Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları adlı eseri, onun 1911’deki Genç Kalemler’de çıkan yazılarından başlayarak 1923’e kadar çeşitli dergilerde yazdığı yazılarla şekillenen düşüncelerinin son ürünlerinden biridir. 1923’te son ürün olarak Türkçülüğün Esasları çıktı. Özellikle 1918’de, Yeni Mecmua’da çıkan “Türkçülük” yazıları, “Türkçülüğün Tarihi” yazıları; daha sonra Küçük Mecmua’da çıkan yazıları… Bütün bunlar Türkçülüğün Esasları’na bir başlangıçtır. Çok daha önce çıkan Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak… Aslında konumuz Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları’ndan sonrası. Türkçülüğün Esasları’nı ve Gökalp’ı merak edenler, daha önceki baskılarını okumamışlarsa bu yeni kitabı alıp okuyacaklardır.[1] Okumak zor geliyorsa, 5-6 yıl önce Türk Tarih Kurumunda Milli Düşünce Merkezi’nin bir ödül töreni dolayısıyla Ziya Gökalp’ı hayat hikâyesiyle anlatan bir konuşma yaptım, YouTube’da var, onu dinleyebilirler.[2] Dolayısıyla biz 1923’ten sonrasına yoğunlaşacağız. Ne var 1923’ten sonra? 1923’ten 1931’e kadar Türk Ocakları ve onun dergisi Türk Yurdu var. Türk Ocakları tekrar kuruluyor kapandıktan sonra ve onun çıkardığı Türk Yurdu dergisi var. Ocak üzerinde birkaç doktora tezi yapıldı, bunları okumanızı tavsiye ederim. İbrahim Karaer, Yusuf Sarınay tarafından… Sonra Türk Yurdu dergisi Arslan Tekin tarafından yeni yazıya çevrilerek yayımlandı. Gerek Türk Yurdu dergisi olsun gerek Türk Ocakları, Atatürk’ün devrimlerini halka yaymak yolunda çok ciddi faaliyet göstermişlerdir. Yani Türk Yurdu dergisinde de bunu görürsünüz Türk Ocaklarının yurdun her tarafında açılan şubelerinde de bunu görürsünüz. O zamanki Türk Ocaklarına bugünkünden daha ileride diyebiliriz.

1924 yılında Dergâh dergisi çıktı. Dergâh dergisi aşağı yukarı 40 sayı kadar sürdü. Yahya Kemal’in çıkardığı bu dergide Mustafa Şekip Tunç, Mehmet Emin Erişirgil gibi isimler var ki bunlar Türk düşünce tarihinde önemli isimlerden sayılırlar. Bu dergi daha çok Anadoluculuk fikri etrafında yayın yaptı ancak bunu daha sonra gelecek olan farklı Anadoluculuk fikriyle karıştırmamak lazım. Dergâh, 1071’den sonra Anadolu ve Balkanlarda mayalanmış Türklüğü savunan bir dergidir. 1924’ten itibaren bir de Anadolu dergisi var. Burada Mükrimin Halil Yinanç öne çıkıyor. Mükrimin Halil Yinanç o zamana kadar bir tarihçi olarak oldukça isim yapmış. İslam tarihi ve Selçuklu tarihi üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırmış. Aynı şekilde, o da daha öncesine fazla eğilmeyerek Anadolucu fikirlerini Anadolu Türkleri Tarihi olarak bu dergide işlemişti. Hatta kendisi diyor ki “Tarihimize ne ad vereyim diye düşündüm, en uygun terim olarak bunu buldum: Anadolu Türkleri Tarihi.”

1930’larda neler oluyor? 1930’ların başında Atatürk; Türk Tarih Kurumunu 1931 yılında, 1932 yılında Türk Dil Kurumunu, 1936’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesini açıyor. 1924’te de Fuat Köprülü’ye, İstanbul Üniversitesinde Türkiyat Enstitüsünü kurdurtmuştur. 1930’ların başında bu kurumları açıyor ve bu kurumlarda; Türk kültürünü, Türk tarihini, Türk dilini, araştırmalara dayalı olarak inceletmek istiyor. Tarih Kurumunda incelenmesini istediği kendisine göre bir tarih tezi var. Bunun yanında Dil Kurumunda bir dil tezi var. Türk Tarih Kurumu tarafından bir heyete yazdırılan Türk tarihi var. Buradan çıkarılmış dört ciltlik liseler için yazılmış Türk Tarihi kitabı var. Bu dört ciltlik Türk Tarihi kitabı lise seviyesinde. Lise seviyesi deyince bugünkü liseleri düşünmeyiniz tabii, oldukça yüksek seviyede bir kitap bu. Yıllarca okutuluyor liselerde. Türk aydınına Türk tarihine bir bütün olarak bakmayı, Türkiye dışındaki Türkleri de onların tarihini de bir bütün olarak görmeyi yerleştiren eser diyebilirim. Üstelik liseler için yazıldığından ve liselerde okutulduğundan o dönemde yetişen Türk aydını, bu eserler sayesinde Türklüğü bir bütün olarak görüyor. Bu eserleri yazdıran Atatürk. Türk Tarih Kurumunun başında bulunan; Türkçülüğün, Ziya Gökalp’tan sonra ikinci ismi diyebileceğimiz Yusuf Akçura, aynı zamanda bu eseri yazan heyetin başındadır. Heyette, Şemsettin Günaltay ve Sadri Maksudi Arsal da var. Bu tarih kitabı böyle önemli.

