“Öyle bir hükûmettir ki orada millet, kendi tarafından bir müddet-i muayyene için intihap olunmuş vekilleri vasıtasıyla icra-yı hükûmet eder.”

Arapça -cmhr- kökünden gelen cumhur kelimesi, etimolojik olarak birikme, kalabalık anlamlarıyla karşılanmıştır. Hatta bu yönüyle cem kavramından nüzul ettiğini de söyleyebiliriz. Bugünkü tam karşılığı ise halk topluluğu ya da halktır. Cumhur, 19. yüzyıla kadar yönetim biçimi olarak da mâna bulmuştur; daha sonraları mastara eklenen Türkçeye özgü “–iyyet” ekiyle bu anlam cumhuriyet olarak karşılanmaya devam etmiştir. Ahmet Vefik Paşa’nın Lügât-i Osmanî’de; seçilmiş başkanla olan yönetim biçimi, diyerek tanımladığı kelime cumhuriyettir.

Aslında yukarıdaki paragrafta, sözü sözcük etmemizdeki maksat sadece hasıla girizgâh olsun diye değil; irdeleyecek olduğumuz mefhuma girişmeden önce kaynağın nereden teşkil ettiğine bakmak. Mamafih cumhuriyet rejimi, egemenliğin yegâne sahibi olarak milletin ta kendisini gösterir. Millet bu egemenliğini, kendisini yönetecekleri kendisinin seçmesi vasıtasıyla kullanır; dolayısıyla devlet yönetimi herhangi bir zümre yahut aileye bırakılmamış olup doğrudan milletin fikri ve vicdanı hür iradesine verilir. Bu kitabi durum, geçen asrın ilk çeyreği dolmadan bir uygulama sahası buldu. Tarihin ve tarihçilerin izahta, Türk insanının da ilgili anlamı yükleyip gerekli dersi çıkarmakta bugün bile zorlandığı bir büyük mücadele neticesinde oldu bu. Halkı millet bilincine eriştiren, bir başka deyişle tebaa kavramını vatandaşlığa yani şahsiyete terfi ettiren göz kamaştırıcı bir gelişmeydi.

Türk milletinin devletli olma geleneğindeki son nişanı olarak parlayan Türkiye Cumhuriyeti’ne ve onun varoluş denklemini kuran Türk milliyetçiliğine, bu iki kavramın da arasında âdeta tutkal nispetinde duran millet hâkimiyetine dair birkaç kelam etmek istiyoruz. Sözü, başlangıçta dizdiğimiz satırlardan da anlaşılacağı üzere cumhuriyetle; memleketin encamını cumhuriyete götüren tarihî süreçle açmayı yerinde buluyoruz.

Lozan Görüşmeleri sırasında İsmet Paşa ile sürtüşen Rauf Bey, kabineden istifa etmişti; Gazi Paşa’nın düşüncesine şerh düşmeyen Fethi Bey başbakan oldu. Fethi Bey başkanlığında oluşturulacak icra vekilleri heyetine seçilen bazı bakanlar ise yeni hükûmetin fikir uyumu içerisinde çalışmasına ket vurur cinstendi. Tabii bu bir sistem sorunuydu. Çünkü yürütme erkini yasama organı seçiyordu. Yasama, yürütmeyi elbette denetlemeliydi ama doğrudan belirlememeliydi. Böyle olduğu müddetçe üyeleri ortak karar alamayan hükûmetler sorunu hiç bitmezdi. Aslında sistem hem sorunluydu hem de müstakil bir devletin rejim ihtiyacına cevap vermiyordu; kaldı ki saltanatın lağvından sonra yönetim biçimi boşluğu daha hissedilir hâle gelmişti. Rauf Bey ile Karabekir Paşa’ya göre belirlenecek rejim, yeni anayasanın kabulünden sonra ilan edilmeliydi; malum karar da muhakkak aralarında Refet (Bele) Paşa ile Ali Fuat (Cebesoy) Bey’in de bulunduğu ekibe yani kendilerine danışılarak verilmeliydi. Burada iki sıkıntı vardı. Birincisi; milli mücadelenin muharebe öncesi ve muharebe safhaları bile kongrelerle, meclislerle yürütülürken yani teknokrasiye hiç başvurulmamışken muharebe sonrası safhasında böyle bir yola girilmesi, devletin temel ilkeleriyle çelişiyordu. İkincisi de; yeni bir devletin her yönden gelişmeye açık ve acemilik çektiği bir döneminde, yönetim biçimini belirlemeyi uzun uzun sürecek anayasa tartışmalarının arkasına atmak, kargaşa ve hükûmet krizlerinin, iktidar dövüşlerinin diğer adı demekti.

