Geçtiğimiz üç yüzyılda sosyal bir mesele olarak en çok tartıştığımız konu; “Neden düşüyoruz, nasıl yükseliriz?” idi. Herhalde Türk tarihinin en büyük askeri ve siyasi yenilgisi olan Küçük Kaynarca’dan beri bu mesele herkesin gündeminde idi. Küçük Kaynarca rastgele bir tarih değildir. O güne kadar kaybettiğimiz her şeyi bir şekilde yerine koyduk. Fakat 1774’ten sonra telafisi olmayan kayıplar yaşadık. Küçük Kaynarca öncesi tartışmalar, geride olup olmamamız ile ilgiliydi. Bu tarihten sonra geride olduğumuzdan kimsenin şüphesi kalmadı. Artık tartışma “nasıl kurtuluruz?” sorusuydu.
Bu tartışmalar, gayet makul ve olması gereken tartışmalardır. Ancak atlanan bir durum vardı. Evet, gerideyiz, düşüyoruz. Peki öznedeki “biz” kimiz? Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan Müslüman bir Türk’ün bu konuda kafası karışıktı. Tabi halkı kastetmiyoruz. Kafası karışık olanlar Osmanlılardı (!). Öncelikle bu konuya nereden vardığımızı açıklayalım.
Şüphesiz Osmanlı topraklarında hâkim dil Türkçe idi. Farklı diller tabii ki konuşuluyordu fakat hem baskın nüfusun Türkçe konuşması hem farklı dilleri konuşanların diğerleri ile anlaşmak için Türkçeyi kullanması hem de devlet dilinin Türkçe olması, hâkim dilin Türkçe olduğunun kanıtıdır. Ayrıca Bulgar, Ermeni ve önemli bir kısım Rumların kendi dilini değil Türkçeyi konuşması da atlanmaması gereken bir husustur. Buna rağmen İstanbul gibi büyük şehirlerde yaşayan Osmanlılar, konuştukları dilin kime ait olduğunu bile anlamıyorlardı. Sonuçta, “biz” kelimesi de onların kafasında farklı isimler almaya başladı. Biz Osmanlıyız, Avrupalıyız, Müslümanız… Biz tanımlamasında kafalar karışınca bu durum idareye de yansıdı. Tanzimat ve Islahat Fermanlarına göre biz, bütün Osmanlılardı. Bir imparatorluk sanki tek milletmiş gibi hareket ediyor ve siyasi adını, sosyal zemine taşıyordu. Dışarıdan bakıldığında bütün vatandaşları eşit tutmak, “biz”i herkes yapmak kulağa hoş gelebilir. Ancak sosyal alanda karşılığı olmayan her tanımlama havada kalacak, bir karşılığı olmayacaktır. Tabiî bunu siyasi tesiri olmayan kişilerin fiilleri için söyleyebiliriz. Fakat Türkiye’de kimlik sorunu yaşayanlar genelde siyasi idarede de bulunduğu için bu içi boş tanımlamalar havada kalmıyor, tesir ediyor, sosyal çöküntülere neden oluyor.
Tanzimat ve Islahat Fermanları, “biz” kavramını Osmanlı vatandaşı olan herkes olarak ele aldı. O sırada isyan eden Rumlar ve Sırplar, daha sonra isyan edecek olan Arnavut, Ermeni ve Bulgarlar, isyan edip etmediği konusunda nedense anlaşamadığımız Araplar, Yahudiler, diğer daha küçük topluluklar; son olarak da bunların dışında kalan, Anadolu (Bugünkü Türkiye, Kuzey Suriye ve Kuzey Irak, Gürcistan) ve Balkanlarda yoğun olarak yaşayan Müslümanlar artık Osmanlı idi. Yıl 1919’a geldiğinde ise bu gruplardan sadece sonuncusu “biz”in içinde kaldı. O gün anlaşıldı ki “biz” denilen şey, o sonuncu grup dışında kimse değilmiş. Devletin kurtuluşunu düşünen tek grup da buymuş. İşte kafası karışık Osmanlılar kim olduklarını o gün anladılar. “Biz” denilen şey, devleti kuran, daha sonra da vergi toplanması ve seferberlik dışında akıllara gelmeyen Türklerden başkası değildi.