Türk Ocaklarının kapatılması da 1931 ve Atsız Mecmua’nın çıkışı da 1931. Aylık Atsız Mecmua toplam 17 sayı çıkıyor. Bir nevi resmî Türkçülük ile sivil Türkçülük ayrımı ortaya çıkıyor. Yani doğrudan doğruya devlet tarafından yürütülen, biraz önce bahsettiğim kurumlar ve Türk Tarihi kitabı tarafından aydınlara verilmek istenen Türkçülük, resmi Türkçülük; bir yandan da Türk Ocakları kapatıldıktan sonra bir bakıma onun yerini alan Atsız Mecmua ile bir nevi sivil Türkçülük ortaya çıkıyor.

Atsız Mecmua başlangıçta, Atatürk’ü bir Türk dâhisi olarak Türk kamuoyuna sunmuştur. Atsız Mecmua’nın ilk sayılarında Atsız bizzat, içtimaî fikirlerin, Avrupa’daki içtimaî nazariyelerin yani sosyal teorilerin ve iktisadi teorilerin Türk İstiklal savaşını açıklayamayacağını; Atatürk gibi bir dâhinin ortaya çıkmasının onların nazariyeleriyle açıklanmayacak büyük bir mucize olduğunu yazıyor. Atatürk’e karşı da büyük bir hayranlığı, Atsız’ın yazılarında hissediyorsunuz. Atsız Mecmua, sivil milliyetçiliği, yani sivil Türkçülüğü temsil ediyor. Resmi Türkçülük de andımızın yazarı Reşit Galip, -soyadı yok maalesef erken öldü- tarafından temsil ediliyor, diyebiliriz. Hatta, Reşit Galip ile Atsız’ın karşı karşıya gelişi var. Nedeni ise 1932 tarihindeki 1. Tarih Kongresinde, Reşit Galip’in Zeki Velidi’ye karşı hakarete varan çıkışlarıdır. Zeki Velidi’ye karşı hakarete varan bu çıkış üzerine Atsız ve arkadaşlarının, – o zamanlar Atsız asistan ve Atsız Mecmua’yı çıkarıyor- gönderdikleri bir telgrafla: “Biz Zeki Velidi’nin talebesi olmakla iftihar ediyoruz” der. Çünkü Reşit Galip, “Zeki Velidi Hoca’nın bir öğrencisi olmadığıma memnunum, şimdiki öğrencilerine de yazık” benzeri şeyler söylemişti.

Zeki Velidi’nin 1932’deki Tarih kongresinde söylediği “Orta Asya’da bir deniz vardı, kurudu, Türkler oradan yayıldı gibi görüşlerin ilmî temelleri yok.” gibi sözleri üzerine Reşit Galip, Zeki Velidi’ye hakaret eder. Türk Ocağı’nın binasında oluyor o kongre. Reşit Galip’in sözlerine karşı da Atsız ve arkadaşları az önceki telgrafı çekiyor. Böylece karşı karşıya gelmiş oluyorlar. Reşit Galip o sırada Türk Tarih Kurumunun genel sekreteri ama birkaç ay sonra Maarif Vekili, yani Milli Eğitim Bakanı olacaktır. Darülfünun da Milli Eğitim Bakanlığına bağlıydı o zaman. Darülfünun sonra İstanbul Üniversitesi olacak. Reşit Galip Maarif Vekili olunca Atsız asistan iken Fuat Köprülü’ye baskı yapar. Dolayısıyla Atsız Darülfünundan atılacaktır. Böylece, bir bakıma resmî milliyetçiliği temsil eden Reşit Galip ile Atsız karşı karşıya gelir. Aralarında yaş farkı var, Atsız genç ve heyecanlı Reşit Galip de genç, çok yaşlı değil.

Atsız üniversiteden atılınca ve Atsız Mecmua da kapatılınca 1933-1934 yılında Edirne’de Orhun dergisini çıkarır. Önce Malatya’ya sürülmüş Türkçe öğretmeni olarak. Malatya Ortaokulundan sonra Edirne’de lise öğretmeni olur. Lise öğretmenliğinde de uygun bir ortam var, önemli isimler var Edirne’de hocalık yapan. Orhun dergisini çıkarıyor. O da aylık ve 9 sayı çıkabiliyor.

Ne yapıyor Atsız? İşte o resmî milliyetçiliğe karşı çıkıyor ve bu tarih kitaplarını eleştiriyor. Biraz önce size sözünü ettiğim o tarih kitapları aslında milliyetçi bir ruhla yazılmış tarih kitapları fakat Atsız, yanlış olmaz diyor. Birtakım yanlışları söylüyor ve o açıdan eleştiriyor. Bir de Türk devletlerinin devamlılığı düşüncesiyle yazılmadığı için eleştiriyor. Dolayısıyla 1934 yılında Orhun dergisi de kapatılıyor ve 1934 yılından 1939-1940 yılına kadar Atsız, yeniden bir dergi çıkarmıyor. Birkaç küçük kitabı var, birkaç polemik kitabı var. Birisi Nazım Hikmet’e karşı yazılmıştır.

