6 Şubat Depremlerinde vefat eden bütün insanlarımızın aziz hatırasına…
“Şüphesiz her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Muhakkak ki her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirah 5-6)
Milletlerin tarihine baktığımızda ilgili milletin muzafferiyetler ile beraber pek çok felaketler de yaşadığını görürüz. Aslında o milletin muzaffer olmasının sebebi yaşadığı felaketi unutmamasıdır. Dikkat ediniz hatırlaması değil, unutmaması. Hatırlayabilmek için önce unutmak gerekir. Yaşanılan felaketler unutulduğu an onu tekrar hatırlamak hiçbir anlam ifade etmez. Çünkü o felaketten daha “önemli” işlerimiz varmış ki onu unutmuşuzdur. Sadece ilgili gün için “Aa doğru, bugün çok üzgünüz şöyle şeyler yaşadık.” deyip ertesi gün normal hayatına devam edebilmek unuttuğumuzun en büyük göstergesidir.
Türk milletinin tarihinde öyle felaketler vardır ki bazen bugüne kadar nasıl geldiğini anlamlandırmak bile güç olmuştur. Bin bir zorluk yaşamış; yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalarak devleti elinden alınmış, başka milletin gücü karşısında dönem dönem aciz bırakılmış ve en önemlisi kültür emperyalizmine -tarihte Çinlilerden başlamak üzere günümüzde de devam edecek şekilde- maruz kalmıştır. Bu dediklerimi başka bir milletin yaşadığını düşününüz; herhâlde değil bugüne kadar yaşaması bu felaketlerden sonra adını bile hatırlamamız olağanüstü bir durum olurdu. Ama Türk milleti ne hikmetse bütün bu zorlukların altından kalkmayı başarmış ve günümüze yas dönemleri ile toy dönemlerinin harmanlandığı şanlı bir tarih bırakmıştır.
Felaketler millî midir? Elbette öyledir. Çünkü o felaket o milletin karakterini, şahsiyetini oluşturur. Mesela Türk milletinin en büyük karakteristik özelliği hürriyet sevdalısı olmasıdır. Bu hürriyet sevdasına bu kadar bağlanmasının sebebini bana Göktürk Devleti’nin Çin hakimiyetine girdikten sonra milletçe yaşanılan sıkıntıların etkisi olmadığını söyleyebilecek var mıdır? Değil Göktürk, Hun Devletinden günümüze kadar “Atalara saygısızlık” olur düşüncesiyle “Ya istiklal ya ölüm.” demiştir bu millet. Türk milleti yaşadıklarını unutmamış ve millet olarak hayatını bu felaketler nazarında idame ettirmiştir. Zaten bir milletin yaşaması için tecrübe ettiği felaketler çok önemlidir. Muvaffak olduğu dönemlerden ziyade milletlerin yaşadığı müteaddit felaketler, o milletin evladına daha güçlü tesir eder ve ileride neyi yapıp neyi yapmaması gerektiğini tarihine bakarak anlayabilir ki biz buna tarih şuuru diyoruz.
Şimdi kısaca felaketlerin milletler üzerindeki etkileri konusunda yazdığımıza göre asıl konumuza gelebiliriz.
Felaketler sadece savaşla, o milletin kültürüyle veyahut açlık-kıtlık ile mi ilgilidir? Türk milletinin tarihine baktığımızda çoğunlukla bu unsurlardan felaket yaşadığını görürüz. Yarı göçebe hayatı yaşadığımız için tecrübe ettiğimiz felaketler de genelde o minvalde olmuştur.
