“(Türklükten utanmak) Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır. Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır.”
Mustafa Kemal Atatürk
Hepimiz biliriz ki bir milleti ileri taşıyacak olan, medeniyetler kurma konusunda kilit taşı rolünde olanlar, o milletin aydınlarıdır. Zira aydınlar, milletin göremediği sorunlara ışık tutan, o sorunlara en kısa ve uyumlu çözümleri üreten, bunun için de sağlam bilgi birikimine ve zihin yapısına sahip fedakâr insanlardır.
Peki, bir millet ve aydını arasında zihniyet açısından ciddi bir kopukluk varsa? Söz gelimi bir aydın, temel vasfını yerine getirme noktasında özünden ciddi bir kopukluk yaşıyorsa o milletin hali ne olacak? Elbette yaşadığı sorunlar çözüm bulmak şöyle dursun, artarak devam edecek. Nitekim bizler bu duruma engel olmak için okullarımızda yetişmeye çalışırken ve bizi yetiştirenlerde olması gereken bir aydın profili görmek arzusu taşırken bizi yetiştirenlerin bu vasıflara sahip olmayışı elbette can yakıcı bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Dönemin başında büyük bir istek ve merakla seçmiş olduğum bir dersimden, girdiğimden beri mutsuz ayrılmamın sebebi de tam olarak böyle bir manzara ile karşı karşıya kalmamdır. Dersimizin uluslararası bir boyutu olması sebebiyle sıklıkla diğer milletlerden ve bu milletlerin oluşturduğu devletlerden bahis açılması olağan bir durum. Dersimizin hocası da bu gerekliliğe bağlı olarak sık sık diğer devletlerin ve devletlerin arasındaki hukukî ilişkilerin bahsini açıyor elbette. Dersten sürekli mutsuz ayrılmamın sebebi ise her seferinde bu bahisler açıldığında hocamızın konuşmalarının kendi milletinden, devletinden oldukça uzak oluşu. Yalnızca bu da değil, aleni bir şekilde kendi milletini küçümsemesi, aşağılaması ve milletin temel yapısını sarsacak birçok kavramı kullanarak konuşmalar yapması bir başka can yakan nokta. Örneğin bir dersimizde; devletimizin bir başka devletle arasındaki uyuşmazlığa bağlı hukukî tavırlarımızdan bahsederken (uyuşmazlıkta haklı taraf olduğumuzu da bilerek ve vurgulayarak) : ‘’Havlayan köpek ısırmazmış, havlıyoruz ya, bakalım ısırabilecek miyiz?’’ ifadesini kullanması benim açımdan dehşet verici bir tepkiydi. Neredeyse her dersinde toplumun aile yapısını derinden sarsan ve insan fıtratına doğrudan aykırı olan LGBT meselelerine olumlu ışıklar yakıp “kiminiz gay kiminiz lezbiyenseniz nolmuş canım” cümlesinden tutun da derste Türkiye’nin birçok milletten oluştuğu iddiaları, Türkiyelilik kavramından bahsetmeleri ve daha nice sapkın meseleler… Diyebilirsiniz ki hocanın şahsî fikirleri olamaz mı, bunları paylaşması normal değil mi? Meseleye bu denli saf bir açıdan bakmak sağlıklı olmayacağı gibi bizi çok ciddi parçalanmalara götürecektir. Zira bir aydının nihai görevi milletini gerek içeriden gerek dışarıdan bölmeye yönelik tehditleri öngörüp bunlarla en önden mücadele etmektir. Bu tehditleri fark edebilmek için en başta bahsettiğimiz milletin temel dinamiklerini, tarihini, kültürünü iyi tanımak, sağlıklı tahlillerde bulunmak için de sahip olunan bilgi birikimini bu yönde kullanmak gerekir. Bu anlamda hocamızın yanlışa düştüğü en temel nokta kendi milletinin temel dinamiklerine hakim olmaması, buna bağlı olarak millete zarar verecek tehditleri fark edip karşı koyacak bilgi deneyimini ve zihniyeti taşımaması.