Atsız Mecmua aydınlar üzerinde son derece etkili olmuş bir dergidir. Biliyorsunuz ki insanlarda genellikle resmî katlardan, resmî taraflardan gelen fikirlere karşı tepkiler olur. Hiç olmazsa milliyetçilik oradan insanlara veriliyor okullarda. Bir yandan da Atsız Mecmua sayesinde resmî milliyetçilik dışında insanlarımıza, daha çok okur yazar takımına milliyetçilik fikri aşılanıyor.

Atsız Mecmua ve arkasından Orhun dergisi aynı zamanda Atsız’ı şöhrete ulaştıran yayınlardır. Atsız Mecmua ve Orhun çıkarken o yıllarda sosyalistlerin çıkardığı bir dergi de var: Kadro dergisi. Kadro dergisi, Ocak 1932 ve Ocak 1935 arasında çıkmıştır. Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya Aydemir tarafından çıkarılmış ki bunlar 1929 Komünist tevkifatında tutuklanmış isimler. Bu söylediğim isimler Türkiye’deki komünist hareketlerinin ilk isimlerindendir. Başlarına Yakup Kadri gibi mutedil bir ismi getiriyorlar. İşte bu Kadro dergisi sosyalist yetiştiriyorken ona karşı Atsız Mecmua Türkçü yetiştiriyor diyebiliriz. O arada yine resmî milliyetçiliği yürüten iki organ var. Birisi bir kurum: Halkevleri. Türk Ocakları kapatıldığından Halkevleri, bir nevi Türk Ocaklarının yerini alıyor. Türk Ocakları da şubeleriyle Anadolu’nun şehirlerine, kasabalarına medeniyeti götürme, tiyatroyu götürme gibi görevler yapıyordu 1920’lerde. 1930’larda, 1940’larda bunu Halkevleri yapıyor. Daha sonraki Halkevlerinden bahsetmiyorum. Onun yayın organı olan Ülkü de Türk Ocaklarının yayın organı Türk Yurdu’nun yerini almış oluyor. Ülkü dergisinde, 1930’larda ve 1940’larda son derece önemli yazılar var. Çoğu yazılar Türk milliyetçisi olarak bildiğimiz insanlar tarafından yazılmış yazılardır. Zaten daha çok Fuat Köprülü uğraşıyor Ülkü dergisi ile. Ülkü kelimesinin mefkûre yerine yerleşmesinde de birinci derecede rolü olan bir dergidir Ülkü dergisi. Atsız o arada Atsız Mecmua’da mefkûre kelimesini kullanıyor. Onun Türkçesi olarak da “dilek” kelimesini birkaç defa kullandığını hissediyorum ama sonradan o da hep ülkü kelimesini kullanacaktır. Bir yandan resmi, hükümet katlarından gelen Türkçülük, bir yandan da aşağıdan sivil Türkçülük yaşıyor, zaten daha Millî Mücadele’nin ruhu taze. Bu sebeple 1930’lardaki gençler ve aydınlar ister sivil olsun ister resmî hepsi Türk milliyetçisidir. Daha doğrusu hemen hemen hepsi Türk milliyetçisidir. Kadro’nun etkisinde kalanlar hariç diyebiliriz.

Bunu anlamak için 1933 yılındaki iki gençlik hareketine dikkatinizi çekeyim. Bunlar 1933 yılının hemen başlarında yaşanan Vagon-Li ve Razgrad olaylarıdır. Üniversite gençliğinin yaptığı büyük gösteriler bunlar. Razgrad olayı, Bulgaristan’daki Türk mezarlığının tahrip edilmesi üzerine İstanbul’daki üniversite gençliğinin galeyana gelip büyük bir gösteri yapmasıyla başlamıştır. Bizimkiler bir gösteri yapıyorlar, hatta yetkililer köprüleri kaldırılıyor ki göstericiler, Bulgar mezarlığına gidip orayı tahrip etmesin diye. İstanbul’da bir de Bulgar Mezarlığı var, bizim gençler yani Türkçü gençler, mezarlığa kadar ulaşmayı başarıyorlar ve mezarlığa çiçek koyuyorlar. Bu, Türk milliyetçiliği tarihinde bence çok önemli sembolik değeri olan bir olaydır.

Vagon-Li hadisesi de Fransız şirketi Vagon-Li’deki bir çalışanın Türkçe konuşmasına karşı oradaki müdürün, “Bu hangi dilde havlıyor.” demesi ve bunun basına düşmesi üzerine gençlerin yaptığı büyük bir gösteridir. Hava öyle o zamanlar. 1936’da Hatay için de aynı şekilde büyük gösteriler yapılıyor. 1939 ve 1940’ların başı. İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu zamanlar, bir yanda sosyalist dergiler bir yanda da Türkçü dergiler âdeta pıtrak gibi ortaya çıkıyorlar. Dört beş Türkçü dergi, dört beş sosyalist dergi. Sosyalistlerin gazetesi de var, bizim yok. Tan önemli bir gazete.