Ancak şartlar değişti. Günümüz dünyasında Türk milleti umumiyetle yerleşik hayata geçti. Betonarme dört köşenin arasında bir ömür sürüyoruz ve malumunuz ki bu dünyanın felaketleri de farklılaşıyor…
Bir yıl önce 6 Şubat 2023 saat 04.17’de cihanın görmediği bir felaketle uyandık. Şubatın derin soğuğunu iliklerimize kadar hissettik. Ertelediğimiz işlerimizi yapamadık. Kısaca; o gün güneş her zamanki gibi doğmadı. Öyle bir güne uyandık ki ne ekmek alacak fırınımız kalmıştı ne kahvaltı edecek evimiz ne de kahvaltı yapacak ailemiz. Çaresizliğin en büyüğünü yaşadık. Bunları yazarken belki size -eğer ki depremi fiilî olarak yaşamadıysanız- kötü olaylarla dolu bir kâbus yazıyormuşum gibi gelebilir. Şimdi anlatacaklarımı tasavvur ediniz. Kendi mahallenizdeymiş gibi düşününüz: Deprem sabahı bütün binaların sokaklarla birleştiği mahallede yaşlı bir çift sadece bir enkazın önünde öylece bekliyordu. Saat sabah 07.50 civarı gökyüzünün toz bulutlarıyla kaplandığı kasvetli ve soğuk bir havada birbirlerine sarılmışlardı. Yoldan geçen bir kişi “Neden burada duruyorsunuz, enkazda bir yakınınız mı var?” tarzında bir soru sordu. O yaşlı çift de “Evet damadımız ve kızımız var” dedi. Adam “Ses geliyor mu?” diye sorunca yaşlı çift soğuğun ve korkunun titrettiği bir ses ile “Evet!” cevabını verdi. O yoldan geçen adam çaresizlik içinde “Yaradan Rabbim kurtarsın inşallah.” deyip yoluna devam etti. Çünkü o adamın da enkazda bekleyen sevdikleri var ve oraya yetişmesi lazım… Şimdi bu kısa hikâyeyi bütün mahalleye, ilçeye, hatta şehre göre yorumlayınız. İşte, öyle bir gündü.
Kısa bir şey eklemek istiyorum. Dikkat ederseniz o “yoldan geçen adamı” anlatırken “çaresizlik içinde” diyerek betimledim. O çaresizliği biraz açmak gerekiyor. Çünkü günlük hayatta en ufak bir hatada veyahut zorlukta da bu sıfat kullanılıyor. Aslında bu milletin karakterini anlatırken “sebat gösteren” olarak anlatıyoruz. Bu doğrudur. Bir zorluk yaşadığı zaman sonuna kadar direnir ve öyle ya da böyle bir çıkar yol bulur Türk milleti ama o gün işler farklıydı. Çünkü neye sebat göstereceğimiz belli değildi. Karşınızda bir enkaz, içinde sevdikleriniz, siz ise dışarıda. Sadece bu da değil; eğer ki ailenizin birkaç ferdi de kurtulmuşsa onlara bakmakla da mükellefsiniz. Kısaca enkazdaki sevdiğinizi düşünecek vaktiniz yok! Varlık-yokluk kavgası dediğimiz şeyin içine düşmüşsünüz. Arada bir o enkazın başına gidip “ne yapmalı?” diye düşünseniz bile nefes harcamaktan öteye gidilemiyor. Ne yapacaksınız ki? Onlarca ton ağırlığındaki betonları mı kaldıracaksınız? Ya da onları kırmaya mı çalışacaksınız? Hele öncesinde böyle bir eğitim almamışsanız “Ya yaşıyorsa da ben öldürürsem?” korkusuyla nasıl başa çıkacaksınız? İşin özü yapacak hiçbir şeyiniz yok! Ancak yetkililere yol gösterebilir, yer tayin edebilir ve bazı ihtiyaçları konusunda yardım edebilirsiniz. Başka bir şey elinizden gelmez. İşte o yüzden o adam “çaresizlik içinde” yürümeye devam ediyor. İşte bu nedenle o gün “çaresizliği” iliklerine kadar hissetti o insanlar. Beni yanlış anlamayın, sadece elimden geldiğince o günkü vaziyeti hissetmenize yardımcı olmaya çalışıyorum ki unutmayasınız…
İlk gün kabaca depremde bunlar yaşandı. Peki ya o hafta ve daha sonrasında yaşananlar? Kısa hatıralar anlatarak yazıma devam etmek istiyorum.
