Yavaş yavaş aralayabildiğim gözlerime bir ışık hüzmesi değerken ağzımdaki acı tadı duyumsadım, galiba kandı. Vücudumun her yerinden ılık ılık kan sızıyordu. Nasıl oluyordu da kanım aka aka tükenmiyordu? Nasıl oluyordu da beni artık Rabb’ime ulaştırmıyordu? Nasıl oluyordu da bir zamanlar kesilen parmağımın bile günlerce acısını çekerken şimdi her yeri yara bere olan vücuduma karşı bu kadar hissizleşmiştim? Nasıl oluyordu da mütemadiyen şükrettiğim Allah’a, şimdilerde canımı alması için yalvarıyordum? Biraz doğrulmak isterken ayağımdaki zincirin buna izin vermediği gerçeğiyle yeniden yüzleştim. Ağlamak istiyordum, göz yaşım tükenmişti; bağırmak istiyordum, sesim çıkmıyordu; yirmi dört saattin sonucunda susuzluktan kuruyan dilim dönmüyordu. Vücudumdaki tek hareketlilik, kafamda ha bire yer değiştiren bitlerdeydi… Heijian Hapishanesi’nde onuncu günümdü. Buraya, Urumçi’deki toplama kampından gelmiştim. Orada doğum yapmak üzere olan bir kadına yardım etmek istediğim için beni önce hücreye attılar. Günlerce; karanlık, küflü, soğuk bir odada aç ve susuz bırakıldım. Artık ölmek üzereyken ve bunun için şükrederken biraz ekmek ve su bıraktılar. İntihar edebileceğimi düşündüklerinden, belki daha yirmisinde bile olmayan; bedenen çelimsiz ama gözlerinden saçtığı nefretinin ona güç verdiği bir Çinli, tüfeğini bana çevirmiş ekmeği ve suyu bitirmemi bekliyordu. Bundan sekiz yıl önce, doğar doğmaz elimden aldıkları oğlum acaba şimdi neredeydi, acaba bu genç gibi oğlumun da bir zaman sonra gözlerinde aynı nefret ve kin mi olacaktı? Belki de açlıktan ve susuzluktan ölmüştü… Burada, bir annenin evladının ölümünü istemesi bile mutluluk vericiydi. Çünkü; kan ve acı görmeyecek, Çinli elinde soyu, sopu, dili, dini unutturulup ziyan olmayacaktı… Ben, oğlumu düşünürken başıma dayanan tüfeğin ucu sıçramama sebep oldu. Çince yemeğimi çabuk yememi söyleyen askere baktım. Ağzımı oynatabilsem ona Uygur Türkçesi ile cevap verecektim ama dudaklarım çabuk pes etmiş, konuşmamı bile engellemişti. Yarı buçuk yediğim yemekten sonra beni, boş bir un çuvalını sürükler kolaylıkta sürükleyerek; iki kişinin yanına, bir sorgu odasına götürdü. Birinin elinde kırbaç, diğerinin elinde şok cihazı vardı. Bunlar beni artık korkutmuyordu fakat; atalarım Metehan’ın, Çiçi Yabgu’nun, Kürşad’ın torunları olan Türk kardeşlerimin, bu olanlara ses çıkarmaması beni her geçen gün daha da kahrediyor; işkencelerin verdiği acıyı unutmama sebep oluyordu. Bu soykırıma kurban seçilen bizler de Türk, bizler de Müslüman değil miydik? İnandığımız Allah bir değil miydi? Bir cenazenin yası yıllarca tutulabiliyorken; binlerce Türk ve Müslüman evladının cenazesi, hatta cesedi bile bulunamayan nice erkek, kadın, çocuk kardeşimizin akan kanı niçin görmezden geliniyordu? Camilerimiz yıkılırken, namaz kılmak, oruç tutmak, başımızı kapatmak, Allah’ı anmak ve dinimizi yaşamak, dilimizi konuşmak; Türk ve Müslüman olduğumuzu haykırmak şöyle dursun belli etmek yasaklanıp; evlerimize Çinliler yerleştirilerek benliğimiz tamamen Çin kontrolüne geçtiğinde Türk ve Müslüman dünyası neden sessiz kalıyordu? Neyden ve kimden çekiniyordu? Bunlar; benim ve benim gibi binlerce, milyonlarca