Osmanlı aydının anlamadığı işte tam olarak, bu “biz” kavramının karşılığıydı. Onlar gayet halis sebeplerle vatanı kurtarmak istiyordu (hepsi değil). Fakat vatan nedir? Osmanlı topraklarının tamamı mı vatandı? Onu vatan yapan şey neydi? Neden Madagaskar adası değil de Selanik vatan? Bu soruların cevabı Osmanlı aydınında 1919 yılına kadar net değildi. Sadece bir avuç insan bunun cevabını verdi. Gönen’de görev yapan bir subayın oğlu, Diyarbakırlı bir baytar mektebi öğrencisi, Kazanlı bir göçmen, Selanikli bir yetim… Onlar tereddüt etmedi. Vatan Türk’ün mezarı olan her yer! Vatan Türk’ün! Biz Türk’üz!
Kaderin bir cilvesi midir bilinmez, bu cevap verildikten sonra vatan kurtuldu. Düşüşün sebebi de zaten Türk’ün kimliğini unutması, aydını tarafından ucube kalıplara sokulmaya çalışılmasıydı. Biz buna millî şuur diyoruz. Millî şuur, milletin kendini bilmesi, bu şuurla yaşaması, sahip olduklarını bilmesidir. Millî şuur yeniden uyansın diye her şey yapıldı. Ancak o şuur Bulgar, Edirne’ye gelene kadar uyanmadı ne yazık ki. Bu büyük kıyametin ardından Türk milleti uyandı ve on yıl boyunca aralıksız savaştı. Onu bu savaşa iten varlık yokluk mücadelesiydi. Bu şuurun Türk milletini yeniden savaşmaya götürmesinin sebebi ona bir gaye vermesiydi.
Gayenin ne olduğuna geçmeden önce millî şuur konusunda yanlış anlaşılmaya sebep olabilecek bir konuya açıklık getirmekte fayda var. Öncelikle Türk milleti, o gün oluşan bir millet değildi. Zaten Türk milleti; gelişmiş kültürü, edebiyatı, felsefesi, siyasi teşkilatı olan devletler kurmuş bir milletti. Kendisinin kim olduğunu da biliyordu. Yani Arnavut’la, Ermeni ile aynı olmadığının farkında idi. Hatta Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra en büyük tepki Türklerden gelmişti; kurucu olmayan, idare edilenler ile eşit olmak herkesi rahatsız etti. Gerçi Türk milleti çoktan ikinci sınıf vatandaş olmuştu. Kendi devletinde hakir görülüyordu. Ancak bu durum yine insanları kızdırmıştı. Biz buradan anlıyoruz ki Türk milleti kim olduğunun gayet farkındaydı. Kim olduğunun farkında olmayan Osmanlı aydınıydı. Bu aydınlar kim olduğunun farkında olmadığından halka da bir hedef/gaye verip mücadelesine ortak edemiyordu. Ne zaman ki düşman kapıya dayandı, Osmanlı aydını da az çok “biz”in kim olduğunu anladı. Millî Mücadele bu şuurlu nesil tarafından yapıldı.
Millî Mücadele’yi başarıya götüren bu millî uyanışı bir gaye için örgütlemekti. Bu gaye sadece vatanın kurtulması değildi. Türk’ün siyasi, hukuki, iktisadi ve kültürel anlamda hür olması, bu hürriyeti ile daima yükselerek ebediyen var olmasıydı. Türk milleti, sadece sözle değil; bir ruhî uyanış ile üç yılda düşmanı tüm vatandan kovdu.
İşte millî şuurun bir gaye oluşturmasına “mefkûre” denir. Bu kelime yalnız sıradan bir gayeye verilen isim değildir. Fransızların “ideal” dediği bu kavram büyük Türk milliyetçisi Ziya Gökalp tarafından Türk milletine armağan edildi. Türk milletini uyandıran, mücadele etmesini sağlayan da işte bu “mefkûre” idi. Mefkûre yalnız hayvanî bir hayatta kalma içgüdüsü ile ortaya çıkan bir şey değildir. Bilakis mefkûre, sadece insana özgüdür. Sadece insandır ki yalnız kendisi için veya o an yaşayan toplum için değil, bundan bin sene sonra doğacaklar için dahi çalışabilir.