Bir tanıdığım anlatmıştı. Depremin dördüncü- beşinci günlerinde hastaneye gittiği vakit -o karışıklık içerisinde- bir doktor onun kucağına bir bebek vermiş. Mavi gözlü melek gibi bir yavru. Arkadaşım “Bu bebek nereye gidecek?” diye doktora sorduğunda doktor “O bebek artık yaşamıyor.” cevabını vermiş. Sadece bir tane değil, hastane tıklım tıklım bu hadiselerle kaynıyor ve hiç kimse hiç kimseye ulaşamıyor… O tanıdığımın yerine kendinizi koyup tekrar okumanızı önererek devam ediyorum.
Köy evlerinde üst üste konulmuş, tertemiz ve özenle dizilmiş bir şekilde odanın bir köşesinde misafir ve akrabalar için battaniyeler ve yorganlar bulunur. Bu yorganların manevî değeri çok yüksektir. İşte o battaniyeler ve yorganlar deprem haftası insanlarımızın kefeni niyetine serildi. Sokaklar bu battaniyelere sarılmış insanlarla doldu. Anneler, babalar, akrabalar hep o battaniyelerde sevdiklerini aradı; bulan bulduğuna, bulamayan bulamadığına kahroldu.
Hani yukarıda çaresizliği anlatmıştım ya. Bir de şu açıdan bakınız: deprem gününden bir vakit sonra yolda yürüyorsunuz tenha, sessiz bir sokağa girdiniz ve her yanınız enkazlarla dolu. Enkazların yanından geçerken o sessizliği bozan çığlıklar duyuyorsunuz. O çığlıklar enkazlardan geliyor ve sadece siz duyabiliyorsunuz. Ne yapardınız?
Ya depremden sonra uzun bir süre sevdiklerinden haber alamayan insanlarımızın çektiği çileyi, “Bari mezarı olsun da dua edebilelim.” çığlıklarını nasıl izah edeceğiz? Yüz yirmi iki gün sonra Adıyaman’da bir, iki yüz yetmiş altı gün sonra Hatay Antakya’da -birer gün arayla- enkazdan iki ceset çıktı. İKİ YÜZ YETMİŞ ALTI GÜN SONRA. YANİ KIRK HAFTA SONRA. YANİ ON AY SONRA.
Depremzede olarak depremzedelere yardım etmeye çalışan çok yakın bir arkadaşımın ağzından birkaç olay anlatarak bu bahsi bitireceğim.
“Deprem sabahı uyandığımda kendimi bir film sahnesinde gibi hissetmiştim. Hani savaş filmlerinde olur ya şehir yıkıktır, başrol oyuncusu o şehrin içinden geçer ve arkada duygusal müzikler girer. İşte aynı o başrol oyuncusu gibiydim. Çocukluğumu yaşadığım mahalleden geçerken tanıyamıyor, yolumu kaybediyordum. Aklımda da türküler sırayla dolanıyordu. Özellikle de -sebebini bilmem- “Gesi Bağları” ile aslında bir Selanik Türküsü olan “Bir Fırtına Tuttu Bizi” aklımdan çıkmıyordu. Umarım benim yaşadıklarımı ve hissettiklerimi fiilî olarak hissetmezsiniz. Ama rica ediyorum hatta yalvarıyorum bu depremi unutmayın. Allah size böyle tecrübe yaşatmasın ama bütün bu yaşadıklarımızı hissedemeseniz bile en azından çalışın. Bugün bizim başımıza gelenler yarın sizin başınıza gelebilir.”