kardeşimin yıllardır sorduğu ama cevap bulamadığı sorulardı… Başımda; uzun boylu, bir Çinliye nazaran irikıyım, tiksinen gözlerle bana bakan, ellerinde kuruyan kan lekelerinin renklendirdiği siyah bir eldiven ile kırbacını tutan bir adam, yanındakine biraz geriye çekilmesini emreden sert bir işaret yapıp soğuk kırbacı, iğrenç sesiyle küfürler ederek ardı ardınca sırtıma indirdi. Vücudum, buz gibi betona devrildi. Artık kuruduğunu sandığım gözlerimden sıra sıra inen yaşlar, yüzümdeki yaraları sızlatıyordu. Bana; “Rabb’im Çin’dir!” dedirtene kadar işkence yaptılar. Allah’a karşı, kendimden utanmama, tiksinmeme sebep oldular. Belki bir, belki üç, belki beş saat; belki bir, belki üç, belki beş gün belli aralıklarla maruz kaldım… İşte bütün bu yaşananlardan günler sonra beni buraya, Heijian Hapishanesi’ne getirdiler. Buraya gelmektense o odada ölmeyi yeğlerdim. Uygurların bozuk Çincesi ile zorla belletilen Çin marşlarının sedalarıyla, işkence edilen diğerlerinin feryatları, ağlamaları ve gardiyanların bağırtıları birbirine karışıyordu. Hiçbir şey değişmediği gibi, acı her gün katlanarak büyüyordu. Hatırımda; Çin zindanlarındaki akıbetinden bihaber olduğumuz, özgürlük davamızın en keskin çığlığı olan Abdurrehim Heyit’in, türküsünün bir bölümü dönüp duruyordu.
“…Asuman kara, âlem kara
Dost- yakınlar, gönlü kara
Atalar bağrı oldu yara
Hani Gök-böri, Gök-böri…”
Ardı ardına hızla ve acıyla geçen birkaç aydan sonra, Heijian Hapishanesi’nden salındım. Bana artık özgür olduğumu söylediler. Yıllarını küf kokulu odalarda, ruhu ve bedeni çürütülmüş biri olarak geçirdikten ve onlara göre dili ve dini değiştirilmiş; artık Çinli olmuş, soysuz bir Uygur Türk’ü iken Çinli olmak ile ödüllendirilmiş bir kadın olarak addedildikten sonra ne kadar özgür olabilirdim? Doğduğu ilk gün almak istedikleri oğlumuzu vermemek için direnen ve alıkonan kocamın, evladımın, başörtüsünü açmamayı reddeden anamın, Çince konuşamadığı için tutuklanan babamın ne hâlde olduğunu bile bilmeden özgür olmam neye yarardı? İntihar etmenin haram olduğunu bir dakikalığına unutmuş olsam; benimle dalga geçer gibi, özgürlük lütfettikleri dakika canıma kıyardım. Allah’a olan inancımız ve umudumuz olmasa benim gibi niceleri bu kamplara geldiği ilk gün yapardı bunu… Bana ve benim gibi “hürriyet bahşettikleri” birkaçına, Amerika’ya gitmemiz için vize verdiler. Orada; bu katliama çanak tutan, mühimmat yardımı yapan, dünyaya barışçıl gözüküp aslında kanla beslenen bir ülkenin çatısı altında, güya özgürce ve bir Çin vatandaşı olarak yaşamımı sürdürecektim, sürdürecektik. Benim gibi salınan kardeşlerimle birleşerek Türkiye’ye kaçmaya karar verdik. Belki sesimizi yanlarındayken onlara daha net duyurabiliriz diye düşündük. Belki uyuyan kardeşlerimizi; vücudumuzdaki izler, gözümüzdeki yaşlar ile uyandırırız diye düşündük. Bize; Türkiye’de, binlerce Doğu Türkistanlı kardeşimiz olduğunu söylediler. Çok şaşırdık. Bu şaşkınlık hem sevinç hem üzüntü içreydi. Umudumuz söndü. Binlerin gösteremediği katliamın acısını, bir avuç biz nasıl gösterecektik? Ama bir kişinin bile buradan kurtulması, hayatına ikinci kez doğmak gibiydi. Bu doğum belki yeni bir devrin, güzel