“Yeri, göğü, ins ü cinni yarattun,
Sen ey mimar başı eyvancı mısın?
Ayı, günü, çarhı, burcu var ettin,
Ey mekân sahibi rahşancı mısun?” (Azmî)

Toplumların; kutsallarını, keşfetmek ve sırrına ermek istedikleri her olguyu, simgeleştirerek millet tarihine renkli ve gizemli kapılar açan mitoloji; halk edebiyatının en merak edilen konularının başında gelir. Her mit türünün tarihî ve coğrafî ayrım alanı mevcuttur ve her toplumun mitleri, onun kültürünün ve tarihinin uzandığı yerlerle, alem tasavvuru içinde şekillenmiştir. Bu halde, tarih seyri içinde çok geniş topraklara erişmiş; pek çok yer görmüş Türk milletinin mitolojisi de şüphesiz geniş bir yelpazede incelenmektedir.

Türk mitolojisinin temelini oluşturan tabiat unsurları; yer, su, ateş kavramlarından biri de “gök” kavramıdır. Gök tasavvuru, kadim Türk milletince hep ulaşılması zor ve kutsal olanı barındıran bir düşünce yapısı içinde teşekkül etmiştir. Gök; erişilmezliği ve bünyesinde meydana getirdiği hava olayları ile kutsal kabul edilmiş ve alem nizamını sağlayan Tanrı’nın da bu yüzden en yüce olan yerde yani gökte olduğuna; yıldırım, kasırga, gök gürültüsü, şimşek gibi meteorolojik olaylarla kişilere mesajlar verdiğine inanılmıştır. Halktan yöneticilere kadar tüm fertler, göğe karşı saygı ve hürmet beslemiştir. Kağanlar, gök tarafından kutsandıklarına inanmışlar, nizam-ı alemi dünyada sağlamak için yere indirildiklerini kabul etmişlerdir. Bunun içindir ki, Göktürk ve Uygur kağanları “teñri teg teñride bolmış” {Tanrı gibi gökte olmuş} cümlesi ile kendilerini tanıtmıştır. Buna paralel olarak, yine Göktürk Anıtları’nda yer alan “üze kök teñri asra yagız yer kılıntukda ikin ara kişi oglı kılınmış kişi oglınta üze eçüm apam Bumın Kagan İstemi Kagan olurmış” {Üstte mavi gök (yüzü) altta (da) yağız yer oluştuğu zaman ikisinin arasında insanoğulları ortaya çıkmış. İnsanoğullarının üzerine (de) atalarım dedelerim Bumın Hakan ve İstemi Hakan (hükümdar olarak) tahta oturmuş.} ifâdeleri, Lügat divanında geçen: “Yüce Tanrı, Türk burçlarında doğurdu devlet güneşini; onların ülkeleri etrafında döndürdü göklerin çemberini, ve onlara ad verdi Türk diye; ülkelerin idaresini verdi mülk diye; zamanın hakanları yaptı onları…” cümleleri; tartışmasız olarak Türklerin, evrenin oluşumuna yönelik fikirlerinde hareket noktası olmuş; müthiş inanmışlıkla benimsedikleri kutun varlığına delil sayılmıştır. Tanrı’ya edilen dualar hep göğe yollanmış, eller yukarıya açılmış, ölen kişinin ruhu uçmağa varmış, kurbanlar hep göğe takdim edilmiştir. Hun Türklerinin, Hun-Çin savaşından önce gök ve yere and içmeleri; Çin hükümdarını yakaladıktan sonra onu göğe kurban edeceklerine söz vermeleri, bu ritüelleri somutlaştırmaktadır.