Aynı arkadaşımın başka hatırasıyla devam ediyorum: “Bir olay anlatmak istiyorum. Depremin ilk günlerinde arabayla bir aileyi bir yere bıraktıktan sonra güvenli alan dediğimiz bir yere dönüyorum, güvenli alan dediğim yer de tarla. Herkesin sokakta olduğu bir anda bir tane hemşehrim arabanın önüne atladı ben de durdum. Adam dedi ki “Kardeşim ben polisim.” ben de “Buyur abi şu an polisliğin bir vasfı yok hepimiz aynı durumdayız.” dedim. Ardından “Oğlumun bacağı kırıldı kanaması var hastaneye götürebilir misin?” dedi. Orada şöyle bir çaresizlik hissettim: Normalde değil onun bunu söylemesi, gördüğüm an sarılır, koşar hastaneye götürmeye yeltenirim ki bu bizim insanlık vazifemizdir, Allah rızası için yaparız. O gün arabaya aldığım jandarmalardan, ailelerden öğrendiğim ve kendim de bildiğim kadarıyla Antakya sınırları dahilinde hastane kalmamış! Bizim büyük devlet hastanesi ve diğer özel hastaneler yıkılmış ve içinde yatan hastaların pek çoğu vefat etmişti ve adama sadece şunu diyebildim “Abi götüreyim istersen ama hastane yok.” Adam bana baktı “Hastane mi yok?” dedi. Ben ona baktım bir kelime daha edemedim. Sonra adam ellerini başının üstüne koydu düşünerek bir yandan da ağlar vaziyette iken çekti gitti. Bunun dışında şimdi daha iyi anladığım bir mevzu var. Bu öyle bir depremdi ki bizi kurtarması gereken devlet yetkilileri dahi depremzede olduğu için büyük bir çaresizliğin içindeydi herkes. Sağlıkçısından polisine, belediye ekiplerinden il AFAD görevlilerine kadar hepsi depremzedeydi. Depremin üçüncü günü olması lazım ekipler bir cihazla enkazlarda hayatta kalan insanlar var mı yok mu diye kontrol ediyordu. Ben de o sıra orada bulunuyordum. Aletle kontrol edilirken görevli bir adam “benim kızım da bu enkaz altında kalmıştı” dedi ben de hemen söyle senin kızına da baksınlar dedim. Sonra o “Üstüne kolon düşmüştü ölmüştür yüksek ihtimal boşuna oyalamayayım onları belki başka birisini kurtarırlar.” dedi. Adam orada o kadar soğukkanlı konuşuyordu ki nasıl bu cümleyi kurdu anlayamadım. O sıra adamın psikolojisi, akıl sağlığı yerinde değil diye düşündüm. Hemen ben oradaki ekiplere “Bu binada bir kız çocuğu varmış ona da bakabilir misiniz?” dedim. Tekrar baktılar ancak ne yazık ki yaşayan kimseyi bulamadılar. Bir babanın çocuğundan ümidini kesmesi ve çocuğunun altında kaldığı binada yardım ekibi olarak “başka insanlara” yardım etmesini hiç anlayamamıştım. Ama şimdi anlıyorum ki çaresizlik işte böyle bir şey. Kendi öz yavrusundan vazgeçip tanımadığı insanları kurtarmak için koşturmak… Allah hiç kimsenin başına vermesin.”
Depremin ilk gününden bu yana yaşanılanların hepsini buraya aktarmamın imkânı yok. Daha yağmacılardan, gıdaya ulaşımdan, ihtiyaçların temininden bahsetmedim bile. İnsanlarımızın yaşadığı sıkıntıların hepsini yazmaya kalksam bu yazının boyutunu aşacaktır. Sadece maddî değil manevî ve psikolojik olarak yaşananları ve durumları yazmaya yıllar verseniz yetmez. Sadece son bir hadiseyi eklemeden geçemeyeceğim. Deprem bölgesinde, deprem haftasını özetler nitelikte bir olay yaşandı. Depremden sonraki haftalarda enkazlardan gelen ceset kokuları nedeniyle Hatay’da sokaklara kireç döküldü.
Şimdilik yukarıda yazdıklarımı idrak etmeniz benim için ve Türk milletinin geleceği için yeterlidir sanıyorum.
