Varlığın meydana geliş hikmetini tevhit etrafında değerlendirdiğimizde tek ve mutlak varlığın olduğunu, bu varlığın tecellileri sonucunda diğer varlıkların meydana geldiğini düşünebiliriz. Peki bu cümleyi neden bir kuş bir köpek değil de insan kuruyor? Oysa bir kuş gökyüzünde dolaşırken kendini yaratandan habersiz dolaşıyor olamaz öyle değil mi? En azından bizler böyle olmadığına iman ederiz.
Acaba gökyüzünü mesken edinen bu kuş, ağaçların neden yeşil renkli olduğunu hiç düşündü mü? Yahut bir köpek önüne atılan yemeğin içindeki karbonhidrat protein oranını merak ediyor mu? Hatta olaya biraz daha farklı bakalım, köpeğin önüne konulan yemeğin içinde ne olduğunu merak edip etmediğini ben (insan) neden merak ediyorum? Bitkiler ve hayvanlar tabii düzene en uygun olarak yaşamakla mükelleftir. Başka bir deyişle bizlerden daha rasyoneldirler. Bu yüzdendir ki sorgulamak yerine içgüdüsel hareket ederler. İçgüdüler otomatik olarak çalışır. Maddeden hayata rasyonel bağlam kurmaktan öteye geçmez. Akletmez, fikretmez yalnızca canlılığını korur ve kendi cinsini devam ettirir. Çünkü içgüdü hayatın kendisinde vardır. Canlı hayata adım attığında, bu öğrenilmiş gerçeklik onun ile birlikte doğmuş olur. Nitekim insanda yani zekâ kavramının devreye girdiği yaratılışlarda içgüdü giderek zayıflar. Maddenin hayata tutunma prensibini zayıflatarak (yok ederek değil) kendini bilme ve onu kontrol etme noktasına dönüştürür.
İşte tam bu noktada devreye şuur girer. O halde şuur, idrakimizin organizmamızı aşması olayıdır. İnsanı insan yapan edindiği bilgi değil yaşadığı bilgisel gerçekliklerdir. Yani iki kola iki ayağa sahip olmak ve bunun bilincinde olmak beni insan yapmaz, yalnızca mahluk yapar. Ne zaman ben kollarıma kanat takarak uçmayı denerim, ne zaman ki gözlerimi ötelere dikerim o vakit insan olma hududuna varmış olurum.
Peki bu şuur dediğimiz olayın farkına nasıl varırım? Yemek, içmek ve üremekten öteye nasıl geçerim?
İnsan, her ne kadar maddeden meydana gelmiş ve fizik kanunlarının boyunduruğu altında yaşama mücadelesi verse de yani tabiat ile uyumlu yaşamak zorunda olsa, kanunlarına uymak ile yükümlü olsa da yaratılışı ve zekâsı gereği bu durumu aşmak ister. Yol kenarında biten bir bitki gibi tabiatın boyunduruğu altında kalmak istemez. Hep daha fazlasını ister. Yani insan, ‘Tabiata hâkim ve efendi olmak iddiasındadır.’ Çünkü insanın yaratılışı bu şekildedir. Güneşe tapmak yerine ondan enerji üretmeye çalışır. Yıldızları seyretmek yerine galaksilere ulaşmak ister. Ve elbette ki tüm bu yaratılanların kendisi için yaratıldığını bilir ve korur. İşte bu yüzdendir ki insan, yeryüzüne Allah’ın halifesi olarak gelmiştir. Düzeni korumak, geliştirmek ve kendi sonu ile sonlandırmaktadır…
İnsan içinde bulunduğu bu yaradılış gayesinde, determinizmi kullanarak keşfe çıkmıştır. Bu keşiflerin sonucu olarak da tabiatı kullanılabilir hale getirmiş ve eşyaya belirli kodlar yüklemiştir. Tabi ki her yaptığı keşifte somut gerçeklik ile geri dönmemiş çokça boğulmuş çokça boğuşmuştur. Gerek kendi ile gerekse tabiat ile…
Bu boğulmaların sonucunda ise sanatkârlık yönünü geliştirmiştir. Var olanı yorumlamayı, taklit etmeyi ve estetiği keşfetmiştir. İnsan bu yolda determinizmi kullanmıştır dedik. ‘Objektif bir akıl, eşyadan kazanılmış determinist ve mekanist bir çehredir.’ Yani benim aklım eşyaların tabiatına uygun düşünmektedir ve eşyadan yansıyan varlıksal olguları kullanarak ilerlemektedir. O halde eşya ve canlı varlık arasında yaşanılabilirlik söz konusu olduğunda bana vakfedilen zekâ nasıl bir eğilim gösterir?
Bu hususta zekânın arafta kalması kaçınılmaz bir gerçektir çünkü böyle bir akıl hayatın tezahürlerine mutabık kalarak hareket etmek isteyecektir. Başka bir deyişle; ‘zekâ katılaşmalardan, monotonluktan ve cansızdan ürker.’ Biz insanlar determinist düzenin birer parçası olarak hayatımızı sürdürmemize rağmen diğer canlılardan farklı olarak değişime, çelişkilere, olağan dışı olgulara ilgi duyarız. Hatta bu oluşumlardan keyif alırız. Prangalar ile tekli olgulara bağlı kalmak fıtratımızda yoktur. Bizler aklın keyfiyetini sürmek isteriz. Aklı yönetmek, olguları oldurmak isteriz.
