Doğu Ekspresi karlı dağların arasından demirden bir sürüngen gibi ağır ağır kıvrılıyordu. Peki, kimindi bu dağlar? Sahibi değil elbette, sahibi şüphesiz belliydi. Kimin içindi, kim mesken tutardı; tutmalıydı en çok… Oturduğu kompartımanın camından dışarıyı izlerken aklına hızlıca gelen düşüncelerdi aslında. İçini bir an durultan Dadaloğlu oldu: “Hakkımızda devlet etmiş fermanı / Ferman padişahın dağlar bizimdir”. Belli ki Kars’a varana dek zihni, tefekkür âlemlerinde kol gezecek; soluğu bazen tasavvufta, bazen de ozanlıkta alacaktı. Epeydir yoldalardı. Sabırsızlanıyordu da bir yandan, Kars onun için Âşık Murat Çobanoğlu demekti; onun kabrini ziyaret edecekti.
Ray şakırtılarının en yükseldiği lahzada içerisi birden kararmaya başladı. Tünel sık bir vadiden geçtiği için mi, yoksa ortalığı karartan kendi gözleri miydi anlamıyordu. Bildiği tek şey artık trende değildi, bundan emindi. Nerde olduğunu anlamak için yürümeye devam etti. Etrafta az önceki karaltı da kalmamıştı ama puslu bir aydınlık hâkimdi. Yürüdü, yürüdü, yürüdü… Sisten görüş mesafesinin bir metrenin de altına düştüğü noktada bağlamasını yoklama ihtiyacı duydu; sırtındaydı. Tam bu esnada büyücek bir insan silüeti fark etti. Yol kendisini ısrarla bu görünüme çekiyordu. Karşısındaki belli belirsiz çizgileri adeta bir şeyin tozunu üfler gibi netleştirdi. Neden sonra gördüğü, üstü tastamam yörük kıyafetiyle bezeli bir dedeydi; hem de doru bir atın üstünde. Biraz daha yaklaştı, tam şaşkınlığını dile getirir bir şeyler söyleyecekti ki atın üstündeki ulu kişi girdi söze; adını soruyordu. İsmim Bozkır dedi sesi titreyerek. Attan inmedi zât ve öz konuştu: “Yürüdüğün yolda karşına güçlükler çıkabilir çocuk, adımlarını sağlam at. Kötü niyetli, çirkin insanlar taş koyabilir yoluna. Yine de yürümekten vazgeçme; milletine ve tarihine olan sevdanı, mesuliyetini unutma. Yürü ve daima yolda ol. Sağlıcakla kal.” Dedenin atını mahmuzladığını fark edince, ya sizin isminiz; diyebildi Bozkır sadece. Atın yıldırım gibi uzaklaştığı yerde dedenin sesinden kalan “Benim adım Korkut, evlat.” yankısıydı. Ürperti içinde yürümeye devam etti.