Şimdi diğer taraftan depremi yaşamayan insanlarımıza bakalım. On bir il dışındaki bütün ülke sathında millet bir bütün halinde yardıma koştu. Bunda bir beis yok. Allah binlerce kez razı olsun ama bazı insanlar sanırım yardım işini biraz yanlış anladı. Kolilerden çıkan eşyalara bakarak görüyoruz ki bazıları “çöplerini” vermiş aynı şekilde iletişim vasıtalarına baktığımızda da bazıları sanki yaptığı yardımla tüm deprem bölgesini ihya etmiş derecesinde havalara girmişti. Akademik Araştırma Enstitüsü yazarlarından Erçin Yavuz, insanın sosyolojik olarak hangi ihtiyaçlara muhtaç olduğunu söyleyip deprem bölgesini bu ihtiyaçlar nazarı ile yorumladıktan sonra yapılacak yardımlar hakkında bir kural söyledi. O kısmı buraya olduğu gibi alıyorum.
“Yardım çalışmaları ve ihtiyaçların tespit-temin edilmesi noktasında ihmale düşmemek için öğrenilmesi ve öğretilmesi gereken ilk kural şudur: O insanlara lütufta bulunmuyorsunuz, yardım ediyorsunuz; insanların hayatlarına insan olarak devam etmesi için destek oluyorsunuz. Lütfen bu sınırların farkındalığını her fırsatta hatırlayınız.”
İşte bu şekilde olmalı aslında. Yardım yaparken biz bazen karşımızdakini aciz bir insanmış gibi aşağı görerek yardım yapıyoruz. Böyle olur mu? Değerli, yüksekten bakan çok lütufkâr(!) arkadaşlarım! O insanların sadece bir dakika kırk yedi saniyelik deprem öncesine kadar evleri, aileleri, arkadaşları, birikimleri, malları ve mülkleri ve dahası belki de sizden büyük hayalleri vardı. Bu depremi yaşamış olmaları onları aşağılık durumuna getirmez ama böyle düşünmeniz sizi olduğunuzdan da seviyesiz hatta millet nazarında rezil bir hale getirir. O insanlar size muhtaç değil, sizin de bizlere bir şey kanıtlamanıza gerek yok. Sizin yapmanız gereken sadece bu milletin tarihinden ve ahlakından gelen bir sorumluluğu yerine getirmektir. Aynı zamanda yapılan yardımdan hiçbir şekilde bir menfaat beklememektir. Fazlası değil.
Çıkarsız bir şekilde gönlünden gelerek yardım yapan isimsiz kahramanlar, hepinize selam olsun!
Peki, bu deprem yaşandı ve iyisiyle kötüsüyle bir yıl geçti. Ama şimdi ne yapmalı? “Bu saatten sonra geçmişimizi değiştiremeyiz ancak onu tahlil ederek geleceğimizi değiştirebiliriz.” Evet herkes bunu söylüyor, her deprem haberinden sonra manşetler “acı ders”, “bilmem kaç kayba mâl olan ders” diye televizyon ekranlarını ve gazetelerin üçüncü sayfasını ele geçiriyor. Ya sonra? Madem herkes çözümün “unutmamak” olduğunu biliyor biz neden Gölcük, Van, Elâzığ, İzmir depremlerinden sonra yine böyle bir şey yaşadık? Bu depremleri bize en yakın oldukları için sayıyorum. Tarihe bakarsanız Anadolu’nun, toprağı üstündekileri nasıl mütemadiyen “uyardığını” görürsünüz. Neden böyle oluyor? Çünkü biz bırak geleceği planlamayı geçmişimizi bile hatırlamıyoruz ki! İlk bir ay bütün haberler deprem bölgesini konuşurken ikinci ayda yine eski hallerine dönen bir medyadan ne beklenebilir? İnsanlara depremin ciddiyeti gösterilmiyor ki onu hafızasında tutabilsinler. Deprem -veyahut herhangi bir doğal afet fark etmez- yaşandığı veya tehlikesi görüldüğü vakit milletin hafızasına mıh gibi çakılana kadar gündemde tutulmalıdır.
