Yazı yazmak bir fazilet ve meziyet işidir. Yazmak vazifesi sayesinde yazar, dimağının kurak kalmış çöllerinde Leylâ’sını arayan Mecnun’a su ikram eder.
Bazen de insanoğlu meziyeti olmadığını bile bile mensubiyetinin ve mesuliyetinin bir gereği olarak yazmak mecburiyetini kendinde görür. Bu mecburiyet, uğruna yaşadığımız Türk milletinin ebedî bekasını koruyamamak kaygısı ile bir ok olur bağrımıza saplanır, bir hançer olur sinemizi yarar, bir kurşun olur ciğerimizi deler. Bu yaralardan su taşar durur… Kendi çölünde susuz kalmış Mecnun’un imdadına yetişir. İnsanoğlunun bağrında ne kadar derin yara açılmışsa, fışkıran su o kadar billurlaşır. İşte böyle bir anda âlemde bir feryat duyulur. Yazmak, bu feryadın inikâsıdır. Mecnun suya doymuştur ancak aradığı artık Leylâ değildir…
İnsan yazmak için ızdırap çeker. Yazdıkça ızdırabı derinleşir. Izdırabı derinleştikçe bağrı yarılır, bağrı yarıldıkça daha derinden bir “ah” sesi duyulur. Kaleme alınmış her yazı, müellifinin ah sesidir.
Yazmak çoğu zaman meşakkatli, pek az zaman muvaffakiyetli bir iştir. Muvaffakiyetli hâllerde bile yazar mutlak manasıyla derdini anlatabilmiş değildir. Yazarın mutlak manasıyla derdini anlatabilmesi, bir âşığın aşkını anlatması gibidir. Bir âşık için aşkını anlatmaktan daha büyük bir zorluk yoktur. Âşık bilir ki aşkını anlatmaya kelimeler kâfi gelmeyecek, hep bir şeyler eksik kalacaktır… Buna rağmen dağa, taşa, çiçeklere, âleme aşkını haykırmaktan vazgeçmez.
O hâlde yazdıkça derinleşen bu ızdırap, yazının mürüvvetini görmeye engeldir. Dert haykırdıkça çoğalır. İnsan, insan olmaklığın yolunda ilerlemek için dert çekmek mecburiyetindedir. Yazarın derdinin çoğalacağını bilmesine rağmen haykırmaktan başka çaresi yoktur. Bunca dert çekmesine rağmen yazarken murat ettiğine hiçbir zaman kavuşamaz. Kavuşamamanın ızdırabı yazıyı, yazarını aşan bir kıvama getirir. Müellifinin ızdırabıyla kavrulan yazı, çağlar ötesine sıçrar, asırlar sonrasının idrakinde bile Mecnun’un susuzluğunu giderir.
Yazar, tüm bu vasıfları kendisinde toplamak için gönül mumunu ateşe yaklaştırmalı ve yanmayı beklemelidir. Gönlü yanmayan, yazmanın ızdırabını çekemez. İnsanın gönül mumunu ancak aşk ateşi yakar. Gönül mumu henüz yanmamış insan ızdırap çekmekte ehil değildir, çiğdir. Yazmak ızdırabı ancak yanmış gönüllerde tecelli eder.
Karakoç’un “bu sevdanın yangınından kemiklerim küle döndü” mısrasındaki sevda olmasaydı, Karakoç’ta büyük bir ızdırap tecelli etmeyecekti. Hiç süphesiz rahmetli Fethi Gemuhluoğlu’nun yeni tanıştığı bir insana yönelttiği ilk sorunun da “hiç âşık oldun mu” olması boşuna değildi… Türk’ü Türk yapan, gönül yangınıdır.