Reha Oğuz Türkkan çok genç, Ergenekon, Bozkurt, Gökbörü… Biri kapatılıyor biri açılıyor. Bunlar üç beş sayı çıkıyor. İlkini çıkardığı zaman 20 yaşında Reha Oğuz Türkkan. Kitap Sevenler Kurumu diye bir kurum kuruyor hemen 1940’ların başında. Babası Tapu Kadastro Genel Müdürü. Şimdi o kadar önemli değil bu makam ama o zamanlar, bakanlıklardan sonra gelen belki de en önemli makamlardan biri. Dolayısıyla bazı bakanları, önemli isimleri Kitap Sevenler Kurumunun üyesi yapıyor. O tarihe kadar yani 1940-1941’e kadar yayınlanmamış olan Türkçülüğün Esasları, yeni harflerle ilk defa işte bu Kitap Sevenler Kurumu tarafından çıkarılıyor. Bir de Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Çağlayanlar adlı hikâye kitabını Kitap Sevenler Kurumu çıkarıyor. Reha Oğuz Türkkan 20-21 yaşında, çok genç, atak, motosikleti ile oradan oraya dolaşıyor. Türkçülüğe Giriş, İleri Türkçülük diye Türkçülüğün bir nevi nazariyesini kendine göre o yaşta oluşturacak kitaplar da yazıyor. Maalesef onları görmedim ve okumadım ama bu konuya meraklı gençlerin Reha Oğuz Türkkan’ın o yıllarda çıkardığı kitapları okumasını, incelemesini tavsiye ederim. Hatta Reha Oğuz hakkında mastır tezi falan da yapılabilir.

1940’larda başka önemli neler var? 1941’de Çınaraltı dergisi. Birkaç yıl devam ediyor. Haftalık bir kültür ve sanat dergisidir. Orhan Seyfi Orhon, Meşrutiyet’ten gelen bir Türkçü. Ziya Gökalp’ın yetiştirdiği Türkçülerden. Hecenin beş şairi Orhan Seyfi Orhon’un çıkardığı Çınaraltı, Devlet dergisi gibi tabloid, yarım gazete boyunda. Burada mesela Atsız’ın yazıları da var Necdet Sançar’ın yazıları da var. Atsız, Orhan Seyfi’nin yazıhanesine gidip konuşuyor, sohbet ediyor sık sık orada.

1942’de Türk Ocakları mevcut olmadığı halde bir de küçük boy Türk Yurdu dergisi çıkarılıyor. Bu da son derece kaliteli, zengin muhtevalı bir dergi. Hasan Ferit Cansever tarafından çıkarılıyor. “Türklüğün faydasına çalışır” alt başlığı ile. Hasan Ferit Cansever de Meşrutiyet’ten gelen Türkçülerden birisi.

1943-44’te Atsız, Orhun dergisini tekrar onuncu sayıdan başlayarak -9. sayıda kapanmıştı- çıkarıyor. 1944’teki o iki açık mektubunu biliyorsunuz. O iki açık mektubundan sonra bildiğiniz Sabahattin Ali-Atsız davası… Arkasından tutuklamalar… Cezaevine girecek kadar ceza verilmediği halde, 9 Mayıs’ta Atsız tutuklanıyor. 3 Mayıs olayları ikinci duruşma sırasında oluyor. 9 Mayıs’ta 3. duruşma ve 9 Mayıs’taki tutuklamalar… Bu tutuklamalar bu defa 3 Mayıs gösterilerini yapanların gizli bir örgüt kurdukları, hükümeti devirmek istedikleri, Almanlar lehine Türkiye’yi savaşa sokmak istedikleri suçlamasıyla yapılıyor. Bildiğiniz Irkçılık-Turancılık davaları. 23 kişi de tutuklanıyor ve yargılanıyor. Zeki Velidi Togan ve Atsız başta olmak üzere, Reha Oğuz Türkkan… Alparslan Türkeş de -o zamanlar genç bir subay- Erdek’ten alınıyor. 23 kişiyi bilirsiniz, konumuz bu değil, oraya dalmayalım.

3 Mayıs 1944 hadiseleri, Türkçülük tarihinde bir kırılma noktasıdır. Çünkü o zamana kadar gerek Atsız’ın tenkit ettiği şekilde resmî kanaldan gerek sivil kanaldan gençlere verilen Türk milliyetçiliği fikri, İsmet İnönü’nün 19 Mayıs nutku ile devletin tehlikeli akımları arasına giriyor. Bu bakımdan önemli bir kırılma noktasıdır. Artık Millî Eğitim Bakanlığı tarafından Türkçülük âdeta yasaktır. Liseyi bitirenler artık mutlaka Türk milliyetçisi olarak çıkmayacaklardır. O zamana kadar Türk milliyetçisi olarak çıkıyorlardı. Bilhassa edebiyat derslerinin müfredatı ve biraz önce bahsettiğim tarih kitaplarıyla ortaya konan tarih derslerinin müfredatı dolayısıyla Türkçü olarak çıkıyorlardı. Doğru-yanlış, işte Orta Asya, Hititler vesaire onları bir yana bırakıyorum ama netice itibarıyla hepsi Türk milliyetçisi. Kafatası ölçmek vesaire…. Bunlar da var Atatürk’ün zamanında ama netice olarak aydınlarımızın hepsi liselerden Türk milliyetçisi olarak mezun oluyorlardı. Kendilerini Türk hissetme, kendilerini Türk olarak tanıma konusunda hiç kimsenin bir şüphesi yoktu. Tartışmalar varsa da ancak Türk olarak hissedenler arasındaki nüanslar şeklinde ortaya çıkıyordu. 23 Türkçü, 1945 yılında beraat etti. Daha önce Askerî Yargıtay verilen cezaları bozmuştu. 1945 yılında Zeki Velidi’ye 10 yıl, Atsız’a 6 yıl, Reha Oğuz Türkkan’a 5 yıl… 10 kişiye ceza verilmişti. Askerî temyize başvurdular. Askerî temyizden sonra, ceza verilmeyen 13 kişi çıktı, 10 kişi kaldı. 10 kişi de 1945 yılında 2. Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından tekrar yargılanıp beraat ettiler.