Diğer taraftan “Tutsak ne olacak ki deprem bir gerçek ve bizim kaderimizde bu var, depremin olacağı varsa olur.” diyen değerli arkadaşım. Yanılıyorsun! Mukadder olan depremdir evet ancak bu kadar insanın ölmesi veyahut bunca hasarın olmasını iyi tahlil etmek lazımdır. Bütün bu yaşanılanların sebebi kader değil tamamen insan hatasıdır. Çünkü deprem bir doğa olayıdır, onu afet haline insanlar getirir. Bunu aklımızda tutmamız gereklidir. Depremin kaderle olan ilişkisi hakkında sayın Prof. Dr. Yümni Sezen hocamız bakın ne diyor:
…Depremin oluşu, tabiat olayları cinsinden olduğuna, olması veya olmaması üzerinde elimizden gelen hiçbir şey bulunmadığına göre kader midir? Elbette kaderdir. Fakat sadece oluşu bir kaderdir. Bütün tabiat olayları bir kaderdir. Biz, kadere iman ediyoruz derken, bunu kastediyoruz, etmeliyiz. Bunlar kendi kendine olmuyor diye inanıyoruz.
Evet, deprem kaderse ve Allah’tan geliyorsa bizim bir şey yapmamıza gerek yok mudur veya “biz bir şeyler yaparsak sünnetullaha karşı mı çıkmış oluruz?” gibi sorular akıllara gelebilir. Kesinlikle hayır! Mademki bunca hasarın olması kader değil insan hatası o zaman bir şeyleri düzeltebiliriz. Bizler insan olarak alabildiğimiz her önlemi almak ve her şeye hazırlıklı olmakla mükellefiz. Gerisi Takdir-i İlahi…
Şimdi bu yazımızın son paragrafına geldik. Sizlere bu yazıyı yazan kişi üniversite okuyan, memleketi Hatay olan Müslüman bir Türk gencidir. Bu yazının yazılma sebebini anlamışsınızdır diye tahmin ediyorum. Depremin ciddiyetini kavramalı ve bunun bir “beka sorunu” olduğunu unutmamalıyız. Ebedî ve ezelî vatan olarak nitelendirdiğimiz Anadolu toprağı nice milletlerin ve medeniyetlerin mezarlığı halindedir. Vatan toprağımızı iyi tanımalı ve ona göre hareket edip Türk milletini kıyamete kadar yaşatmak ülküsü için uğraşmalıyız. Bu ülküye hizmet edecek olan insanların kendini gerçekleştirmesi zarurîdir. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre güvenlik ihtiyacını karşılayamayan bir kişi kendisini gerçekleştiremez. Her gece deprem korkusuyla uyuyan bir insan nasıl milletine faydalı bir iş yapabilir ki? Bu insanın güvenliğini temin etmeliyiz ve bunun için de tekrar ediyorum: bu toprakları iyi tanımalıyız. Yukarıda bahsettim; deprem bir doğa olayıdır, onu afet haline getiren insanlardır. Bundan sonra yine böyle acılar yaşamamak için bilinçli olmalı, tabiatla kavga etmemeliyiz. Tabiatı anlamalı ve ona göre geleceğimizi çizmeliyiz. Bu yazı bu felaketin millet tarafından unutulmaması ve eğer ki unutulduysa hatırlaması için yazılmıştır. Unutulmama konusundaki ısrarımı mazur görünüz. Çünkü başımıza gelen bir felaketten ancak yine biz üstesinden gelebiliriz. Hatırlayın, deprem olduğu vakit “sağ” görüşüyle tanınan bir Fransız dergisi nasıl bir başlık atmıştı o ay? “Türkiye’ye tank göndermeye gerek kalmadı!” Bizim derdimizle yine ancak biz dertlenebiliriz. Neden bu mesele hakkında bu kadar durduğumu Aliya Izzetbegoviç’in çok değerli bir sözünü biraz değiştirerek buraya aktarırsam belki daha açık olabilir:
“Ne yaparsanız yapın felaketleri unutmayın. Çünkü unutulan felaket tekrarlanır.”
Umarım gönlümden geçenleri anlatabilmişimdir.
Sağlıcakla kalınız.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.