İnsanın susuzluğunu deniz suyu içerek gidermeye çalışması gibi yanmakta olan bir gönül de yangınını söndürmek için ateş ister. İnsan, yandıkça sancı çeker…
Yazı, ortaya çıktığı ana kadar müellifinin idrakinde bir doğum sancısı yaratır. Müellifi, bir vecd hâlinde yalnızca onu düşünür, onunla hemhâl olur, âdeta yazarken yeni bir âlemde terennüm eden musikilere kulak verir. Rivayet odur ki rahmetli Işınsu bir kitabı yazmayı bitirdiğinde yüzünde yeni bir çizgi belirirmiş, çünkü bazı zamanlarda insanın yüzünü kavuran ampuller, Mecnun’un topuğunu yakan çöllerden daha sıcak olur. Dışarıdan gören alına düşmüş bir çizgi zanneder oysa o çok ağır bir yanığın belirtisidir.
Kalemiyle bir medeniyet inşa eden yazar, zihninden çektiği kan ile milletine umut olur. Milletinin mukadderatını belirler, makûs talihini değiştirir âdeta pusula gibi yön tayin eder. Okuyucunun idrakindeki Leylâ, Leylâ’nın müellifine emanettir artık.
Varlığın etrafını saran yokluk âlemi, yazdıkça sonsuzlaşan insanın çevresini kuşatamaz hâle gelir. İlahi bir nefes üflenmiş gibi insanı yüceltir. Ancak insan, yücelmek gayesiyle yazıyor değildir. İnsan, kendini unutan bir gaye ile yazma çilesini yüklenir.
Yazmakla meşgul olan bir kimsenin zihni disiplinli bir ızdırabın mahkûmudur. En büyük hürriyete ızdırabın bukağısıyla kavuşulur. Yazmak öylesine kuvvetli öylesine ağır bir iştir ki en büyük zaferler yazıyla kazanılmış, en büyük kavgalar yazıyla verilmiştir.
Âşık bir kimseyi düşünün, bu kimse mutlaka gençlik çağlarında sevdiği insan için şiirler karalamıştır. Şiir yazma meziyetine sahip olduğunu düşündüğü için mi? Hiç şüphesiz, hayır. Elbette bu meziyete sahip olanlar da vardır ancak bu esasen bir haykırışın mahsulüdür. “Nasıl methedeyim sevdiğim seni” derken bile sevdiğini metheden mısraları ardı ardına sıralamıştır. Sevdiğini methedecek sözlerin kifayetsiz geleceğini bile bile gözlerini Buhara’ya benzetmekten alıkoyamaz. Her okuyucu kendi idrakindeki Leylâ’yı bulur bu satırlarda. Yazmak, bu neviden yekûn bir ızdırabın işidir. Izdırap çeken gönül, feryat eyler. Gayesi, ızdırabına merhem aramak da değildir. Eli yanan bir insanın anlık bir refleksle “ah” demesi gibi gönlü yanan bir insan da “ah” der. Ancak gönlü yanan insanın çektiği ah, anlık bir refleksin değil yüzyıllık bir çilenin sonucudur.
Fikrî eserler de romanlar da şiirler de müellifinin âleme duyurduğu feryadıdır. Yazmak mecburiyetindeki insan bir ya da birçok meselenin ızdırabıyla kavrulmuş, bir vecd hâlinde okuyucusunun idrakine kavuşmayı beklemiş, mutlak manasıyla kavuşamayacağını anladığında da hakikati haykırmanın şevki ile yeni doğum sancıları çekmek için zihnini gebeliğe hazırlamıştır. Kimi zaman kaçsa da bilmiştir ki ızdırabıyla kavrulduğu meseleyi haykırmamış bir insandan daha kanlı bir zalim yoktur. Yazdıkları, idrakleri teğet geçiyorsa bile yazmaya devam etmelidir çünkü bu teğetin idrake dokunduğu tek bir noktadan mesul tutulacaktır. İşte burada ızdırabın vecdi, hakikati haykırma kaygısı çoktan şuur ve irade meselesi hâlini almıştır bile.
İnsanın çektiği ızdırabın tesiriyle idrakindekini bulamadığı zamanlar da olmuştur, böyle zamanlarda ne kadar uğraşırsa uğraşsın yazamaz. İşte, yazmak mecburiyetindeki bir insanın yazamadığını anladığı an, eğer geçici bir durağanlık olmadığından eminse, ızdırabının sona erdiği andır. Emine Işınsu Hanım güzel kelimelerini bulamadığında alzheimere yakalandığını anlamıştı…

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.