1940’ların ikinci yarısında birkaç Türk milliyetçisi dernek ve dergi var. Bunların isimlerini söylemek istiyorum. Dergiler; Türkçülük (1946), Özleyiş (1946), Kürşat (1947), Altın Işık (1947), Kızıl Elma (1947). Dernekler; Türk Kültür Ocağı, Türk Gençlik Teşkilatı, Türk Kültür Derneği ve daha birkaç dernek var. Mesela Türk Gençlik Teşkilatında Şadi Pehlivanoğlu’nun “Tanrı Türk’ü korusun” sözü o teşkilatın uranı olarak -slogan yerine kullanıyorum bunu- meşhur olmuştur.

Bu arada Anadoluculuğa farklı bir veçhe vermiş olan, Nurettin Topçu’nun hâkim olduğu Hareket dergisi de 1946 yılında çıkar. Nurettin Topçu’nun da 1946’da değil, 1950’lerde, 1960’larda etkili olduğunu görüyoruz. Öte yandan Hisar dergisi, bir fikir dergisi değil ama Türk milliyetçiliğini sanatta temsil eden bir dergi olarak 1950’den 1980’e kadar çıkar.

1950’nin başında ne oluyor? İktidar değişiyor biliyorsunuz. Demokrat Parti iktidara geliyor. O sırada, 1940’ların ikinci yarısında İstanbul, Ankara ve hatta Kayseri’de teşkilatlanan o dernekler, “biz bir araya gelelim, tek bir dernek olalım” diyorlar. Hemen 1950’lerin başında önce bir federasyon olarak kurulan Milliyetçiler Federasyonu, 1951 yılında da Türk Milliyetçiler Derneği adını alıyorlar. Bu da kısa zamanda Anadolu’nun her tarafında şubeleri açılan büyük bir dernek hâline geliyor ki bizim neslin ağabeyleri genellikle bu dernekten yetişmiştir.

Türk Milliyetçiler Derneği’nin ilk başkanı Haluk Karamağralı, ikinci başkanı ise Sait Bilgiç’tir. Sait Bilgiç, Demokrat Parti’nin milletvekili ve 1944’te tutuklanan 23 kişiden birisidir. 1944 olaylarında olduğu gibi hapishane vesaire olmamakla beraber Demokrat Parti devrinde, 1953 yılında Milliyetçiler Derneği kapatılarak Türk milliyetçilerine karşı aynı vaziyet alınıyor hükümet katları tarafından… Nasıl İnönü ayrı bir yapı istemiyorsa ve Türk milliyetçiliğini bir nevi tehlike olarak görüyorsa Demokrat Parti hükümeti de benzer bir tavırla Türk Milliyetçiler Derneği’ni 1953 yılında kapatıyor.

1952 yılında Demokrat Parti içinde birkaç milliyetçi var, birkaç sosyalist var ve hatta bölücü var. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı olan bütün akımları toplamıştı. Demokrat Parti içinde o birkaç milliyetçiden ikisi daha 1952 yılında Demokrat Parti’den kopuyorlar: Remzi Oğuz Arık ve Cezmi Türk. Remzi Oğuz Arık ve Cezmi Türk 1952 yılında Türkiye Köylü Partisi’ni kuruyorlar. Bunu özellikle belirtiyorum çünkü Milliyetçi Hareket Partisi’nin kökeninde bu parti var. Türkiye Köylü Partisi daha sonra Millet Partisi ile birleşecek Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi olacak, o da sonra 1969’da MHP olacak. Tahsin Demiray da Türkiye Köylü Partisi’nin sonraki başkanı olacak. Remzi Oğuz Arık, Anadoluculuğu temsil eden Nurettin Topçu gibi değil, Mükrimin Halil Yinanç gibi. Mükrimin Halil Yinanç da Remzi Oğuz Arık da Atsız’ın arkadaşlarıdır. Hatta Mükrimin Halil Yinanç yakın arkadaşıdır yani sık görüşürler İstanbul’da olduğu için. Öbürü Ankara’da olduğu için sık görüşmezler ama arkadaştırlar. Çünkü onların Anadoluculuğu Anadolu’daki Türk’ü reddetmez. Nurettin Topçu’nun Anadoluculuğunda ise Anadolu’daki milletin, Orta Asya’dan gelenlerle Anadolu’da daha önce mevcut olan Hititler vesairenin karışması ile bir halita oluşturan yeni millet olduğunu ileri sürer ki tabii bu Anadoluculuk, Türk milliyetçiliği içinde önemli bir sapmadır ve küçük bir grup olarak ama elit bir grup olarak uzun süre devam etmiştir.