Eski Türklerde;  gök, ‘dünyanın direği’ olarak görülmüştür. Tıpkı, yaşadıkları çadırı ayakta tutan direk gibi gök de, dünyanın dengesini sağlar haldedir. Hatta bir Altay destanında, ‘göğün direği alınsa’ yani ‘kıyamet kopsa’ anlamı veren bir cümle geçmektedir. Bu cümlede de, evreni ayakta tutanın gök olduğu, göğün direği çöktüğünde her şeyin yok olacağı anlatılmıştır. Divan-ı Lügâti’t Türk’te geçen: “Yerin direkleri ve ağırlığı dağ iledir; insanların ağırlığı beğ iledir” atasözü, bize yer ve gök ilişkisi hakkında ipucu verirken; tıpkı gök gibi, yeri tutan bir dengenin de olduğunu bize bildiren güzel bir örnektir. İslamiyet sonrasında da bu benzetme, Peygamber Efendimiz’in, dinin direği olarak görülmesi ile yaşatılmıştır. Alevi toplumunda bu düşünceye Hz. Ali’de katılmıştır. Pir Sultan’ın Şah İsmail’den naklettiği şu alıntı, bu duruma güzel bir örnektir:

“Yaktıracağın bir çırağdır,

Yerden göğe bir direktir,

Bindireceğim bir buraktır,

Allah bir, Muhammed Ali.” (Ögel,1995)

Buradan hareketle, kültürün ve yaşam tarzının; düşünce dünyasını şekillendirdiğini zihnimizde güncellemiş oluyoruz.

Bahaeddin Ögel hocanın ifadesiyle, “büyük devlet inanışının simgesi” olan Göktürk Yazıtları’nda, her şeyin üzerinde gök kavramının yer aldığı görülmektedir. Destan dönemi, Geçiş dönemi ve İslamiyet Dönemi anlatılarında da bu durum aynen devam etmiştir. Yaratılış Destanı’nda, hiçbir şey yaratılmazdan evvel gök ve suyun var olduğu söylenmiş; Oğuz Kağan, gökten inen bir peri kızı ile evlenmiş ve bu kızdan olan oğullarına ‘Güneş, Ay, Yıldız’ adlarını vermiş; Göç Destanı’nda, gökten inen ilâhî ışığın içinden çocuklar bitmiş ve halka mutluluk, bereket getirmiştir. Cengiz Han’ın ataları olan ‘Gök – Kurt ve Güzel Geyik’ de kutsal olan gökten inmiştir. Satuk Buğra Han Destanı’nda Peygamber Efendimiz’in Buğra Han’ı, Miraç’a (arşa) çıktığında gördüğü ve salihlerden olduğunu haber aldığı rivayet edilmiştir. Geçiş döneminin dört incisinden biri olan Kutadgu Bilig’de; gök ve yıldızlar bahsi ayrı bir başlıkta incelenmiş ve ‘yedi kat feleğin gizemlerinin, yerde yatan çöp gibi ezberlenmesi’ gerekliliğini belirterek dört unsurun birliğini (Anâsır-ı erbaa), gök ve yerdeki nesnelerde gördüğünü belirtmiştir: “Yeşil göğü yarattı, yukarı kaldırdı; gün, ay, yıldızlarla suratını süsledi. Aşağısı gri yer ile yeşil sudan oluşmuş; yukarısı esici rüzgarla, ateşten oluşmuş.”

Görüldüğü gibi, Türk edebiyatı içerisinde de gök ve göğe ait her unsur – kimi zaman yer ile ele alınmıştır-  yüceleştirilmiştir. İslamiyet ile gök kelimesi “arş” tabirini almış, geçiş dönemi eserlerinde de bu isimlendirmede anılmıştır. Her ne kadar kelimenin telaffuzu ve yazımı değişse de, manası aynı kalmış ve kutsallığı vurgulanmıştır. Örneğin Kutadgu Bilig’de; “Yüce arştan, yere kadar; bu arştan, aşağıdaki yere kadar! Her şey Tanrı’ya muhtaçtır.” ifadesi bu duruma örnek verilebilir. (İslamiyet etkisi ile gök üzerine değişen tek düşünce; Tanrı’nın yalnız gökte değil, her an ve her yerde var olduğudur. Aynı zamanda, göğün katlarını ifade için söylenen “felek” tabiri de, İslamiyet ile kullanılmaya başlanmıştır.) Gök ve yer, zaman içinde ortak olarak anılmış, ayrılmaz bir bütün haline gelmiştir. – Eski İran mitolojisinde olduğu gibi –  yer ve gök iki ayrı alem gibi gözükmekten çıkmış, birlenmiştir. Yer-gök ilişkisi paralellikler üzerine inşa edilmiştir.