Mustafa Kemal Paşa, ilk hamle olarak Fethi Bey’den istifasını istedi; bu sistemle iş yürümediğini gayet iyi bilen Fethi Bey, istifasını verdi. Yeni hükûmet ise bilinçli olarak hemen kurulmuyordu çünkü sadece bakan belirleme düzenini değiştirecek yasayla bu iş kökten hallolamazdı. Ve evet; bu işi kökten halledecek şey, Cumhuriyet’ti. Gazi Paşa’nın teklifi mecliste görüşülmeye başlandı. Esas hakkındaki görüşmeler yapılırken kürsüye gelen Bitlis milletvekili Sofrasur Asizade Resul Bey’in, “Hükûmetimiz teşekkül ettiği günden beri Cumhuriyet ’tir. Ama bazı ihtiras ocaklarını alevlendirmemek için ünvanını açıkça vermemiştir. Bugün bunu açıkça ilan ediyoruz. Artık taçlılar bu milleti idare edemeyecektir. Hükümdarların hangisi başımıza geldi de halimizi sordu? Dağdaki çobandan, ekmeğini taştan çıkartan köylüden haberdar oldu mu? Bu devlet bir ailenin mülkü değildir; milletin devletidir.” şeklindeki konuşması hem görüşmelerin iklimini hem de genel kanaati ortaya koyuyordu. Dolayısıyla tek tek maddelerin oylamasına geçildi. Hâkimiyet bilâ-kayd ü şart milletindir, idare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır, Türkiye Devleti’nin şekl-i hükûmeti Cumhuriyet’tir; birinci maddenin muhtevasını oluşturuyordu ve bu maddeyle birlikte Ankara Milletvekili Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin cumhurbaşkanı seçilmesi, 29 Ekim 1923’te oy birliğiyle kabul edildi.

“Muhterem arkadaşlar! Kadir bilir heyetinize bütün samimiyetimle teşekkür ederim. Efendiler! Yüzyıllardır mağdur ve mazlum olan milletimizin, son yıllarda göstermiş olduğu kabiliyet, istidat ve idrak, milletimiz hakkında olumsuz görüş besleyenlerin ne kadar gafil ve görünüşe aldanan insanlar olduklarını pek güzel ispat etti. Milletimiz, liyakatini yeni rejim sayesinde medeniyet âlemine daha kolaylıkla gösterecektir. Hep beraber daha ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti; mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır.”

Cumhuriyet milli bir mukadderat gibi işte böyle doğdu. Lakin Gazi Mustafa Kemal Paşa için bu sadece bir rejim değişikliği değildi. O’nun, “Hayat ve şahsiyetim kendi malı olan necib ve mazlum milletimizin…” veya “Sahibimiz olan büyük Türk milleti…” şeklinde hatırladığımız sözlerinden de anlaşılacağı üzere; kendi öz varlığı, Türk milletinin varlığında erimiş bir karakterin tam bağımsızlık ruhuyla ve milli mânada temayüz etmesi cumhuriyetle oluyordu. İlk cümlelerimizde Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluş denklemini kuran Türk milliyetçiliği, ifadesini kullanmamız da aslında bununla alakalı. Zira Gazi Paşa, bir şeyleri gökten zembille indirmiyor; tabiattaki yatağına oturtuyordu.

Türk tarihinin her ânında, bir Türkçülük bulmak mümkündür. Takdir edersiniz ki büyük Türk tarihini bütün olarak ele alarak bir örneklendirme yapmamız imkân dâhilinde değildir. Biz de bunu göz önünde bulundurarak Türk tarihini, birbirini takip eden üç temel hat üzerinden Cumhuriyet devrine getirmeyi uygun görüyoruz. Türk tarihini; İslamiyet’ten önceki Türkler, İslamiyet ve Türkler, rahmetli Erol Güngör’ün deyimiyle “bizim medeniyet eserlerimizin ve kültür kıymetlerimizin âdeta imbikten geçmiş numunelerini vermiş ve yaratıcı gücümüzün en yüksek sembolü hâline gelmiş” Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye olarak üç koca devirle düşündüğümüzü hatırlatarak her devrin en mühim Türkçülük olgularını anlatacağız.