Sarp yollar hafiften yüksek düzlüğe kavuşunca türbeye benzer bir yer çarptı gözüne, iyice sokuldu ve içeri girdi. Yorulmuştu hayli, bir su bulup içse lokmada yoktu gözü. Kuyu ya da dolu bir testiden önce müsaade istemeye birini arıyordu. Az daha yaklaşıp süzülünce arkası dönük birinin kendinden geçmişçesine şiir söylediğini gördü: “On sekiz bin âleme server olan Muhammed / Otuz üç bin ashâba rehber olan Muhammed” Gözleri yerinden fırlayacak gibi de olsa sürekli şaşırıp durarak bir anlam bulamayacağına inanmıştı artık. Bu arkası dönük koca; Pîr-i Türkistan Ahmet Yesevî Hazretleri’ydi besbelli. Nedendir onu rahatsız etmek istemedi, nasibi olan hikmeti dinledikten sonra üç yudum su içip oradan ayrıldı. Bir yerde dursa belki daha iyi düşünecek ve bir şeylere mânâ verebilecekti ama yol sanki onu kendine çekiyordu. Buna karşı koymadı, devam etti. Öyle ya hep yürüyemezdi, geceyi geçireceği bir yer bulmalıydı. Bu maksatla yürürken eski bir tekkeyi andıran yapıyı fark ediverdi yolun kenarında. Bozkır, yekpâre bir zamanın içinden geçip gidiyor da zamandakiler onu hiç görmüyor gibiydi. Tekkedeki herkes derin ve dipsiz bir âleme dalmışlar, Tapduk Emre Niyazı ile zikir meclisindeydiler. Nasıl olduğunu bile anlamadan aralarında buldu kendini: “Erenler dertliyiz derman isteriz / Himmet pirimizden ferman isteriz” Bozkır’a hiç gerek olmadan anlam kendini yarattı yine. Sese doğru yöneldi: “Gelin tanış olalım/ İşi kolay kılalım/ Sevelim sevilelim/ Dünya kimseye kalmaz” Yunus Emre, Bozkır’ın henüz kendisinin de bilmediği hikâyesi üzerinde sohbet etti onunla ve sonra yatacağı yeri gösterdi. Ertesi sabah da nasihat niteliğinde sözlerle yolcu etti: Ben gelmedim dava için/ Benim işim sevgi için/ Dostun evi gönüllerdir/ Gönüller yapmaya geldim”
Aklı pek, gönlü pak olmuş bir hisle yürüyordu Bozkır, nice daha yürüdü. Yüzyıllar buluşup bir an oluveriyordu bu yolda. Seyri büyüleyici ve biraz da esrarengiz bir yol. Daha çok tanık olmak, birileriyle daha çok konuşmak istiyordu. Bu istekle giderken ağaçtan mı kayadan mı belli değil bir kovuk gördü. Oyuğun içine doğru eğildi ki arkasından ay dost diye bir ses işitti. Dönüp baktı, hiç durmadan bir selam verip kucaklaştı sesin sahibiyle. Karşısına çıkanların zararsız olacağına dair bir inancı vardı artık. Hemen tanıttı kendini ve aynısını muhatabından da bekledi. O ise yana doğru yönelip kovuğun içinden sarı bir tambura çıkardı. Oturdu, şöyle dedi: “Pir Sultan Abdal’ım kalkın aşalım/ Aşıp yüce dağı engin düşelim/ Çok nimetin yedik helallaşalım/ Geçti dost kervanı eyleme beni” Vakti kimle paylaştığını anlar anlamaz durmadı, bir daha sarıldı ve dağları aşmak üzere gitti yoluna. Her an birine daha rastlayabilirim düşüncesiyle yürüyordu artık. Bu olağanüstü durum Bozkır’ın nezdinde kanıksanmıştı çoktan. Hatta tahminler bile yürüttüğü oluyordu kimle karşılaşabilirim diye. Bir at kişnemesi kendine getiriverdi. Hah dedi, Dedem Korkut’tan bu yana atlı kimseye denk gelmemiştim. Çabucak kişnemenin yayıldığı yere doğru adımladı. Yaklaşınca gördüğü adam, hem atını suluyor hem de davudi sesiyle birine meydan okuyor gibiydi: “Benden selam olsun Bolu Beyi’ne/ Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır/ Ok gıcırtısından kalkan sesinden/ Dağlar seda verip seslenmelidir” Bozkır’ın anlaması hızlı oldu; bu Köroğlu idi. Sanki asırlardır kır atını suluyordu. Bu yiğit adam sürekli Han Oğlum Ayvaz diye söze girip öğüt veriyordu. Bozkır da hiç kesmedi onu, ben Ayvaz değilim bile demedi. Kısmetini aldı, müsaadeyi de aldı; ayrıldı yanından.
