde yaşayan her millete “kendi mukadderatına hâkim olma”(self determination) dedikleri prensibi kutsal bir prensip olarak ilân etmiştir. Bugün Afrika’da yaşayan ve bugüne kadar hiçbir bağımsız devlet kuramamış olan Zencilere dahi, bu hak kutsal bir hak olarak tanınır ve bunların her biri, yabancı boyunduruğundan ve sömürgecilerin elinden kurtulup bağımsızlığını alırken, başkalarının boyunduruğu altında tutsak bulunan Türklerin tutsaklıktan kurtulmasını istemek, dilemek, bunun için iyi niyetler taşımak, Türk olan herkes için en tabii ve kutsal bir haktır. Fakat biz ülkücülüğümüzde daima gerçekçi olmayı ve girişilecek faaliyetlerde Türkiye’yi hiçbir zaman tehlikelere, risklere, maceralara sürüklemeyecek bir yol üzerinde bulunmayı esas kabul ederiz. Ülkücülüğümüz bir macera fikri değildir. Ülkücülüğümüz, Türk milletinin en kısa yoldan, en kısa zamanda modern uygarlığın en üst kademesine yükseltilmesi, müreffeh, mutlu bir hayata erdirilmesi, kendi gücüyle ayakta durabilecek bir hâle getirilmesi ve her çeşit korkudan, baskıdan uzak olarak, hür, müstakil yaşaması ülküsüdür. Bu ülkücü aynı zamanda Türk olan herkese karşı ilgi ve sevgi göstermeyi, onlara yardım eli uzatmayı gerektirir.
Burada bir ayrıntı görüyoruz: “Ancak Türk milliyetçiliği Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında dışında bulunan Türklerle ilgisinde ve münasebetlerinde, bu ilgi ve münasebetlerin Türkiye Cumhuriyeti’ni tehlikeye sokmayacak, Türkiye Cumhuriyeti’ne zarar vermeyecek şekilde yürütülmesi prensibini esas alır.” Peki Başbuğ burada ne demek istiyor? Yani biz şimdi başımıza bir şey gelecek diye Turancılıktan vaz mı geçeceğiz diye bir eleştiri gelebilir. Elbette ki bu böyle değil. Burada gerçekçi bir politik bakış görüyoruz. Turan coğrafyası için birbiriyle en çok kaynaşmış ve önder olan devlet Türkiye Cumhuriyeti’dir. Yani birleşmemizde öncülük edecek o kıvılcım Anadolu coğrafyasından çıkmak zorunda… Başbuğ’un bir konuşmasında söylediği gibi: “Türkiye ve Türk milletinin karakteri içeriden ve dışarıdan çok iyi kıymetlendirilmelidir. Kore yaylasından kopan bir fırtına kendi sahillerinde söner. Vietnam’dan kopan bir fırtına ancak kendi sahillerini yalar; Himalayalar’dan kopan bir fırtına dahi Hint Okyanusu’nda kırılabilir. Fakat Anadolu yaylasından kopan bir fırtına bütün dünyayı tesir altına alabilir. Bunun böyle bilinmesi ve değerlendirilmesi gerek.” İşte bu yüzden uluslararası arenada elimizdeki en büyük güç olan devletimizi de kaybedersek işte o zaman Turan uzak bir hayal olabilir… Bu manada büyük Türkiye’yi ve Turan’ı iyi anlamak lazımdır.
Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de Dış Türkler hakkındaki ileri görüşünü aktaralım: “Bugün Sovyet Rusya dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var! Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı Devleti gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir! Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından sıyrılabilir. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir! İşte o zaman Türkiye, ne yapacağını bilmelidir! Bizim bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız! Hazır olmak, yalnız o günü susup beklemek değildir; hazırlanmak lâzımdır. Milletler buna nasıl hazırlanırlar? Mânevî köprülerini sağlam tutarak! Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, târih bir köprüdür! Bugün biz, bu insanlardan dil bakımından, gelenek, görenek, târih bakımından ayrılmış; çok uzağa düşmüşüz! Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesâbını yapmakta fayda yoktur! Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; bizim, onlara yaklaşmamız gerekli. Târih bağı kurmamız lâzım. Folklor bağı kurmamız lâzım. Dil bağı kurmamız lâzım. Bunları kim yapacak? Elbette biz. Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz, dil encümenleri, târih encümenleri kuruluyor. Dilimizi, onların diline yaklaştırmaya; târihimizi, ortak payda hâline getirmeye çalışıyoruz. Böylece birbirimizi daha kolay anlar hâle geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda, tıpkı bir vücut gibi kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi ortak bir târih öğretimiz de olması gerekli. Ortak bir mâzîmiz var. Bu mâziyi, bilincimize taşımamız lâzım. Bu sebeple okullarda okuttuğumuz târihi Orta Asya’dan başlattık! Bizim çocuklarımız, orada yaşayanları bilmelidirler. Orada yaşayanlar da bizi bilmeli. İşte bunu sağlamak için de Türkiyat Enstitüsünü kurduk. Kültürlerimizi bütünleştirmeye çalışıyoruz! Ama bunlar, açıktan yapılmaz! Adı konarak yapılacak işlerden değildir. Yanlış anlaşılabildiği gibi savaşlara da sebep olabilir. Bunlar, devletlerin ve milletlerin derin düşünceleridir. İşitiyorum, benim dil ve târih ile uğraştığımı gören kısa düşünceli bazı vatandaşlarımız, ‘Paşa’nın işi yok! Dil ile târih ile uğraşmaya başladı.’ diyorlarmış. Yağma yok! Benim işim başımdan aşkın. Ben bugün çağdaş bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini de atmaya o kadar dikkat ediyorum. Bu yaptıklarımız, hiçbir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız! Ama durmadan değişen dünyâda, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız”. (29 Ekim 1933)
Cumhuriyetin 10. yıl kutlamasında Atatürk, SSCB’nin de yıkılabileceğini ve bizim moskofun elinin altında inleyen aziz milletdaşlarımızın bu durumda bağımsız kaldığı zaman nasıl bir yol izlememiz gerektiğini söylüyor. Fakat vefatından sonra İnönü hükümeti Sovyet yanlısı bir politika izliyor ve maalesef 1944 Türkçülük-Turancılık olayları dediğimiz o elim olay yaşanıyor. O vakit tabutluğa girip çıksak da bizim ilmi hakikat olarak vurguladığımız gerçek adeta bir kader gibi günümüze kadar gelen o döneme nispeten olumlu bir sürece tabi oluyor.
Başbuğ Sovyetlerin dağılacağını söyledi ve gördü. Sonrasında ise Bağımsız Türk Devletlerinin yöneticilerine hemen Atatürk’ün buyruğu olan birliği gerçekleştirmek için mektup yazdı. Başbuğ bu mektubunda “Türk Devlet Başkanları Daimi Konseyi”, “Türk Ekonomik İşbirliği Konseyi” ve “Türk Dünyası İlimler Akademisi” gibi kuruluşların oluşturulması yönünde talepte bulunmuştur.
Zamanında alay edilen, horlanan bu düşünce tarihi bir hakikat olarak horlayanların da karşısına apaçık çıkagelmiştir.
Bugün Geldiğimiz Yer
Başbuğ’un mektubunda yazdığı oluşumlardan daha fazlası farklı isimlerle kurulmuş. Türk Dünyası ile kültürel, siyasî, ekonomik bağlar ziyadesiyle kuvvetlenmeye başlamış, -istenilen seviyede olmasa da- nihayetinde Türk Devletleri Teşkilatı kurulmuştur.
O dönemde işgal altında olan Karabağ çok şükür Türkiye’nin büyük desteğiyle tekrar bağımsız olmuş, Türk’ün devleti Azerbaycan’a katılmıştır.
Karabağ örneğinde olduğu gibi başta Misak-ı Milli olmak üzere diğer stratejik mevzilerimiz hakkındaki konularda da diretmeye devam edersek, bugün sonuç aldığımız gibi Allah’ın izniyle güçlenerek uluslararası arenada diğer mühim mevzi ve mevzular için de bu başarıyı gösterebiliriz.
Pekâlâ bugünkü gelişmeler bizim zihnimizdeki tasavvura göre teşekkül etmese de tarihin milletler mücadelesi olduğunu tüm dünyaya ve siyasilere apaçık göstermiştir. Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur. Bunun için yapılacak hamleler “Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından” olmalıdır.
Devlet nezdinde birtakım gelişmeler devam ederken peki bizler o kutlu Turan ülkesi için ne yapabiliriz?