Mefkûre özünü millî kültürden, yani milletin kendisinden, millî seciyeden alır. Bu sayede her milletin mefkûresi farklıdır. Ortak olan ise mefkûre ateşinin yandığı milletin hızla yükselmesidir. Çünkü mefkûre ateşinin yanması demek millî şuurun hem halkta hem de aydında uyanması, canlanması ve yükselmesi demektir. Farklı durum ve şartlarda millî şuur yükselir ve mefkûre ateşi yanar. Bunun yolu da millî kültürün canlı bir şekilde yaşanması ile olur.
Millî kültürün canlı yaşanması demek, fertlerin kültürü şuurlu yaşaması ile olur. Yani fertler yaşattıkları kültür unsurlarının nereden geldiğini, amacını, anlamını bilir ve buna göre yaşar. Böyle yaşanan kültür artık canlıdır ve üretici konumdadır. Üretici kültür insanlarda bir his ve şuur uyandırır. Mefkûre ateşini yakan da bu his ve şuurdur. Yoksa her milletin kültürü vardır. Öyle veya böyle her millet kültürünü yaşar fakat neyi neden yaptığını bilmeyen milletler, kültürünü taklitten başka şekilde yaşamaz ve ilk taarruzda teslim olur. Teslim olmazsa içine kapanır. İptidai toplumlar içine kapanmayı başarabilirse yıkılmaz ama dünyadan bihaber yaşarlar. Ya da kültürünü canlı yaşamayan toplumlar günümüz tanımlamasıyla kültür emperyalizmine maruz kalıp başkalaşır. Ucube bir hale gelir. Kim olduğunu bilmez ve hep maruz kaldığı yabancı kültüre özenir ama yine de o yabancı kültüre de dahil olmadığı için ucube kalır.
Millî kültürün, bir millî şuur uyandırarak mefkûre ateşini yakması genelde sosyal gerilim anlarında olmaktadır. Bunun başka yolları da muhakkak ki vardır ancak Türk milletinin içinde bulunduğu durum sebebiyle sosyal gerilim anlarına bakmak yeterli olacaktır sanıyoruz. Sosyal gerilime bizim tarihimiz açısından en güzel misal Balkan Bozgunu ve Cihan Harbi’dir. Millî kültürden kopuşun ve yabancılaşmanın, özellikle aydın sınıfta belirgin olduğu Meşrutiyet sonrası; halkta da büyük bir manevî çöküş ve özgüvensizlik hali hâkimdi. Manevî çöküşün en büyük sebebi 93 Harbi idi. Türk milleti hiç olmadığı kadar düşmüştü. Savaştan sonra da bütün devletlerin fiili olarak vatan toprağında cirit atması halkta çöküşe neden olmuştu. Arada yaşanan Yunan Harbi bu çöküşü düzeltmeye yetmedi. Türk aydını ise sanki Meşrutiyet’in yeniden ilanının herkeste bir uyanışa sebep olacağını sanıyordu. Kendilerinin Abdülhamit’e karşı duyduğu nefretin ve buna bağlı hürriyet aşkının halkta da var olduğunu sandılar. Gerçekten de Meşrutiyet ilanı bir bayram havası yaratmıştı. Halkta büyük bir coşku vardı. Türk aydınının fark etmediği ise coşkulu olan halkın Türk halkı olmamasıydı. Rum, Ermeni, Bulgar, Sırp ve Arnavut halkı, oldukça coşkulu olmasına rağmen Türkler arasında büyük sessizlik hali vardı. Çok geçmeden Balkan Harbi patladı ve kısa sürede Türk ordusu Çatalca’ya kadar geriledi. O zaman anlaşıldı ki uyanışta olan Türk halkı değil, sâir halklardı. Türk millî uyanışı ise o zaman oldu. Türk milleti artık yeter dedi. Kısa sürede toparlandı, Edirne geri alındı. Bu uyanışla Cihan Harbi’ne girildi. Cihan Harbi, her ne kadar çöküşün sonuçlanmasını sağlasa da mefkûre ateşi bir kere yanmıştı. Mustafa Kemal gibi liderler sayesinde de bu ateş doğru kullanıldı.