İslamiyet’ten önceki Türkler devri için mihengimiz olarak kabul ettiğimiz Göktürk Yazıtları ilk durağımız olacak. Kül Tigin’in, Bilge Kağan’ın ve büyük Göktürk veziri Bilge Tonyukuk’un hatıraları için dikilen anıtlara Orhun Abideleri denir. Orhun Abideleri Türk milletinin onlarca asırlık geçmişinde öz cevherinden çıkardığı en nadide eseridir. Dünyada hiçbir milletin tarihinde de böylesi ebedi hakikatlerin bu denli yüksek bir edebiyat diliyle ortaya konulmasına rastlanmamıştır. Bilge Kağan Türk milletini uyarmış: “Türk Oğuz beyleri, millet, işitin: Üstte gök çökmese, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini töreni kim bozabilecekti? Türk milleti, vazgeç, pişman ol. Disiplinsizliğin yüzünden, seni beslemiş kağanına, hür ve müstakil güzel yurduna karşı hata ettin, onları kötü duruma düşürdün. Kutsal Ötüken ormanını bırakıp gittin. Doğu’ya gittin, Batı’ya gittin. Gittin de ne gördün? Kanın ırmaklar gibi aktı, kemiklerin dağlar gibi yığıldı. Bey olacak oğlun köle oldu, hanım olacak kızın cariye oldu. Yaptığın cahillik, kötülük yüzünden amcam kağan uçup gitti…” Türk milleti için değişmeyecek olan yegâne tehlikenin kendi kültürünü ve töresini bırakarak başka milletlerin örf ve âdetlerini benimsemesi olacağını binlerce yıl öncesinden ihbar almamız eşsiz bir yüceliktir. Nihayetinde Göktürk Yazıtlarında, daima uyanık olan bir milliyet şuuruna rastlamaktayız. Bir bütün olarak Orhun Abidelerini düşündüğümüzde; Türk’ün bütün tarihi kaybolsa bile sonsuza uyanan bu taşlara baktığımızda, Türk milletinin; yüksek medeniyetini, devlet kurucu dehasını, ahlak ve faziletini, askerî kahramanlığını, kanun ve nizam anlayışını öğrenmemiz gayet mümkündür.

İslamiyet ve Türkler devri için kabul ettiğimiz temel yürütücü amil olan Divân-ı Lügati’t-Türk ise kadim devletimizin baki Türkçülüğüne delil sunan ikinci uğrak yerimizdir. Kaşgarlı Mahmud’un yazdığı Türkçenin bu büyük eserinde; Türk yazı dillerinin, lehçelerinin ve ağızlarının dil özellikleri belirlenmiş, Türkçenin söz varlığı derlenerek bir araya getirilmiştir. Dilimizin ses, ağız ve biçim özelliklerine değindiği eseri bizler için tam bir dil hazinesidir. Eserin Bağdat’taki Abbasi Halifesine takdim edilmesi ve Araplara Türkçe öğretecek bir muhtevaya sahip olması, onun tek özelliğinin iki dilin mukayesesi gibi lanse olmasına yol açmıştır. Divân-ı Lügati’t-Türk dikkatle incelendiğinde; Türklerin yaşayışından, Türk milletinin çağın İslam toplulukları arasındaki müstesna yerinden bahseden bilgiler içerdiği ve ayrıca Türklüğü övücü sözlerden oluştuğu görülebilir. Kaşgarlı’nın bu eşsiz çalışmasının ilk yazılmaya başlandığı sene 1070’tir. 1071 yılının Malazgirt Zaferi olduğunu göz önüne aldığımızda Türklerin devlet aklıyla hareketinde hem fütuhatta hem de kültürde birlik içinde olduğunu görmek mümkündür. İşte Türk devletinin o devirde de apaçık meydana çıkmış milliyet şuurunu ve Türkçülük duyarını anlamak böylece isabetli olacaktır.

Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye devrinde ise vücuda gelmiş herhangi bir eserden ziyade 15. Yüzyılın en büyük Türk devlet başkanlarından olan Osmanlı’nın 6. Padişahı 2. Murat Han dönemine eğileceğiz. Onun ve yönettiği devletinin âdeta esasları tek tek planlanmış ideolojik bir Türk milliyetçiliği fikriyle intizam bulduğunu kavrayabilmek için kendinden sonra gelen Sultan Mehmed’in nasıl Fatih olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Milli kültüre, Türklüğe ve tarihî medeniyete dayalı devlet aklını ne şekilde tasarladığını öğrenmek için bu bölümde İsmail Hami Danişmend’e başvuracağız. Tarihî Hakikatler kitabının ikinci cildi, 43. ve 44. sayfalarında tesadüf ettiğimize göre; 2. Murat Han’ın birçok ilke imza attığını görüyoruz. İsmail Hami Danişmend şöyle bahsediyor: “Fatih’in İstanbul’u fethinden iki yıl evvel 47-48 yaşlarında vefat etmiş olan kıymetli babası İkinci Murat, Osmanlı tarihi kadar Türkçülük tarihi bakımından da çok mühim bir şahsiyettir. Tercüme ve te’lif suretiyle birçok Türkçe eserler yazdırmış, Türk alimleriyle şairlerini mütemadiyen himaye etmiş ve bu suretle bazı müsteşriklerin ilk Türk romantizmi dedikleri milli kültür hareketine ön ayak olmuştur. Bilhassa Osmanlılardan önceki Danişmendi ve Selçuki devirlerini unutturmamak için tarihlerini yazdırması, Sultan Murat’ta milliyet şuurunun ne kadar kuvvetli olduğunu gösteren deliller demektir. İkinci Murat açık Türkçe taraftarıdır. Bazı Osmanlı madenî paralarına ilk defa olarak Oğuz Türklerinin Kayı Boyuna ait damgayı vurduran da İkinci Murat’tır. Hatta daha sonra Osmanlı şehzadelerine Oğuz ve Korkud gibi Türk tarihi ile mitolojisine ait isimler takılması da İkinci Murat’ın açmış olduğu Türklük ve Türkçülük çığırının bir devamı gibi gösterilir. Müsteşrik P. Wittek’in fikrine göre İkinci Murat bu milliyet fikrini gençliğinde valilikle bulunduğu Amasya muhitinden almıştır. Danişmendiler devrinden beri eski Türk geleneklerini koruyan bu bölge, Yıldırım Beyazıt’ın Ankara felaketinden sonra ilk önce Çelebi Sultan Mehmed’e verdiği milliyet ruhuyla Osmanlı Devleti’nin toparlanmasında en mühim amil olmuş, ondan sonra da oğlu İkinci Murat’a böyle bir Türkçülük akını açtıracak kadar kuvvetli bir milli anlayışı telkin etmiştir.” 2. Murat, Osmanlı Devleti’nde Türkçülük şuurunu uyandırmış; Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye devrindeki Türkçülüğün sembolü olmuştur.

Bu misallerimizin, Türk Cumhuriyeti’ne giden yoldaki Türkçü merhaleleri ortaya koyduğunu düşünüyoruz. Elbette, cumhuriyete gelmeden önce Tanzimat devrine değinmek de burada çok mühimdir. Batı’daki aydınlanmanın ve ilmî gelişmelerin etkisiyle o yıllarda Göktürk Abideleri çözümlenmeye başlanmıştır. Tanzimat’la birlikte Türkiye’de hız kazanan basım yayım faaliyetleriyle de bu gelişmeler çabucak öğrenilmiş ve dönemin gazetelerinde yazıtlardan pasajlar yer almıştır. Tabiatıyla bu gelişmeler önce 1. Meşrutiyet aydınlarını, daha sonra da 2. Meşrutiyet aydınlarını etkileyerek, Türkçülüğün de önünü açmıştır. Namık Kemallerden Ziya Gökalplere uzanan evrede, Türk milliyetçiliği yazılı bir ideoloji olma süreçlerini başlatarak sistemleşme yolunda ilerlemiştir.