Öncelikle bilgi sahibi olmadan Turan için söylediğimiz yahut yaptığımız her şeyin içi boş kalır. Bu yüzden Turan coğrafyası öğrenilmeli ve Dış Türkler hakkında azami bilgi ve ilgi sahibi olmalıyız.
Memleketimize Türk dünyasının çeşitli yerlerinden okumaya gelmiş milletdaşlarımızla tanışmalı ve aradamızdaki kültürel bağları sıklaştırmalı, aşinalığı artırmalıyız. Bunun yanında farklılıkları en aza indirmeye çalışmalı birlik ve bütünlüğü artırmalıyız.
Ulusal ve uluslarası matbuat aleminde Türk dünyası ve Esir Türklerin durumu hakkında çalışmalar yapmalı ve sık sık kamuoyu oluşturmalıyız.
Bunların yanında bireysel yahut teşkilatlı birçok çalışma yapılabilir, İnşallah yapılacaktır da. Merhum Ozan Arif’in sözleriyle bu bahsi noktalayalım:
Bundan böyle doğan bebek, açan çiçekler
Turan adlı bir ülkede büyüyecekler
Kızılelma ve Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi
Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi kitabında Kızılelma’yı Osman Turan Hoca şöyle açıklıyor: “Ayasofya’nın önünde dikili bir sütun üzerinde, at üstünde bulunan Justinianus [(Doğu) Roma İmparatoru Jüstinyen] heykelinin elinde kızıl bir küre olup, Türk Kızılelması ve cihân hâkimiyetinin hedefi idi. XIII. asır İslâm coğrafyacılarına göre bu heykelin sağ eli havada olup halkı İstanbul’a davet eden bir mânâya delâlet eder. Sol elinde de madenî bir küre bulunmakta ve bu da düşmanın şehri istilâsına engel bir tılsım telâkki olunmakta idi. Hıristiyan kaynaklarına göre at üzerinde canlı gibi duran Justinianus’un heykelinin elinde altından büyük bir elma olup sağ eliyle de Kudüs’ü ve İslâmları göstermektedir. Bu küre imparatorun dünyayı elinde tuttuğuna delâlet ediyor ve “Cihân hâkimiyeti” tılsımının yazılarını taşıyordu. Hıristiyan seyyahlarına göre bu altın kızıl küre Bizans imparatorluğuna uğur getiriyordu. Nitekim XIV üncü asırda heykelin ve kürenin (Kızıl-elmanın) düşmesi birçok ülkelerin kaybına, yâni Türkler tarafından fethine ve imparatorluğun sükutuna bir işaret sayılmıştı. İşte Bizansın devamı için uğurlu bir tılsım sayılan bu küre Türklerin Kızıl elması olup ona sahip olmak veya İstanbul’u almak emeli Türk cihân hâkimiyeti mefkûresinin bir sembolü olmuştu.”
Kızılelma bu rivayet harici, padişahın ayağını bastığı her yer, Türk’ün hedef noktası gibi manalarda kullanılmıştır. Osmanlı’nın çöküşü sırasında ise Ziya Gökalp, Türklerin Turan adlı ülkede buluşmasını Kızılelma ile ifade etmiştir. Yani dağılan devletin yerine Turan ülkesinin kurulma ülküsü…
Fatih Sultan Mehmet vakfiyesinde büyük cihadı şöyle ifade etmiştir:
Hüner bir şehr bünyad etmektir,
Reâyâ kalbin âbâd etmektir.
Yani aslında o Kızılelma gönülleri fethetme ve Türk’ün Allah’ın adaletini hâkim kılma ülküsüdür.
Bizler ülkemizin jeopolitik ve jeostratejik konumunu iyi mütalaa eder ve yakından uzağa prensibiyle önce kendi devletimiz içinde kaynaşarak sonrasında Dış Türklerle kültür birliği oluşturursak, nihayetinde cihan hakimiyeti mefkûremize giden yolda ilerlemek tabiatıyla mümkündür. İnancımız tamdır. Sefer bizden, zafer Çalap Teala’dan…
Yazımızı fikrimizin ideoloğu Ziya Gökalp’in Kızıl Elma şiirindeki o niyazı ile bitirelim:
Ey Tanrı icabet kıl bu duaya:
Bizi de kavuştur Kızılelma’ya!
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.