Yaratılış ve dünya tasavvurunda gök-yer-insan üçlüsü temel oluşturmaktadır. Bu üçlü düşünce, Türk mitolojisinin saç ayaklarıdır desek yanılmış olmayız. Türk mitolojisinde sıkça kullanılan diğer bir ifade de “acun”dur. Acun(âlem, kâinat), sonsuz uzayı ve dünyayı içine alır. Dünya, bu koca boşluk içinde küçük acun olarak anılırken; yıldızların ve güneşin dolaştıkları yer büyük acun olarak ifade edilir. Bu büyük alem içinde hiç şüphesiz; Güneş, Ay, Yıldız (Kutup yıldızı), şimşek, yıldırım gibi mistik unsur haline dönüşmüş kültler yerini alır. Türk düşüncesinde önem sırası ilk Güneş’indir. Türkler, her çağda güneşli yerlerde yaşamıştır. Çin ve Hindistan uygarlıkları gibi gökleri gri değil, daima aydınlık olmuştur. Güneş adına kurbanlar kesilmiş, adaklar adanmış, büyük saygı duyulmuştur. Uygurlar döneminde – Büyük ölçüde Mani dininin Ön Asya kökenli olması ile– Ay da, yavaş yavaş önem kazanmaya başlamıştır. Türkler’de Güneş doğunun, Ay’da batının sembolüdür (Ögel,1995). Çadır kapılarının Doğu’ya açılması da, aydınlık ve engin ufukları hedefleme gayesinin bir izdüşümü olabilir kanaatimizce. Türk düşüncesinde ve destanlarında; Güneş dişi, Ay ise erkek olarak kabul edilmekteydi. Anadolu’da pek çok yerde Ay, hâlâ Ay Dede olarak anlatılır, bu şekilde tekerlemeler dizilir. “Ay dede Ay dede, senin evin nerede? Hep yakın ol bize yıldız kalsın geride…” veya “Ay dede Aydede gelsene, benim yavrumu öpsene” gibi ninniler ile yaşatılmıştır. Mısır’da bir Memlük-Türk efsanesinde: “Güneş Saratan burcuna girdiği zaman Güneş suyu ve toprağı ısıtıyordu. Mağarada toplanan balçıklardan türeyen Türklerin ilk atası Ay Ata adını alıyor…” ifadeleri de, Ay ve Güneş’i konumlandırdığımız yeri gösterirken; yaratılış tasavvurundan da izler taşımaktadır.

Ay ile Güneş, daima insanları koruyan, onlara iyilik getiren iki yüce varlık olarak görülmüştür. Burada, Altay Türklerinden alıntı olduğunu bildiğimiz masalın bir bölümünü nakletmek yerinde olacaktır: “Yeryüzünde insanları yeyip bitiren bir dev(yelbegen) varmış, Tanrı bu devi öldürmeği düşünmüş. Güneş: ‘Ben sıcak ve ateşim ile devi öldürebilirim ancak insanları da yakabilirim’ demiş ve vazgeçmiş. Ay ise: ‘İnsanlar benim soğuğuma dayanabilirler bu yüzden ben devi öldürebilirim’ demiş ve yeryüzüne inmiş. Bir ağaç üzerinde böğürtlen yiyen devi ağaçla birlikte alıp gökyüzüne çıkmış. Bunun için dolunay, ağaç ve dev, ayın yüzünde görünürlermiş…”(Ögel,1995). Bu alıntıdan, Ay’ın soğuğu; Güneş’in sıcağı temsil ettiğini de çıkarabiliriz. Soğuk bölgede anlatılan bu masalda, Ay’a daha çok önem verildiğini de görüyoruz. Türkler, Ay’ın gökyüzündeki görünümü de kendilerinde yorumlayıp; yaşantılarından yola çıkarak bir sonuca varmışlardır. Onlara göre, Ay’ın kimi zaman küçülmesi veya kaybolmasının nedeni: Ay’ı kutlu kurtların veya yedi başlı bir devin yemesi ya da onunla kavga etmeleriydi. “Ay, göklerde dolgunlaşıp bir tepsi gibi olduğu zaman, kurtlar ve ayılar hemen koşarlar ondan birer parça koparıp yerler ve böylece ayı küçültürlermiş…” “Ay’ı kurtlar yakalar iyice bir yolarmış! Ay, eve gidip yatar yarası kan dolarmış! (Altay Türk Efsanesinden).”