Bozkır, sırtında bir bağlama olduğunu unutmuş gibiydi. Bir devrandı, dönüyordu gözünün önünde. Akıp giden bu çağı biraz yavaşlatmak, biraz da soluklanmak üzere çıkardı bağlamasını. Oturdu ve bir ozanın dediği gibi dört dakika çalmak için kırk yıl akort yaptı. İstediği tavrı yakalayınca girdi türküye: “Vara vara vardım bir kara taşa/ Hasret ettin beni kavim gardaşa/ Sebep ne gözden akan kanlı yaşa/ Bir ayrılık bir yoksuzluk biri de ölüm” Türküyü okuyacaktı okumasına. Karşıdan bir ses ona mukâbil devam etti: “Nice sultanları tahttan indirdi/ Nicesinin gül benzini soldurdu/ Nicelerin gelmez yola gönderdi/ Bir ayrılık bir yoksuzluk biri de ölüm” Türkü bitti. Başka bir ihtimal yoktu, bu türküyü bilen burada iki kişiden biri Bozkır ise diğeri de Karacaoğlan’dır. Yanılmamıştı; zihninde beste olduğunu bildiği pek çok güfteyi kaynağından mâzisiyle birlikte dinledi. Yüreği elle okşanmış gibi olduktan sonra eşsiz bir huzurla yola koyuldu. Bir süre gittikten sonra günün çekilmek üzere olduğunu gözledi. Bahtımıza yine bir tekke düşer mi diye iç geçirerek az daha yürüdükten sonra koruluk gibi bir yerden geçtiğini fark edince durdu. Bu kuytu mevzide geceyi defetmek daha münasip diye düşündü. Arkasını sağlama aldıktan sonra gelen o rahatlıkla önü boyu bir göz attı etrafa, kendisinden başka kimseler yok gibiydi. Bağlamasını, şehit düşse de pusatını salmayan er kişi gibi sımsıkı kavradı; onun rahatını daha çok düşünüyordu. Saza olan bu ihtiramının yanında aklı bir an eski softalara gitti. Ne diyordu o müftü(!) efendiler, şeytan işidir avazı; dinde yoktur cevazı. Bozkır, ince bir tebessümle bir kez daha reddetti bu kalıbı. Allah’la ondan başka kimsenin olmadığı bu ıssızda, tebessümün haykırışla rücû etmesi uzun sürmedi: “Telli sazdır bunun adı/ Ne âyet dinler ne kadı/ Bunu çalan anlar kendi/ Şeytan bunun neresinde” Ses iniliyor fakat birini göremiyordu. Biraz da ayağa kalkıp arandı kulağını vererek: “Abdest alsan aldın demez/ Namaz kılsan kıldın demez/ Kadı gibi haram yemez/ Şeytan bunun neresinde” Nihayet aradığını buldu; birkaç ağacın gizinde, kütüğün üstünde oturuyordu. Hem sadeliğinden hem de türküden tanımıştı âşığı. Gecikmeden Bozkır devam etti: “Dertli gibi sarıksızdır/ Ayağı da çarıksızdır/ Boynuzu yok kuyruksuzdur/ Şeytan bunun neresinde” Âşık Dertli, birkaç asırlık mesafeden gelmişti; Bozkır’a tuttuğun yol iblisin talim ettiği yol değildir demeye. Bozkır da o dönemin kelleden olma pahasına ne cesur taşlamalar çıkardığından, buna gıpta edişinden bahsetti. Dertli üstat dinlendiği uzak yere geri döndü. Gün hemen hemen alacakaranlıktı. Yola revan olmak için emsalsiz bir zamandı.