günlerin de doğumu olabilirdi. Bize sunulan bu fırsat, belki diğer kardeşlerime de yeni bir hayat verirdi. Belki dönüp ailemizi bulma şansını bize sunardı. Zaten başka bir çaremiz de Kürşad gibi kırk çerimiz de yoktu… Çin hükümeti, Türkiye’ye giden herkesi terörist ilân ediyordu. Muhtemelen bizi de öyle göreceklerdi. Fakat; Türkiye bizim için ikinci vatan sayılırdı. Zulmü yapan katil olmuyordu ama bizler canımızı kurtardığımız için terörist oluyorduk… Türkiye’ye gelmek hiç kolay değildi. Önce belli bir ücret ödeyip işçi gibi kamyonların arkasına doluştuk, yolumuza çıkan polisleri ancak rüşvetle atlatabildik. Ve böylelikle diğer ülkelere sınır olan şehirlere geçmiştik. Karmaşık duygular içerisindeydim. Ailemi, ülkemi bırakıp gitmek çok zordu. Ama buna mecburdum… Sınırdan komşu ülkelere ulaşıp yeni güzergâhlarla tekrar yollara düştük. Yolculuk günler hatta aylar sürdü. Nihayetinde, yeni yurdumuza geldik. Burası kan kokmuyordu. İşkence yoktu. Türkçe konuşuluyordu. Bana, asıl adım olan İlay deniliyordu. Benim burada bir kişiliğim vardı; vardı ama Doğu Türkistan’da da hâlâ zulüm vardı… Burada, yaşadıklarımı pek çok kanala anlattım. Sayısız röportaj verdim. Umarım bu seferki netice gösterir… Bütün bunları paylaşmamı sağlayan bu televizyon aracılığı ile şunları tekrar söylemek istiyorum:
Ey Türk kardeşlerim! Bizler; çok sağlam bir kök yapısına sahip olan, bu kuvvetli kökleri ile toprağı sıkı sıkıya kavrayan, tek bir sap üzere dallanıp büyüyen bir gündöndüye benzeriz! Çünkü; Aral ve Tanrı dağlarından çıkıp Ötüken’de birleşen, adına “Türk” diyen o kutlu milletten şekillenen tarihimiz de sıkı sıkıya milletiyle, töresiyle, diniyle, kültürüyle sağlam bir temel üzeredir. Öyle ki; Türk yayının yetmediği, Türk okunun ötmediği yer kalmayıp da cihana sığamayışımızı, demir dağı eritip, karlı dağları aşırıp, at tepip, kılıç savurup yurt tutan; milletine, töresine tasallut olana haddini bildirmekten geri durmayan atalarımızı ne çabuk unuttuk? Gök girip kızıl çıkan kılıçlarımıza ne oldu? Kan ağlayan analar, atalar ne çabuk unutuldu? Ana yurdu, alı çıkarıp karaya büründüren, gözyaşını akıtan, kan kusturanlar daha ne kadar seyredilecek? Kaşgar daha ne kadar kan kaybedecek? Sincan daha ne kadar telef olacak? Ne zaman ses çıkaracaksınız? Hepimiz aynı soydan, aynı boydan gelmiyor muyuz kardeşlerim? Niye bu eziyeti kardeşlerinize revâ görüyorsunuz? Toplanıp; Allah için, millet için, kurt başlı sancak için direnin, engelleyin, durdurun! Çünkü biz durdurmazsak, son Türk kanı akana kadar onlar durmayacaktır! Güzel Türkistan hebâ olacaktır…
“…Turpan’da, Urumçi’de akan kan, senin benim kanımdır.
Zulme baş eğenin adı, olsa olsa hayındır!
Milletimin ak göğsü şimdi kızıl kandadır,
Yoksa bu yüzyıla da bir Kürşad mı lâzımdır?
Senelerdir kapanmaz yaran, ne derinmiş Türkistan,
Önceleri at koşulan çayırların, şimdi hep oldu revân!
Atalarım görse utanırdı budundan,
Böyle evlat mı olur hiç Metehan soyundan?
Güneş bize doğarken onlara hep karanlık
Kardeşin ölürken gülmek ne büyük riyâkârlık!
Selenge ve Orhun ağlarken şehitlerine,
Turan’dan ses çıkmaması büyük bir kahramanlık!”
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.