Kadim Türklerde, Ay ve Güneş bahsi tabii ki bu kadarla sınırlı değildir. Ay ve Güneşten türeme, gebe kalma (Çingiz Han’ın atasının Ay’dan gebe kalması), Güneş ve Ay’a bayramlar düzenleme gibi pek çok farklı ritüel içeren inanışlar olsa da; tüm bunlar, evreni ve insanı anlamlandırma noktasında; gök ile ilişkili olan her şeyin tüm detaylarıyla incelendiğini bize göstermektedir. Tıpkı Ay ve Güneş gibi, yıldızlar da Türk mitolojisi için büyük önem taşımaktadır. Eskiden beri, savaşçılıkları ve at yetiştiriciliği ile dünyada nam salmış Türkler, yıldızlardan; yön tayin etme, yer belirleme, saat hesabı yapma gibi konularda faydalanmakla beraber; onlar için efsaneler yazmış, şiirler düzmüştür. Akınlar, kervanların ve sürülerin yola çıkışı, meraya gidişi, yatışı ve kalkışı, hep yıldızlara göre yapılmıştır. İyi bir yıldız bilgisi, gündelik hayatı ve hayati önem taşıyan tüm konuları çözümlemede bir basamaktı. Ayrıca kendi başlarına apayrı bir alem ve güzellik olan yıldızlar, tüm insanoğlu gibi, Türklerin de gönlünü çalmıştır. “Bu gökteki yıldızlar bir biçim bezek! Bir biçim kılavuz, bir biçim öncü (yezek)! Ne biçim aydınlatmış! O, bir kılavuz ki, yolunu yitirenler (yetse) onunla bulur!(Kutadgu Bilig)” Günümüzde burçlar adı altında sunulan pek çok astronomik bilgi, çok uzun yıllar önce Türkler tarafından çözümlenmiş ve hayatta uygulanır olmuştur. Örneğin; Türkler, sıcak ve soğuk havaların oluşmasını gezegenlerin hareketlerine bağlıyorlardı. Yakut Türklerine göre: “Bir zamanlar hava çok soğukmuş, bir şaman göğe çıkmış. Ağaca bağlı olan gezegenlerin bağlarını kesmiş, gezegenler hızlı dönünce havalar ısınmış. Şaman elindeki şeyleri havaya atmış, onlar da yıldız olmuşlar.”

Günümüzde, yıldızlardan bağımsız olarak kabul ettiğimiz gezegenler, o zamanlarda birer yıldız olarak görülüyor, hatta diğer yıldızların da bu büyük yıldızlardan kopup oluştuğu düşünülüyordu. Geçiş Dönemi’nin en önemli eserlerinden Kutadgu Bilig, yıldızlar ve burçlar için ayrı bir bahis açmış; her birini tek tek önem sırasına göre sıralamıştır. Örneğin Zuhal Yıldızı (Satürn), Türklerin çok iyi tanıdıkları ve önem sırasında başa aldıkları yıldızlardandır. “En üstün Zühal, en önde yürür. İki yıl, sekiz ay, evde kalır. (KB- 132)” Avrupa’da ‘kırmızı yıldız’, biz de ‘Bakır Sokum’ denilen Merih Yıldızı (Mars) için: “Üçüncü Merih (Kürüd) gelir, korkunç gururlu yürür; bu yıldız kime baksa yeşermiyenler bile kurur. (KB- 133)” söylenir. Bu yıldız, korkunç ve ateşli olarak düşünülür.