Burada bir eleştiri yapalım, eleştireceğiz ya, bu tarihe kadar ve sonrasında bugüne kadar Türk milliyetçileri âdeta hep savunmada kalıyorlar. Bizim Ülkücü Hareketin, komünistlere karşı olan savunmasından bahsetmiyorum. Kültür konusunda da hep savunmada kalıyorlar. “Bizim musikimiz gidiyor, dilimiz gidiyor, âdetlerimiz gidiyor” şeklinde savunmada kalıyorlar. Bakınız Türk Milliyetçiler Derneği’nin nizamnamesinde gaye maddesinde şöyle diyor: “Allah, vatan, soy, tarih, dil, anane, sanat, aile, ahlak, hürriyet ve millî mukaddesat esaslarına dayanan Türk milliyetçiliğini işlemek, Türk milletini meydana getiren unsurları muhafaza etmek ve bütün milliyetçileri teşkilatlandırmak.” İlerletmek yok. Halbuki Ziya Gökalp’ta ve Atatürk’te var değil mi? Ziya Gökalp’ta çağdaşlaşmak, muasırlaşmak, Garp medeniyetindenim anlayışı; Atatürk’te ise Türklükle beraber hemen hemen aynı miktarda ifade ettiği muasırlaşmak, asrileşmek anlayışı var. Türk milliyetçilerinde ise 1951’de böyle ve bugüne kadar Türk harsına yönelen tecavüzler ve milliyetçiliğe aykırı cereyanlarla fikir yoluyla mücadele etmek var. Türk milliyetçilerini örnek insanlar olarak yetiştirmek, aşağı yukarı böyle. Rahmetli Erol Güngör’ün 1970’lerde çıkan kitaplarında da benzer şeyler var. Yani Türk kültürünü koruma, yabancılaşan aydınlara karşı Türk kültürünü koruma…

Peki Türk milliyetçileri ilerlemek için ne yapacaklar? 1950’lere kadar sadra şifa diyebileceğim, bir kitap, bir yazı gördüm. Türk’e Doğru,[3] ihmal ettiğimiz bir kitap. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun kitabı. Aşağı yukarı Ziya Gökalp’ın tehzip konusunu en iyi işleyen kitaplardan biri. Yani halka giderek halk kültürünü, halk şiirini, halk müziğini, halk danslarını hatta mobilyayı, mimariyi modern tekniklerle işlemek fikrini ayrıntılarıyla anlatır. Gökalp da Türkçüğün Esasları’nda bunu anlatır uzun uzun.

Bir de Peyami Safa’nın aynı yıl bir makalesi var. Peyami Safa’nınki çok daha açık, birkaç defa yazdım bunu. Biraz uzunca olabilir ama ben çok önem veriyorum buna. Yani ilk muhasebeyi, ilk hesaplaşmayı Peyami Safa daha 1942 yılında yapmıştır. [4] Şöyle yazıyor:

Sanatta milliyi, anane ve tarih köklerine irca yoluyla izah edenlere sorunuz.” Yani geleneğe ve tarihe irca edenlere, indirgeyenlere sorunuz. “Tiyatroda millî, Hüseyni peşrevi ve Kozanoğlu türküsüdür. Resimde millî, şalvardır. Mimaride millî, çini ve kubbedir. Dansta millî, zeybek oyunudur. Şiirde millî, Karacaoğlan’dır. Romanında millî, Memiş’in Kezban’a vurulmasıdır. Böyle bir millî telakkisi Türk olmak hakkını tiyatroda yalnız Hacivat’a, Kavukluya ve benzerlerine, musikide, çifte telliye, karcığar saz semaisine ve benzerlerine, resimde şalvara, potura ve benzerlerine, mimarîde çiniye, kubbeye, şadırvana ve benzerlerine, dansta zeybeğe, horona ve benzerlerine, şiirde Karacaoğlan’a, Dertli’ye ve benzerlerine, romanda Memiş’e, Kezban’a, Zeynep’e ve benzerlerine veriyor. Böyle bir millî telakkisinin elinde ‘hars millî, teknik beynelmileldir’ tarzında genel ve her tefsire -burada Gökalp’a bir gönderme var ama aslında yanlış, Gökalp tam da kendi istediğini istiyor bence- kırıtan aşüfte bir formül var. Fakat harsın kökü ortaoyunu ve karagözse, çifte telli, şalvar, kubbe, zeybek, Âşık Kerem, Memiş ve Kezban ise tekâmülü de mutlaka bunlar mıdır?

