Bugün kutsal Turan topraklarında hürriyeti işgal edilmiş birçok Türk yurdu var. Hepsinin karşısındaki düşmanlar güçlü ve hepsinin mücadelesi zorlu bir mücadeledir. Bu yazıda; unutulmuş(!) Türk yurdu Güney Türkistan’ın, coğrafî ve siyasî konumundan, tarihinden ve bugünkü sorunları hakkında kısaca bahsederek nasıl kurtuluş için nasıl bir yol izlemesi gerektiği ile ilgili bazı yorumlarda bulunacağız.
Afganistan’ın kuzeyinde yer alan Güney Türkistan, yüzyıldan beri her ne kadar esaret altında değilmiş gibi gösterilmeye çalışıldı ise de çeşitli planlar ve farklı uygulamalara maruz kalıp işgalden kurtulamamıştır. Farklı Türk boylarından, 15-20 milyonluk[1] bir nüfusa sahip olan bu kadim Türk yurdu bugün birçok kişi ve toplum tarafından bilinmemekte, hatta planlı bir şekilde Afganîleştirilmeye çalışılmaktadır.
Kuzeyden Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan, Doğudan Çin (Doğu Türkistan), batıdan İran ve güneyden ise Afganistan ile sınırda olan Güney Türkistan, 11 ilden oluşmaktadır. Kesin olmamakla beraber Güney Türkistan’ın yüzölçümü kaynaklarda 150.000 km² ve 200.000 km² arasında değişim göstermektedir.[2]
Türklerin bu topraklara ne zaman geldiğine dair henüz net bir bilgi olmamakla beraber, birçok tarihçi tarafından MÖ 5. yüzyılda geldiği söylenir. Hazara Türklerinin yaşadığı Bamyan vilayetindeki bazı Türk yapımı eserler ve Aybek şehrindeki kayalara oyulmuş resimler bu topraklara Türklerin gelişini çok eski bir tarihe dayandığının en net göstergesidir.
Herat, Belh, Gazne, Toharistan ve Cûzcân gibi vilayetleri tarih boyunca birçok Türk Devletinin başkenti olmuştur.
Bu topraklar, Ebû Bekir Ahmed el-Cûzcânî, Mevlânâ Celaleddin Mohammad Belhi-Rumi, Feyz Muhammed Kâtip Hazara ve Gulâm Muhammed Meymenegi gibi alimlerin yetiştiği topraklardır.
Güney Türkistan toprakları jeostratejik ve jeopolitik açıdan iyi bir konuma sahip olduğundan dolayı tarih boyunca büyük imparatorlukların ele geçirmek istediği bir coğrafyadır. Geçmişte ipek yolunun güzergâhında olduğundan, günümüzde ise batı ve onun düşmanlarının tam ortasında yer aldığından, Güney Türkistan’ın idaresini ele almak dünya devletlerinin her zaman arzusu olmuştur.