İdeal bir aydın nasıl olunmazın bir başka örneğini hocamız, derste milletini aşağılar şekilde kullandığı: “Vallahi Aziz Nesin’den daha da yüksek buluyorum oranı, bizim milletimizin yüzde yetmişi aptal!’’ ifadesinin beni çok rahatsız ettiğini ifade ettiğimde: “E öyle değil mi?’’cevabını vererek göstermiş oldu. Hepimiz biliriz ki sistemli bir eleştiri yapmak için konuşmanın önünü ardını iyi takip etmek gerekir. Hoca bu çirkin ifadeyi kullanmadan önce konu da şuydu: Uluslararası bir anlaşmada tutarlı hareket etmek, bir anlaşma hazırladıysak bunu iyi tahlil edip sonradan caymamak. Bu anlaşmadan bahsedip milletin önceden beri zaten sürekli bir tutarsızlık içinde olduğunu söyleyemesinin ardından bahsettiğim çirkin ifadeyi zikretti kendisi. Aklı başında her kafadan eminim bu saçma tespite aynı ses yükselir: Uluslararası bir anlaşma düzenlemek ve yürürlüğe sokmak milletin işi mi yoksa o milletin yıllarca baktığı, iyi yerlere getirdiği sizin gibi hukukçuların işi mi? Bu durumda sorumluluk sizi bulunduğunuz konuma getiren milletin mi yoksa sizin mi? Burada nasıl aydın olunmaza şahit olduğumuz nokta ise insanın nefsani bir varlık olması sebebiyle her zaman kendi sorumsuzluğunu başka birinin ve başka bir durumun üstüne atmak eğilimidir. İdeal bir aydın ise en temelde kendi nefsani duygularının üstünde bir değer taşıdığından, sorumluluk alanını iyi bilir ve sorumluluğundan kaçmak yerine çözüm önerisi sunar.
Aydın nasıl olunmaz ile ideal aydın nasıl olur kıyaslamasında hocamızda gördüğüm son argüman ise şu: konuşmamızın ilerleyen sürecinde kendisi belli bir süre mevcut sorunlardan bahsettikten sonra, sanki rolleri değişmişiz gibi hissederek ülkenin sorunlarını bizim çözmeye muktedir olduğumuzu, bunun için yetiştiğimizi ifade ettim. Ancak kendisinin yüzünde kısa süreli küçümser bir tebessüm oluşmasının ardından otuz-kırk yıl önce kendisinin de aynı ümitte olduğunu ancak belli bir hayat tecrübesinden sonra bunun o kadar kolay olmadığını fark ettiğini söyledi. İdeal bir aydının ümitsiz olması mümkün değildir. Zira en başta belirttiğimiz aydın; mensup olduğu milletin tarihî ve kütürel dinamiklerine hakim olması sebebiyle kendi tarihinden güç alır, yapmış olduğu neden-sonuç tahlillerinin neticesinde sorunları ve çözümleri önüne koyar ve uygulamaya geçer. Aldığı sorumluluğun bilincinde iken ümitsizliğe düşmek gibi bir lüksünün olmadığının farkındadır. Ben de hocamızın bu çıkışına karşılık “Madem öyle o kadar kolay değil; hiç almayalım bu dersleri, okula da gelmeyelim, neden uğraşıyoruz ki?” dediğimde durumu biraz toparlamaya çalışıp “Yok canım bu sıkıntılar elbette düzelir, herkes elinden gelen bir şey yapar. Bu işler tohum ekmekle başlar, herkes bir tohum eker yıllar sonra o tohumlar ağaç olur” vs. dedi. Hocamız bu noktada çok haklıydı ancak muhtemel olarak kullandığı ifadelerin derinliğinden kendisi bihaberdi. Bu tohum hangi tohum, hangi toprağa ekiliyor, hangi kaynaklardan besleniyor? Bahsettiğimiz; sahih niyetlerle bu millete fayda sağlaması için ekilen tohumlar mı yoksa nerden bittiği belli olmayan ayrık otları mı? Ancak ben bir ağaç biliyorum. İlk tohumu kim attı bilinmez ama binlerce yıl meyve vermeye devam eden ve ilelebet devam edecek olan… Bu ağaca siz ister çınar deyin ister çam ister söğüt. Önemli olan o ağacı iyi anlamak. Dedim ya ne zaman atıldı bilinmez ama bir dertle atıldı o tohum, bir gayeyle… Şüphesiz o gaye dünyayı ihya ve inşa etme gayesiydi. İlahi bir emirden gelmişti. Çok darbeler yemişti büyürken ne fırtınalardan sarsıldı, ne sağanaklara maruz kaldı, ne ayrık otları gördü tarih içinde biliyoruz. Ancak toprağı sağlamdı, kökleri yerin kaç kat derinine iniyordu kim bilir. Mesele de zaten kökünün sağlam olmasıydı. Bu da yetmez elbet, beslendiği can suyu, kimi zaman şehit kanı olmuştu kimi zaman mazlum gözyaşı. Güneşi de bir ateş gibi gönülleri ısıtan vatan aşkıydı. Dedik ya ne büyük zorluklara dayandı o ağaç… Belki de en zoru nerden geldiği bilinmez ayrık otlarının birden bitiverip bahçeye zarar vermekle birlikte koca çınara kafa tutmasıydı. Hatırlatmak gerekir ki bahsettiğimiz çınara kafa tutan ayrık otları, ideal aydın olamamış müstemleke aydının ta kendisidir. Bu aydın tiplemesi, hayatımızın her alanında var olduğu gibi en az iki asırdır en büyük sorunumuz olması sebebiyle belki de en aciliyetle çözülmesi gereken meseledir. Peki nedir özünde sağlam bir tohum değil de ayrık otu olan bu müstemleke aydın?