Bu soru son derece önemlidir. Kökü bunlarsa tekâmülü de gelişmesi de bunlar mıdır? Bu soruyu 1942’de soruyor Peyami Safa ve o zamandan beri bunun üzerinde pek fazla düşünmedik. “Bu tohumlarla, bunlardan çıkmasını özlediğimiz ağaçlar arasında biçim, hacim ve keyfiyet bakımından hiçbir istihale farkı olmayacak mıdır? Olacaksa Karagöz’de arayacağımız şey -burada çözüm gösteriyor gibi- Türk humor ve nüktesinin, çiftetellide arayacağımız şey Türk melodisinin ve ritmik dehasının, şalvarda arayacağımız şey Türk giyim estetiğinin, kubbede, zeybekte, Dertli’de ve Zeynep’te arayacağımız şey Türk inşasının, şiir ve hayat anlayışının genel vasıfları ve tekâmül istidatları yani bunlardaki tekâmül istidatlarıdır.” diyor. Daha önemli sözler var ama fazla uzar. Demek ki 1942’de doğrudan doğruya tenkit Peyami Safa’dan geliyor. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu da kocaman bir kitap yazmış. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Gökalp’ın yetiştirdiği isimlerden biridir ve Atsız, 1944’teki birinci mektubunda “Bu komünistler işi azıttılar.” derken Baltacıoğlu’nun başından geçen olayı anlatıyor. Baltacıoğlu, Milli Türk Talebe Birliği’nde konferans veriyor. O zamanki komünistler de lüzumsuz alkışlamalarla, gülüşmelerle onu sabote ediyorlar. Atsız, birinci mektubunda bu hadiseyi örnek veriyor.

Evet, milliyetçilerin tutumuna karşı 1940’larda içeriden böyle tenkitler var. Bakalım daha sonra ne olacak? 1951’de Kültür Değişmeleri kitabı önemli bir nokta. Mümtaz Turhan’ın Kültür Değişmeleri yani onun doktora tezi önemli. Ziya Gökalp’ın kültür-medeniyet ayrımına bir karşı çıkış var orada. 1955’te Sadri Maksudi’nin Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları son derece önemli. Milliyetçiler Derneği kapandıktan ve bu kitaptan sonra yani 1955’ten sonra diyebilirim ki Türkçülükte, 1960-1961’e kadar bir suskunluk devresi var. Altan Deliorman, Atsız’la ilgili kitabında bir yerde bunu çok güzel anlatıyor.[5] 1955’ten sonra Türk milliyetçileri uyudular, uyutuldular. Sosyalizm de uyutuldu ama 1960’tan sonra sosyalistler büyük bir birikimle ortaya çıktılar. Türk milliyetçileri o kadar hazırlıklı değildi diyor.

Neyse ki Alparslan Türkeş vardı. 27 Mayıs darbesinden sonra Türkeş Bey’in birkaç teşebbüsü var. Bu teşebbüslerden bir tanesi Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulması, birisi Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsünün kurulması. Kendisi Hindistan’a sürüldükten sonra bu teşkilatlar kuruluyor ama düşünce ve teşebbüs Türkeş Bey’e aittir.

1961’de kurulan Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1962’de aylık Türk Kültürü dergisini çıkarıyor. 1990’lardaki bağımsızlık dönemine kadar 30 yıl boyunca Türk dünyası konusunda Türk gençlerini ve Türk aydınlarını aydınlatan o mavi kapaklı Türk Kültürü dergisi olmuştur.

şünen Adam dergisi var 1961’de. Gazeteler olarak Son Havadis ve Yeni İstanbul. Bunlar 1960’ların başında kapatılmış olan Demokrat Parti kamuoyunu temsil etme durumunda olan -artık benim de yaşadığım, benim neslimin yaşadığı dönemler bunlar- ve Gökhan Evliyaoğlu gibi çok kuvvetli bir başmakale yazarının, Galip Erdem gibi çok kuvvetli bir fıkra yazarının devreye girdiği dönemler, 1960’ların başı. Peyami Safa’nın son dönemleri, o da çok güçlü fıkra yazılarıyla bizi o çok etkiliyor.

1962’de iki dergi var: Millî Yol, haftalık dergi. 44’lülerden İsmet Tümtürk tarafından çıkarılıyor. Haftalık milliyetçi siyasî dergi. Bir de Ankara’da çıkan Orkun dergisi. O da aylık dergi. Bu iki dergi, Türkeş Bey’in Hindistan’dan döndükten sonra girişeceği siyasî hareketi hazırlıyor. Mesela Türkeş Bey’in Hindistan’dan, Menderes’in asılmaması için yazdığı mektubu Millî Yol yayınlıyor. En önemlisi de şu: İleri gelen Türkçülerin bir araya gelerek hazırladığı fakat esas itibariyle Atsız’ın kaleme aldığı “Türk Milletine Çağrı” makalesi var. Hemen ilk sayısında Orkun’un, Millî Yol’un da 6. sayısında çıkan ‘Türk Milletine Çağrı’ adlı uzun bir makale var. Bu son derece önemli. 9 Işık’ın nüvesi… Bu yazının sonundaki 9 umde, temel programın 9 umdesi şunlar: Türkçüyüz, arınmış Türkçeciyiz, yasacıyız, toplumcuyuz, millî gelenekçiyiz, demokrasiye taraftarız, ahlakçıyız, bilimciyiz, teknikçiyiz. Görüyorsunuz ki sonraki 9 Işık’ın aşağı yukarı nüvesi oluyor.