Daha önceki tarihlerde her zaman büyük imparatorlukların savaş meydanı olmuşsa da bir şekilde refahını sağlayabilmiştir fakat Cengiz Han’ın girmesi ile bölge harap edilip uzun bir süre refahını tam olarak kazanamamıştır. Ancak bölgedeki Moğol istilasından sonra yeniden bir Türk devleti kurulunca eski refahına kavuşmuştur. Yaklaşık yüzyıl boyunca merkezi Delhi olan Babür İmparatorluğuna bağlı kaldı ve ardından Afşar hanedanının bir eyaleti olarak tarihteki yerine devam etti. Nadirşah zamanında Afganların yaşadığı bölgenin valisi Ahmedşah Dürrani idi. Kendisi Afgan asıllı olan Ahmedşah, Nadirşah’ın güvendiği valilerden biri idi. Ancak Ahmedşah, Nadirşah’ın vefatından hemen sonra vakit kaybetmeden Afşar devletinin zaafı ve Nadirşah’tan kalan teçhizattan faydalanarak bağımsızlığını ilan edip bir Afganî devlet kurdu. Ahmedşah, etrafında olan diğer beyliklerin arasında en az nüfusa sahip olan Türkistan Eyaletini (Güney Türkistan) ilk hedefi yaptı ve defalarca saldırdıktan sonra orayı egemenliği altına aldı. Bu çok uzun sürmeden, Ahmedşah’ın oğlu Timurşah zamanında, oğulları kendi aralarında savaşa girince Güney Türkistan, bağımsızlığını ilan ederek tekrar Buhara Emirliğine (Aştarhan Hanedanı), onun bir eyaleti olarak girdi. Yeniden gücünü kazanmak ve Türk yurdu olarak kalmak için Buhara Emirliğine giren Güney Türkistan Eyaleti, daha kendini toparlayamamışken Rus-İngiliz saldırılarına maruz kaldı. Bu süreçte sürekli olarak Buhara ve Kâbil’in tartışma konusu olmuştur ve 1873 yılında, bölgedeki iki işgalci güç (Rusya ve İngiltere) arasında gerçekleşen bir anlaşma, Afganlar lehine çözülünce Güney Türkistan bugünkü Afganistan’ın sınırları içerisine yerleştirildi. Bölge halkı her ne kadar dirense de kuzeyden Rus ve güneyden İngiliz himayesinde olan Afganların baskısına dayanamayıp dağıldı. Bu süreç içerisinde Bedahşan, Tahhar (Toharistan) ve Kunduz vilayetleri Katağan adında ayrı bir eyalet kurup Güney Türkistan’dan ayrıldı. Bu ayrılma neticesinde Güney Türkistan az nüfus ve zayıf bir askerî güce sahip olan iki beylik haline geldi ve bu da bölgenin işgalini kolaylaştırdı. Böylece Afgan padişahı Abdurrahman Han ordusuyla beraber binlerce insanı öldürüp köyleri yakıp bölgeyi ele geçirdi. 19. yüzyılın sonlarında Abdurrahman Han tarafından bölgenin Afganîleştirilmesine yönelik bazı fermanlar verilmiştir. 20. yüzyılın başlarında Habibullah Han zamanına kadar birçok etnik Peştun (Afgan), gönüllü ya da zorla Güney Türkistan’a yerleştirilmeye devam etmiştir. Türklerin tarihine dair eserler neredeyse tamamen yok edilmiş, yapılan soykırımlar neticesinde bilim insanları öldürülmüş ve halkın başına geçip önderliğini yapabilecek tek bir komutan dahi sağ bırakılmamıştır. Bu uygulamalarla bölgenin dili, kültürü ve şuuru yok edilmeye çalışılmıştır ancak Türkler gerek çekirdek aile içinde gerekse sıkı akrabalık bağları sayesinde kendi dillerini, kültürlerini ve törelerini koruyabilmişlerdir.
İngiliz egemenliğinde olan Afganistan hükümeti, padişah ölünce aynı zamanda iki kardeşin padişahlık ilan etmesine şahit oldu. Afganlar tarafından en uygun görünen kişi olması sebebiyle, 1919 yılında Emanullah Han saltanatın başına geçti. Afganistan, Emanullah döneminde İngilizlerden istiklâlini aldı ancak İngilizler askeri olarak bölgeden uzaklaşsa bile siyasî olarak bugüne kadar o topraklarda izini sürdürmektedir. Emanullah döneminden Cumhuriyete kadar süren aşağı yukarı 70-80 yıllık tarihte, yine Türklerin o ülkedeki diğer vatandaşlar gibi devlete girmesine izin verilmemesi, siyasetçi veya kumandan yetiştirememesi görülmektedir. Davutşah zamanında kurulan cumhuriyet ise (1973), kısa bir süre içinde Sovyetlerin işgaline uğradı.