Aydın kavramını; kelime manasıyla da paralel olarak toplum değerleriyle bezenerek şahsiyetini oluşturmuş ve şahsiyetinin gerektirdiği gibi yaşayan, milletine bir ışık gibi yol gösteren, milletinin dertlerine ve sıkıntılarına çözüm üreten ve bu uğurda okuyarak araştırarak kendini ve çevresini geliştirmeyi düstur edinmiş kişi olarak ifade edebiliriz. Günümüz müstemleke aydınlarının bu tanımla uyuşmayan noktaları ise mensup oldukları milletlerin değerlerine yarım yamalak bezenmelerinin yanı sıra diğer milletlerin değerlerine karşı derin bir hayranlık besliyor oluşlarıdır. Elbette toplum değerlerine yarım yamalak bezenmelerinin altında toplumun giderek kendi değerlerine yabancılaşması, kültüründen uzaklaşması, gerek formal gerek informal eğitim alanlarında ciddi problemlerin olması gibi durumlar da yatıyor. Ancak en temelde sorunu, bu aydınların sürekli okumalarına rağmen Batı’yı tam olarak anlamamış olmaları olarak ifade edebiliriz. Buna en iyi örnek İkinci Meşrutiyet inkılabının fikir babası olmuş, Meclis Başkanı olduğu zaman ben pozitivistim diyerek yemin etmek istemeyen Ahmet Rıza Bey verilebilir. Kendisi öldüğü zaman, kütüphanesinde bir sürü değersiz kitap arasında Auguste Comte’un bir tek kitabı bulunmuş, onun da sadece önsözüne ait sayfaların açık olduğu görülmüştür. Bir diğer örnek aynı dönemlerde yaptığı yarım yamalak okumalarla Batı’nın gelişmişliğinin ırkî üstünlüklerinden kaynaklandığını düşünerek ülkemize Batıdan damızlık erkek getirip kadınlarımızın onlarla evlenerek soyumuzu kurtarması ile ancak gelişebileceğimiz gibi sapkın fikirler ortaya atan Abdullah Cevdet. Kendisi döneminde tanınır bir siyasetçi aydındı. Ben bugün, kendi milletinin çoğunluğunun aptal olduğunu düşünerek aslında kendi sorumluluklarını milletinin üstüne yıkan günümüz müstemleke aydınlar ile bir zamanlar damızlık erkeklerle dönemin sorunlarına çözüm getirileceğini düşünen zihniyet arasında hiçbir fark görmüyorum. Kendi toplumunun değerlerine uzak, diğer toplumlara hayranlık duyan bir müstemleke aydının kendi toplumuna herhangi bir alanda fayda sağlamak şöyle dursun çok ciddi zararlar verdiğine şahit olduğumuza göre; çözüm olarak elbette sağlam bir eğitim sistemi ile millî şuur aşılanmış, bu şuurun getirdiği şevk ile sürekli araştırıp okuyan, kendi milletinin sorunlarını iyi tahlil etmiş ve bu sorunlara çağın gerekli çözümlerini uyarlayarak devraldığı mirasın üstüne yatmayı değil, o mirası iyileştirerek sonraki nesillere devretmeyi tercih etmiş milliyetçi aydınlar yetiştirmenin elzem olduğu noktasında uyuştuğumuz kanaatindeyim.
En nihayetinde bahçemizi kurtarmanın çözümü; elbette büyük bir titizlikle ayrık otlarını söküp, toprağı ıslah ederek, yapısına uygun ata tohumları ekmek olacaktır.
KAYNAKÇA
Güngör, Erol. Halk Kültürü ve Münevver Kültürü. Töre Dergisi, Yıl:3, Sayı:30, s.8

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.