Başka hiçbir canlı yoktur ki her gün doğan yakıcı kavurucu ışınlardan meydana gelen güneşe ulaşmak istesin! Başka hiçbir canlı yoktur ki üzerinde yaşadığı toprak parçasını vatan bilsin ve onu canı pahasına korusun. Oysa determinist bir düşünce eğilimi ile bakıldığında, sen toprağı ekersin toprak seni doyurur ve ikili ilişkin bunun ötesine geçemez. Fakat söz konusu insan olunca doyduğu toprağı kutsallaştırıp baş üstünde tutmaktadır. Bu durum ise determinizm ile açıklanabilecek bir olgu değildir çünkü insan varlığı var edenin tecellisinden meydana gelmiştir…
Peki determinizm nasıl olurda sanata dönüşür? Zekâ, hazzı, kendini ortaya koymaya başladığı zaman, determinist âleme müdahale etmeye ve yeni terkiplere ulaşmaya başladığı zaman duymaktadır. Yani sebep sonuç dairesinde çıkılan bu yolda ayağımıza takılan her taş bizleri farklı olgulara ulaştırır. Determinist düşünce ile kokladığın çiçeğin hazzını yanında taşımak için zekâ ondan parfüm üretir. Bahar aylarında kırlarda açan papatyaların gözlerimize sunduğu keyfiyetin sürekliliği için bu papatyalardan yağlı boya tablolar meydana getirmek insan zekâsına has olgulardır.
Sonuç olarak determinizm insanın yaratılışı gereği aşılmakla mükellef bir olgudur. Peki etki tepki yasası içine sığan olgular beni ne kadar ileri taşır? Hayat bir andır. Bu an içinde yaşanılan tüm olgular ise insanın zekâ ve idrakine kalmıştır. O halde sebep ve sonuçlar silsilesi içerisinde nefes aldığımız her durak ilmi ve sanatı oluşturur. Fakat unutulmaması gereken tek bir nokta vardır; anda kalabilmek!
İnsan sanatkâr bir varlıktır.
İnsan üretken bir varlıktır.
Peki insan ne için sanat yapar?
Yaratılan her olguda aradığı gerçeklik nedir?
Tek düze bir yaşam bizleri niçin tatmin etmez?
İnsan sanatkâr iken, güzeli aramaktadır.’ Olması gerekenin oluşunu izlemek güzel değildir. Çıplak gözle güneşe bakmak keyif vermez. Oysa gözümüze mavi filtreli bir güneş gözlüğü taktığımızda güneş ışınlarının görmek istediğimiz keyfiyette görürüz. Fakat her defasında mavi bir filtreden güneşi seyretmek bir süre sonra keyif vermekten çıkar. Bu yüzden bağlamımızı sürekli diri tutarak farklı bir filtre ile güneşe tekrar bakmamız gerekir. O halde güneş biz onu nasıl görmek istersek bizlere kendini o şekilde gösterir. Bir oluşu güzel ya da çirkin kılmak onu istediğim bağlamda harmanlamak, yoğurmak benim elimdedir.
‘Hayat tekâmül ettikçe, canlı varlıkta hareket, renk, ses, mânâ ve ölçü zenginleşmektedir.’
Demek ki anda kaldığımız sürece, hayatı yakaladığımız sürece, güzel daha da güzelleşecektir. Hayatta kalabilmenin temel prensibi çirkinden kaçmak güzeli aramak hatta bulmaktır. Peki güzeli aramak iddiası ile çıktığım bu yol beni nefsim ile baş başa bırakır mı?
Bu duygu beni mânâ iklimimden uzaklaştırıp maddeye hapseder mi?
Bir eşya bir olgu beni nereye kadar tatmin edebilir ki? Sebep sonuç dairesinde yaratılmış başlangıç ve sonu belirlenmiş hiçbir olgu beni sonsuza kadar tatmin edemez. O halde ben, bu olgunun kaynağına varmalıyım. Her güzel beni tek bir güzele götürmelidir. Çıktığım her yol tek bir yolda kesişmelidir. Var olanı güzel kılmak bu denli güzelse güzeli yaratmak en büyük güzelliktir. Tüm bu güzellikler tek bir noktada birleşiyor ve tek bir noktadan parçalara ayrılıyor ise çoklu yaradılışların tek bir yaratıcısı vardır.
Ve ben iman ederim ki;
Allah ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, ebedî diridir. Varlığı kendinden olup bütün kâinatı yönetendir. O’nu ne bir uyuklama ne de bir uyku yakalayabilir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmadan O’nun huzurunda kim kalkıp da şefaat edebilir? O, kullarının geleceğini de bilir, geçmişini de. Kullar ise, dilediği dışında O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kuşatmıştır. Dolayısıyla her ikisini de koruyup gözetmek O’na asla ağır gelmez. En yüce ve en büyük yalnız O’dur. (Bakara 255)
Faydalanılan kaynaklar
Seyit Ahmet Arvasi, Kendini Arayan İnsan
Seyit Ahmet Arvasi, İnsan ve insan ötesi
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.