Cumhuriyetin getirdiği yeniliklerden biri, zorunlu askerlik sistemidir. Zorunlu askerlik sistemi neticesinde Türkler uzun zaman sonra ilk kez devlette yer almaya başladı. Yine devletin üst kademelerinde yer alamamakla beraber askere gidebiliyor ve belli başlı yerlerde görev alabiliyorlardı. Bu dönemde askere giden Türk gençleri arasında Abdürraşid Dostum isimli bir köylü Türk genci de vardır. Askerlikte gösterdiği kahramanlık ve korkusuzluğundan dolayı bir Rus generalinin dikkatini kendisine çekti. Afganların hükümette çok fazla yetkiye sahip olmadıkları, idare ve kararlar tamamen Sovyetlerin elinde olan bu dönemde Raşid Dostum’a Türklerden oluşacak bir birliğin başına geçmesi teklif edildi. Raşid Dostum ise birliğin kendi seçeceği askerlerden oluşması şartıyla kabul etti. Böylece yaklaşık 100 yıllık ezilme ve yok sayılma süreci ardından bir Türk askeri birliği kuruldu. Giderek sayısı artan Raşid Dostum askerleri, Sovyetlerin ülkede yenilgiye uğrayıp çekilmesinden itibaren (15 Şubat 1989) Afganistan çapında çıkan iç savaşlarda Türklerin lehine çok önemli bir rol ifade eder. Türklerin siyasete girmesi (Milliyetçi-İslami Hareket Partisi’nin kurulması), kısa sürelik olsa dahi Güney Türkistan bağımsızlığının ilan edilmesi vs. bu önemli eylemlerin örnekleridir. Bu tarihlerden sonra Türkleri kendilerine düşman gören sadece Afganlar olmamış, bölgede yaşayan diğer etnik gruplar da Türkleri kendilerine bir tehlike olarak görüp düşman bellemişlerdir.
Genel olarak çizilen bu tarihî çerçeve içerisinde, Güney Türkistan’daki Türk boyları aşağıda okuyacağınız misallerde de görüleceği üzere Türklük şuuru ve mücadele azmini bugüne kadar yaşatabilmişlerdir.
Güney Türkistan’da Özbek, Türkmen, Kazak, Kırgız, Uygur, Hazara, Oymak vs. Türk boyları yaşamaktadır. Halkın tamamının konuştuğu dil Türkçe olsa da lehçeleri farklı olduğu için ortak kullandıkları lehçe Özbek Türkçesidir. Güney Türkistan’da yaşayan Afganlar ve Tacikler dahil herkes, bu dili öğrenmeye bir şekilde mecbur kalmıştır.
Bütün Güney Türkistan halkını kapsamasa bile, oradaki insanların gönlü hâlâ Turan aşkı ile beslenir ve tek bir sesle; “Yaşasın Turan, Tanrıdır Türkü koruyan” şiarı söylenir.
Birçok evin duvarlarında ya Osmanlı’nın üç hilalli sancağı ya da Timur’un üç halkalı bayrağı asılıdır. Babaların ağzından Enver Paşa’nın Turan ülküsü, Resûl Pehlivan’ın korkusuzluğu ve Osman Batur’un yiğitlik hikayeleri dinlenir. Analar, vatan uğrunda biricik evlatlarını şehit verdiklerinde, gizli gizli kan ağlarken insanların arasına çıktığında “Uhud’dan hazreti Hamza gitmiş, buradan da benim oğlum onun yanına varmış. Asıl ben buna üzülüp ağlarsam oğlum rahatsız olur” diyebilecek imana sahiptirler. Gençler ay yıldızlı bayrağının dalgalanma hasretiyle ceketinin sol iç cebinde bayrağını taşır ve son nefesini verirken ona sarılır. Çocukların kafasındaki hayal İbn-i Sina gibi ilim adamı olmak, Ali Şir Nevâi gibi şair ve Gevher Şad Begüm gibi bir kadın olmaktır. O topraklardaki Türkler hâlâ bilinçli-bilinçsiz, alperenlik ruhuna sahip ve son nefeslerini verirken bile gülerek göğe bakıp “atalarımın yanına varma zamanı geldi sonunda” diye kelime-i şehadet getirir. Bütün bunlara rağmen henüz kurtuluşa kavuşturacak bir lider çıkabilmiş değildir.