Vara vara bu yol nereye varacaktı hiç bilmese de yolda olmanın verdiği ferahlıkla yürüyordu. Yolda kalmak… Kavgada olmak… Derde düşmek… Hangisi daha çetindi? Ya da hangisi asil bir ıstıraba gem vururdu? Bunlar birbirine mündemiç diye düşündü Bozkır, adeta mütemmim cüz dedi. Hepsinin çatısı da sevdaydı şüphesiz. Bunu derle demez kalbindeki yaraya diliyle dokunduğunu anladı. Bir anda tâkati kesilir gibi olunca durdu; biraz toparlayıp baktı ki günün iyice ağardığını gördü. Şöyle bir izledi, Sultan Sazlığını andırıyordu çevresi. Bozkır bu yolun en başından beri olanlara şaşırmayı bırakmakla beraber artık görüp gözlemledikleriyle, bir sonrasında kendini neyin beklediğini çıkarmaya başlamıştı. Sultan Sazlığına hiç gitmemişti ama Kayseri’de, Develi’de olduğunu biliyordu. Develi’yi zikredip yoksa demeye kalmadan âşık çıkageldi çayırların arasından. Bozkır bu kez önce bağlamasına gitti; vurdu tezeneyi, karşıladı misafirini. Âşık da davrandı hemen: “Eski libas gibi aşıkın gönlü/ Söküldükten sonra dikilmez imiş/ Güzel sever isen gerdanı benli/ Her güzelin kahrı çekilmez imiş” Havalandı türkü. Birlikte çığırdılar: “Seyrani’nin gözü gamla yaş imiş/ Benim derdim her dertlere baş imiş/ Ben bağrımı toprak sandım taş imiş/ Meğer taşa tohum ekilmez imiş” Yarası dikilmese de çok iyi muamele görmüştü. Ortalık yine tek bir görünüme dönmüştü; ne sazlık vardı ne de belirgin, seçilir herhangi bir şey. Zamanını bilmediği bir vakitte bir kapıdan girmiş de diğer kapıyı arar gibi yürüyordu. Bu yürüdüğü hesapça ne arşına ne de mile gelirdi ya, sürdürdü yılmadı. Neden sonra önünde halkevi diyebileceği bir bina şekillenmeye başladı. Bu bina çok güzel dedi Bozkır, Cumhuriyet’in ilk yılları gibi güzel. İçeri girmede tereddüt etmedi; belki birkaç lokma bir şey yemesi de gerekiyordu. Tam girerken bir ses, yavrum bana da bir yardım etsen dedi. Kasketi alnından da aşağıya inmiş bu adamı tanıyamadı ama ses ona aitti. İçeri girmek istiyor herhalde diye düşünerek koluna girdi. Beraberce salındılar. Üstünde bin yılın emanetini taşırcasına keder ve hassasiyet yüklüydü adam, oturdukları ilk yerin arkasına doğru uzandı. Duvardan bağlamayı alıp kapıların sırrını söyledi: “Dünyaya geldiğim anda / Yürüdüm aynı zamanda / İki kapılı bir handa / Gidiyorum gündüz gece” Hakikati görmek için bir çift gözden önce gelen kadim şartlar vardı elbette. Gerçekten şaşan kimdi bilinmez lâkin mahlas oldukça alçakgönüllüydü: “Şaşar Veysel işbu hâle/ Gah ağlaya gahi güle/ Yetişmek için menzile/ Gidiyorum gündüz gece” Bozkır elini öptü Âşık Veysel’in, pınarından yeni süzülüp göz kapağına varmakta olan tek damla yaşı parmağıyla usulca sildi.