Türkeş Bey döndükten sonra da CKMP’ye giriyor. 1965’te genel başkanı oluyor ve 9 Işık doktrinini ortaya koyuyor. Milliyetçilik, Ülkücülük, Ahlakçılık, İlimcilik… Milliyetçilerin eksik yanları giderilmeye çalışılıyor. İlimcilik konuyor, toplumculuk konuyor. Köycülük, baştan, Atsız Mecmua’dan beri çok üzerinde durulan bir kavram. Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik, Gelişmecilik ve Halkçılık, Endüstricilik ve Teknikçilik. Ama dikkat ederseniz sanatla ilgili bir şey yok. Gerçi Türkeş Bey, “Sanat Türk milliyetçiliğinin kanatlarıdır.” der ama 9 Işık içinde yok.

Milliyetçi Hareket Partisi ile 1969’daki Devlet dergisi ve 1971’deki Töre dergisiyle Türk milliyetçiliğinin bu eksik tarafları tamamlanmaya çalışılıyor. Yani sanatta eksik tarafları ve fikirde eksik tarafları tamamlanmaya çalışılıyor. Fikirde eksik tarafları. Benden sonra dinleyeceğiniz İskender Öksüz tarafından, galiba yanlış söyledim, Ayhan Tuğcugil tarafından Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi çıkacaktır ama birkaç sene sonra. Galiba 1977’de.

1970’lerde Türk milliyetçiliği ile ilgili birkaç önemli kitap var, onları da söyleyeyim. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi (1968); İbrahim Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri (1970); Kurt Karaca, -eksik tarafları tamamlamaya çalışan kitaplardan birisi de bu- müstear ismiyle biliyorsunuz Fikret Eren, Milliyetçi Türkiye. Milliyetçi Toplumcu Düzen, alt başlığı. Burada millet sektörü var.

Gençleri toplamaya çalışıyor Türkeş Bey. Başlangıçta hızla Marksizm’e doğru kayan o zamanki gençleri özellikle toplumculuğa vurgu yaparak bir kısmını kazanmıştır. Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nde de gelişmecilik ve ilim üzerinde ısrarla durulduğunu görürsünüz. Erol Güngör’ün kitapları da 1970’lerin ortalarında, Kültür Değişmeleri ve Milliyetçilik, İslamın Bugünkü Meseleleri, Türk Tasavvufunun Meseleleri… Dediğim gibi Erol Güngör’ün kitapları da bir nevi hep Türk kültürünü savunma. Savunmada haklıyız tabii ki, savunma içinde olmakta haklıyız çünkü bir yandan musikimize saldırılıyor, dilimize saldırılıyor. Haklıyız ama hani o Gökalp’ın tehzip diye anlattığı, biraz önce Peyami Safa’dan okuduğum hususlar? Yani ne yapacağız? Gelenekle ve tarihteki köklerle yetinecek miyiz? Savunmada haklıyız ama gelenekle, mevcut türkülerimizle, mevcut şarkılarımızla -hatta onları da kaybediyoruz, şarkı türüne indi klasik müzik. Şarkıdan başka sanki yok- yetinecek miyiz ve yeni ne yapacağız? Biliyor musunuz, Gökalp’ın Türkçülük kelimesinden önce kullandığı kavram ‘Yeni Hayat’tır. Bu, Türkistan’daki Ceditçilik ile de örtüşüyor. Sonra, bunun adı Türkçülük oldu diyor Gökalp’ın kendisi. Yeni ne yapacağız, onlar yok. Daha sonra da Ahmet Arvasi’nin Türk-İslam Ülküsü’ne kadar geldik, o da 1979. Bu arada son bir kitaptan bahsedeyim. Pek duyulmamış bir kitap ama yine de çare arayan bir kitap olarak adını zikredelim. Celadet Moralıgil… Atsız’dan sonra Altan Deliorman tarafından Orkun dergisi çıkarılırken oraya Almanya’dan yazılar göndermeye başladı. Celadet Moralıgil’i o zamana kadar tanımıyorduk. Reha Oğuz’un arkadaşlarından, o dönemden kalma bir isim. 2000’lerin başında o yazıları yazıyor ve 2008’de de kitaplaşıyor. Kitabın adı ‘Çağcıl Türkçülük’, parantez içinde ‘Güler Yüzlü Türkçülük’, ‘Seküler Bir Yorum’. Bu ilgi çekici kitap da maalesef fazla revaç bulmadı.

Sonuç olarak 1940’larda Peyami Safa’nın yaptığı tenkitler hâlâ geçerlidir. Sanatta yeniyi yaratamadık, bu yönde kafa yormadık. Bence bugünkü darmadağınık hâlimizde bunun önemli bir etkisi vardır.

[1]  Bahsedilen baskı: Ziya Gökalp. Türkçülüğün Esasları. Töre-Devlet Yayınları. 2023 (ed. notu)

 

[2]  Bahsedilen konuşma: Milli Kanal. Ziya Gökalp’in Hayatı – Ahmet Bican Ercilasun. YouTube. 28-01-2018. (ed. notu)

 

[3]  Bahsedilen kitap: Baltacıoğlu, İsmayıl Hakkı. Türk’e Doğru. Yeni Adam. 1943. (Ed. notu)

 

[4]  Bahsedilen yazı: Safa, Peyami. San’atta Türk’e Doğru. Tasfîr-i Efkâr. 05-05-1942. (Ed. notu)

 

[5]  Bahsedilen kitap: Deliorman. Altan. Tanıdığım Atsız. Boğaziçi Yayınları. 1978. (Ed. notu)

 

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.