Peki, yıllarca soykırıma uğrayan ve kültür emperyalizmine maruz kalan Türkler, fıtratı gereği asla savaşmaktan çekinmediği halde neden savaşlarda kazanamıyorlar? Her dönemde Afganistan hükümetinin kaderini belirleyen Türkler neden arzusunda oldukları devletin adımlarını atmakta zayıf kalıyorlar? Oğuz Kağan destanlarıyla büyüyen çocuklar neden atalarıyla övünmekle kalmayıp birer Kürşad olmayı başaramıyorlar? Maturidi-Hanefi mezhebini benimseyen Güney Türkistan halkı, neden bugün Taliban’ın Selefi uygulamalarına karşı çıkmakta olsalar dahi bir şey yapamıyorlar? Neden Mevlânâ gibi bilginlerin yetiştiği bu topraklarda yeniden bir Mevlânâ çıkmıyor?
Saymaya devam edersek bitmez bu sorular, sorunlar. Bunların cevabını hiç aradık mı? Bence aramadık. Bence, mücadele etmenin sadece silah alıp vatanı savunmaktan ibaret olduğunu düşündüğümüz için bu haldeyiz. Yıllarca süren bu davada, sadece kumandan ve asker yetiştirmek ile kalmayıp kılıç ile kuracağımız devleti sürdürebilecek bilim ve siyaseti iyi bilen bilginler de yetiştirseydik, şimdi çok daha farklı durumda olabilirdik. Çocuklarımıza Kürşad’ın savaş taktiğini anlattığımız gibi Mete Han’ın devlet aklını da aşılayabilseydik, bulunduğumuz vaziyet çok daha iyi olabilirdi. Tabi ki kılıç devlet kurmanın en kritik noktalarından biridir. Ancak bilmeliyiz ki bir devlet kılıç ile kurulur kalem ile yönetilir. Devleti asker kurar, siyasetçi devam ettirir.
Efendim! Biz bu davada çok kan döktük, nice erimizi genç yaşta kaybettik, nice Halime Sultan’ımız bu dava uğrunda birer Osman Gazi olabilecek evladını kaybetti. Nice babalarımız boğazında düğümlenen acıyı gözyaşlarına dönmemesi için bağrına taş bastı. Nice gencimiz sadece Türk olduğu için yargılanmadan hapse atıldı, suçsuz yere işkence edildi. Bugün kızların eğitim almasına izin verilmeyerek halkın eğitime olan sevdasını yitirmeye çalışıyorlar fakat ne var ki insanlar hâlâ ümidini kaybetmemiş. Bugün yaşlılar, biz yapamadıysak çocuklarımız yapacak, çocuklar ise babalarımız yapamamışsa biz yapacağız demektedirler ancak bu özgüven ve inanmışlığın bedeli çoğu zaman kanla ödenmiştir.
Anne, baba, çocuk ve yaşlı herkes bütün zorluklara ve zulümlere rağmen direnmekte ve geleceğe bir ümit ile bakmaktadırlar. Herkes aynı şeyi söyler: “Yakında özgürlüğümüzü alacağız.” Ama ne zaman olacağını kimse bilmez. Bizim her şeyden önce umuda ihtiyacımız vardır. Evet, ben de inanıyorum, yakında özgürlüğümüzü alacağız fakat bir şartla:
Çok çalışacağız ve asla rahat durmayacağız…
Bu yazı 2021 yılında vatan uğrunda şehit olan Atila Hüdayekul ve nice şehitlerimizin anısına yazılmıştır. Ruhları şâd olsun…
[1] https://sahipkiran.org/2019/05/02/guney-turkistanda-turk-varligi/ *sitede Hazarlar ve Oymaklar farklı bir millet olarak hesap edilmiştir, biz onları birleştirerek nüfus sayımı yaptık.
[2] Khangeldi, Aminullah Nail. Çelebi Dergisi. Dosya Konusu: Türk Bayrağı. Sayı:2. sf 177
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.