Arapça “fikir” kelimesinden türetilerek Fransızca “ideal” kelimesine karşı teklif edilen ve yalnızca Türkçe hazinesinde bulunan “mefkûre” kelimesinin mucidi; Türkçülüğün büyük mürşidi Ziya Gökalp, tıpkı var ettiği kelime gibi bir milletin de kaderini küllerin arasından çekip çıkarmaya vesile olmuştur. Türkçülüğün Esasları eserinde, amelî kısım olarak geçen Türkçülüğün Programı bölümünün yedinci mebhası Siyasi Türkçülük başlığına ayrılmıştır. Orada, Ziya Gökalp’in söylediklerine kulak asmak elzemdir; “Türkçülük siyasi bir fırka değildir; ilmî, felsefi, bedii bir mekteptir; başka bir tabirle, harsi bir mücahede ve teceddüt yoludur. Bu sebepledir ki Türkçülük şimdiye kadar bir fırka şeklinde siyasi mücadele meydanına atılmadı; bundan sonra da şüphesiz atılmayacaktır. Mamafih, Türkçülük büsbütün siyasi mefkûrelere bigâne de kalamaz. Çünkü Türk harsı, sair mefkûrelerle beraber, siyasi mefkûrelere de maliktir. Türkçülük asri bir cereyandır ve ancak asri mahiyette bulunan cereyanlarla ve mefkûrelerle itilaf edebilir. Türkiye’de Allah’ın kılıcı halkçıların pençesinde ve Allah’ın kalemi Türkçülerin elinde idi. Türk vatanı tehlikeye düşünce, bu kılıçla bu kelem izdivaç ettiler. Bu izdivaçtan bir cemiyet doğdu ki adı Türk milletidir. İstikbalde de daima Halkçılıkla Türkçülük el ele vererek mefkûreler âlemine doğru beraber yürüyeceklerdir. Her Türkçü siyaset sahasında halkçı kalacaktır, her halkçı da hars sahasında Türkçü olacaktır. Dinî ilmî halimiz, bize akaidde mezhebimiz maturidilik ve fıkıhta mezhebimiz hanefilik olduğunu öğretiyor. Biz de buna teşbihle, şu düsturu ortaya atabiliriz; siyasette mesleğimiz halkçılık ve harsta mesleğimiz Türkçülüktür.”

Ziya Gökalp’in bu temellendirmelerinin üzerine, “Fikirlerimin babasıdır.” şiarıyla Mustafa Kemal Atatürk, kadim devletin yeni, önceki asırlardan aktardığımız örneklerde görüldüğü gibi esasında cevherinde hep var olan kodlarını Türk milliyetçiliği çerçevesinde inşa etmiştir. Büyük mareşalin öncülük ettiği, başta cumhuriyet olmak üzere birçok inkılapta, Ziya Gökalp’in prensip, ülkü ve hükümleri ilham kaynağı olarak mevcudiyetini korumaktadır.

Henüz ilk paragraflarda belirtmiştik ki millet hâkimiyeti, Türkiye Cumhuriyeti ile Türk milliyetçiliği değerlerinin arasında tutkal gibidir. İlk asır geride kalırken bu tutkalın ne kadar vazife gördüğü tartışmalıdır. Şahsi kanaatime göre Türkiye Cumhuriyeti’ni ve fikri altyapı olan Türk milliyetçiliğini, ikinci asırda koruyup geliştirmenin biricik yolu millet hâkimiyetini güçlendirmektir. Nitekim geçen yüzyılda tecrübe etmişizdir ki vatandaşla devlet arasında, programlarda, hatta direkt anayasada yazan o rabıta bir türlü kurulamamıştır. Yüz sene önce memleket müstevlilerden temizlendi fakat yüz sene içinde öyle müstevliler türedi ki bunlar öncekiler gibi de değildi. Bize benzeyerek bizi kandıran ya da bizim onlara benzemek için yarışta olduğumuz cinstendi bu müstevliler. Bunların arasında olan yine seciye ve ahlakını yitirmemiş Türk milletine olmuştu elbette. Milletin evlatları işte bu yüzden hep o rabıtayı bekledi. Atatürk’ün, Gökalp’ten öğrenip tatbik ettiklerinden zerre miskal bir iz kalmadığını gören Başbuğ Alparslan Türkeş ve rehberindekilerin denemesi de maalesef o rabıtayı gerçekleştiremedi; müstevlilerin işine gelmedi çünkü. Bir anlamda cumhuriyet, kendi yetiştirdiklerinin eline geçmiş; onu kuranlar ise ortadan çekilmişti. Hâl böyle olunca da akıllara ister istemez şu soru geliyor; cumhuriyetin hakiki çocukları muvaffak olacaklar mı, yoksa cumhuriyetin nimetleriyle var olanlar önce cumhurun sonra da cumhurla birlikte devletin mahvoluşuna mı sebep olacaklar.

Biz bugünlerde Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılını coşkuyla, gururla kutlamak hevesindeyken, yukarıdaki malum kaygıyı da gütmeden edemiyoruz. Ümitsiz miyiz peki? Asla! Yazının müellifi naçizane ben; eğer son Kuvâ-yi Milliyeciysem ve hâlâ yaşıyorsam, kıymetli okur eğer sen isen son Kuvâ-yi Milliyeci ve hâlâ yaşıyorsan umut vardır.

Umudu yaşamak ve yaşatmak için muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur; cihan bilmeli ki sadece gelen yüzyılda değil gelecek binyılda da buradayız.

Tanrı Türk’ü korusun…

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.