Tüm bunlardan azade, adını en çok duyduğumuz ve göğün kapısı olarak anılan bir yıldız vardı ki, ondan bahsetmezsek yıldız bahsi yetim kalır. O yıldız, ‘Kutup Yıldızı’dır. Kutup Yıldızı (Demirkazık), gökte hiç kımıldaman durur ve tüm yıldızlar, tüm gezegenler onun etrafında akıp gider. Kutup Yıldızı, yüksek yer ile gökyüzünü birleştiren bir sırlı kapı idi. Ruh alemi ile madde alemini; Tanrı ile insanı birbirinden ayıran bir sınırdaydı. Şaman inancına göre; Tanrı ruhlarından birini elçi olarak bu kapıya kadar gönderir, şaman da onunla burada görüşürdü. Bu kapı sınırı asla aşılmazdı. Adlarını sıkça duyduğumuz Büyükayı ve Küçükayı yıldızları da, Kutup Yıldızı’na bağlı olarak yörüngede gezinmekteydi. Kutup Yıldızı’na Demir Kazık denmesi, eski bir Altay efsanesinden ileri gelmektedir. Bu efsaneye göre; Dünyanın ortasından, Kutup Yıldızı’na kadar uzanan, bir demir ağaç vardı. Yer ve gök yaratılırken, bu ağacın tohumu da atılmış, yer ile gök geliştikçe bu ağaç da ikisini birleştirmişti. Sibirya’nın tundralarında yaşayan Yakut Türkleri, bunu demir ağaç olarak düşünmüşlerdi. “Yer ile gök yaratıldığı ve yavaş yavaş büyümeye başladığı zaman, bir demir ağaç da yeşermeye başlamış. Büyüyerek yer ile gök arasında yükselmiş.” Demir dağ motifi, Ergenekon’da da geçmektedir. Demirkazık; güzellik, bolluk, ışık hüzmesi ile ilişkilendirilen bir yıldızdır. Oğuz Kaan’da da bu sıfatlarla kullanılmıştır: “Oğuz Kağan bir yerde tanrıya dua ediyormuş. Birden bire bir karanlık basmış ve gökten parlak bir ışık düşmüş. Işığın içinde, güzel bir kız oturuyormuş. Başındaki tacı Demirkazığı andırıyormuş…”

Yıldızlar, Güneş, Ay, gezegenler ve göğün uçsuz bucaksız gizemlerini barındıran Demirkazıkla bağlı sonsuz feza; Türkler için, Tanrı’nın değişmez düzeni içinde, kutsallığı ve enginliği ile ulaşılmazlığını sürdürmüş; derin bir saygı ile sahiplenilmiştir. Mavi gök, Türklerin yaşamında kalıcı izler bırakmıştır. Hayatı anlamlandırmada, inanç sistemini geliştirmede, kimlik oluşturmada, bağlılık ve huzur tesis etmede, ders çıkarmada, ölçülü davranmada kısacası hayatın maddi ve manevi her boyutunda gökyüzü rehber konumundadır. Zira, tabiattaki her şey gibi, göğün ve gökteki cisimlerin de ruhları vardır ve o ruhlar, insanoğlunu koruma ve yönlendirme noktasında temel teşkil eder. Günümüz Türki Cumhuriyet’lerindeki bayraklara baktığımızda, eski inanışlarımızın kolektif bir şuur halinde devam ettiğini görmüş olacağız. Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Doğu Türkistan, Karakalpakistan ve Gagauz bayraklarının hepsinde ay ve yıldız motiflerinin olmasından; Kazakistan ve Kırgızistan bayraklarında yer verilen Güneş sembolüne kadar, aradan geçen binlerce yıla rağmen eski Türk inanışlarının ruhunu, kutsallığını koruduğunu; aksini cumhuriyetlerimiz üzerine düşürdüğünü söylemek, ruh ve şuur birliğinin devam ettiğinin göstergelerinden birisidir… Sözlerime Said Emre’nin “Bize dün gökyüzü rahmet nuruyla, yarattın gökleri bu yire sayvan!” dizeleri ile noktalarken; mavi göğün altında ve yağız yerde, bizi millet yapan inanışlarımızı her daim hatırda tutarak; ‘çadırımızı gök, bayrağımızı güneş eyleyerek’ yaşamayı ilke edinmeyi diliyorum…

Saygılarım ile Havva Yaren Kızılırmak.

 

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.