Peki mefkûre ateşi niçin bu dönemde yandı? Bunu anlamak için millî kültürün Türk aydını tarafından yeniden keşfedildiği zamanı anlamak lazımdır. Girişte “biz” kavramından bahsetmiştik. Türk aydınının “biz” kavramını anlaması millî kültürü fark etmesiyle başlar. Bu minvalde Millî Edebiyat hareketi, Genç Kalemler mecmuası, Türk Ocağı ve Türk Yurdu dergisi gibi yayın ve kurumlar “biz” dendiğinde Türk’ü anlıyor, kültür dendiğinde Türk kültürünü anlıyordu. Ziya Gökalp’in Türk milletinin kurtuluşunu millî şuur ve mefkûrede görmesiyle çözüm belli oldu. Sonuçta bu düşüncenin Balkan Harbi sonunda idareye de hâkim olmasıyla mefkûre on yıl içinde tüm milleti kuşattı.
Zaman içerisinde bu mefkûre, önce idarede sonra halkta sönmeye başladı. Uzun süre mefkûre bir atalet devri yaşasa da 1960’lı yıllarda yeniden alev aldı. Bu kez adı “Ülkü” olmuştu. Türk aydını “ülkü”yü doğrudan halkla, içinden çıktığı toplumla tutuşturdu. Türk tarihinin son destanı da bu dönemde yazıldı.
Türk’ün “Kızılelma”sı önce mefkûre, daha sonra ülkü olarak günümüze kadar ulaştı. Fakat bugün içinde yaşadığımız toplumun en büyük sorunu yine ülküsüzlüktür. En büyük hedefi bir ev ve arabaya sahip olmak isteyen bir neslin çocuklarının şimdiki hedefi yurt dışında ortalama bir hayata sahip olmaktır. Bu da bir hedef değil midir? Evet, bir hedeftir ama ülkü değildir. Ülküler insan hayatıyla sınırlı maddî amaçlar değil; milletler kadar büyük, millî seciyeden doğan, insan ömrünü aşan hedeflerdir. O yüzden günümüz toplumunun da en büyük eksikliği bu ülküsüzlüktür. Ülküsüzlüğün sebebi ise yine millî şuurun yitirilmesi ve millî kültürün soğumaya başlamasıdır. Üstelik fizikî taarruz yüz yıl öncesinden çok çok daha düşük olmasına rağmen. Ancak kültürel ve manevî taarruz her zamankinden kuvvetli. Günümüzde yaşanan özgüvensizlik 93 Harbi gibi büyük bir bozgundan ortaya çıkmıyor. Ancak siyasi idarenin de uzun süre bu taarruza katılmasıyla Türk genci kendini hiç olmadığı kadar çaresiz hissediyor. Yine de neslimiz Türk milletine karşı bir mensubiyet eksikliğini -genel olarak- hissetmiyor.
İçinde yaşadığımız buhranın çözümü yine aynı yoldan geçiyor. Çünkü sorunun kaynağı yine aynı: Millî kültürden kopuştan kaynaklanan millî şuur eksikliği ve bunun doğurduğu ülküsüzlük. Bu sebeple çözüm aynıdır. Türk milletinin yükselmesinin yolu mefkûre ateşinin yeniden yanmasıdır. Bunu yakacak olan Türk gencidir. Türk gencinin ülküsünü öğrenmesinin yolu ise millî kültürünü bilmesinden, yaşamasından geçiyor. Ancak o zaman millî uyanış yeniden yaşanacak ve mefkûre ateşi yalnız bütün Anadolu’yu değil, yalnız Turan’ı değil tüm cihanı saracaktır.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.