Dışarı çıktığında, ilk ve en net hatırladığı şeyi gördü; her yer yine kar ve tipiydi. Gerçi ne yanıyor ne de üşüyordu. Yolundan alıkoyacak herhangi bir sebep yoktu. Sadece, eğer her şey gibi bu da aslına rücû ediyorsa ya başladığım yerdeyim ya da sona yakınım diyordu. Bu ihtimallere aldırmayı bir kenara bırakıp yürüdü. Bir anda üstünde asri mezarlık yazılı bir kemerin altından geçtiğini gördü. Yalnız görünürde tek bir mezar bile yoktu. Her ne kadar şaşırmayı bıraksa da biraz hayret etmişti Bozkır, ne demek olduğunu veya olabileceğini akıl etmeye çalışıyordu. Belli bir vakit daha yürüdükten sonra önünde kaban giymiş birinin de yürüdüğünü fark etti. Yetişmek için adımlarını ne kadar hızlı atarsa atsın önündeki hep daha ilerideydi. Bir süre sonra adamı bir şeyin üstüne oturmuş halde gördü. Az daha yaklaştıktan sonra da oturduğu yerin bir mezar taşı olduğunu ve adamın bir saz çıkardığını anladı. Aralarında pek mesafe kalmamıştı zaten. Adam kulağını sazın teknesine dayamış, tele her dokunuşunun verdiği karşılığı dinliyordu. Bu dikkatinden ötürü Bozkır’ı fark etmedi. O da doğrudan karşı taşa oturdu. Ne olur ne olmaz diyerek bağlamasını çıkardı. Adam sanki Bozkır’ın oraya geleceğini önceden biliyormuş gibi koçaklama düzeni olsun dedi. Bu ses çok ama çok tanıdıktı. Derken mezardaki ismi görüverdi. Taşta yazan, Devlet Sanatçısı Âşık Murat Çobanoğlu’ndan başka bir şey değildi; karşısında kulağı hâlâ sazın teknesinde olan da Çobanoğlu idi. Düzen kuruldu; tezene vuruldu: “Bir hışmınan geldi geçti/ Kiziroğlu Mustafa Bey/ Hışmı dağı deldi geçti/ Kiziroğlu Mustafa Bey” Gök inliyordu. Yer takip ediyordu: “Bir at biner ala paça/ Mecal vermez kırat kaça/ Az kalsın ortamdan biçe/ Kiziroğlu Mustafa Bey” Kime nasip olmuş böyle yâd. Sazların durmasıyla, Bozkır’ın boğazında bir kuruluk hâsıl oldu. Çobanoğlu bir testiden doldurduğu bardağı uzattı. Bozkır, yanınızda su da mı vardı diyecek gibi oldu. İç hadi, durma iç; Çobanoğlu’ndan arda kalan işte bu telkindi. Kendi yoktu anda. Bozkır kana kana içti.
Bir beyin oğlu… Türk beyin oğlu… TAK! Keskin bir düdük sesi geliyordu. Bu bir tren düdüğüydü. Kararan iki göz yeniden açılırken dünyaya, Bozkır’ın bembeyaz olmuş yüzü terden boncuk dağıtıyordu. Ürperişin şaşkınlığa, şaşkınlığın korkuya devretmesi çok hızlı gerçekleşti. Aklıselime terfi etmek için de çok geç kalmış sayılmazdı çünkü kafasını kabaca da olsa toplamış; bir şeyler sezmişti. Trenin duruyor olduğunu anladı, panikle dışarı attı kendini. Nefesle ciddi bir temas kurduktan sonra bir banka oturdu. Şöyle bir yokladı ki rüya gördüğü açıktı. Peki ya rüyanın sonu, bâde içtiğine mi inanmalıydı? Hem de kabrini ziyaret etmeye geldiği Âşık Murat Çobanoğlu’nun elinden. Her şeyin cevabı mezarlıkta diye düşündü. Hiç vakit kaybetmeden kabristana ulaştı Bozkır, hâliyle hiç kimseye tarif sormadan eliyle koymuş gibi buldu Çobanoğlu’nun mezarını. Orda o anda gördükleri bütün durumu aydınlatmaya yetti. Buz gibi havada mezar taşının sadece karşılıklı iki bölümü sıcaktı ve birinin hemen dibinde bir testi duruyordu; bu testi rüyadaki testinin aynısıydı. Bozkır, o testiyle suladı mezarı. Ağlamasının önüne hiç geçmeden uzun uzun söyleşti Çobanoğlu’yla. Geceyi orda geçirdi; gecenin hangisi, gündüzün hangisi olduğunu hiç anlamadı. İçinin manevî olarak tatmin olduğunu hasbelkader anladı. O dakika itibariyle de kalbinden tek geçeni yaptı. Bağlamasını çıkarıp oraya bıraktı. O bağlama kimlerle çalınmıştı. Mesûliyeti ağırdı. Çobanoğlu ona iyi bakardı.
Gönlünü bir vakit telsiz dökecekti. Olgunluk dem olduğunda gene gelir alırım sazı elime dedi ve yürüdü…

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.