Hukuk, kelime anlamıyla hak’lar demektir. Bizim bildiğimiz ve içerisinde yaşadığımız anlamıyla; bir toplumun düzenini sağlamak ve düzenin devamlılığını korumak adına insandan, toplumdan daha üstün olan bir teşkilatın koyduğu yasalarla bu düzeni sağlamasıdır. Bu yasalar; insanların birbirleriyle olan ilişkisini, devletle olan ilişkisini, kurumlarla olan ilişkisini, eşyalarla olan ilişkisini ve dahi tabiatla olan ilişkisini düzenlemektedir. İnsandan ve toplumdan daha üstün olan teşkilat ise dünya tarihi boyunca sayısız kere kurulmuş, yıkılmış, tekrar kurulmuş, bünyesinde kendisini kuran milleti yaşatmış ve devamlılığını sağlamış olan devlettir.
Devlet; herhangi bir insanın, alelade bir şekilde bir araya gelmiş bir topluluğun, grubun, halkın kurabileceği ve yaşatabileceği bir yapı değildir. Tarih ilmine başvurduğumuzda devletleri kuranların saydığımız kesimlerden daha büyük bir cemiyet birimi olan milletler olduğunu görürüz. Her millet, dünyada varlığını ispatlamak ve devam ettirebilmek için büyük bir teşkilata ihtiyaç duymuş ve bu ihtiyaca binaen de kendi devletini kurmuştur. Devletin görevi ise insanını, milletini sömürmeden, sömürülmeden müreffeh bir şekilde yaşatmak olmuştur. Bu göreve binaen devlet, bünyesinde yaşayan insanları belirli bir düzen içerisinde yaşatabilmek için yukarıda bahsettiğimiz yasaları meydana getirir. Yani devletin koyduğu yasalar, devletin yaşatmak ve korumakla mükellef olduğu millet için vardır ve muhatabı o millettir.
Her insanın bir geçmişi ve karakteri olduğu gibi her milletin de bir geçmişi ve karakteri vardır. Bir milleti diğer milletlerden ayıran yegâne unsur, karakteri yani kültürüdür. Kültür ise bir milletin mensubu olduğu insanların duygularda, estetik anlayışında, sanatta, edebiyatta, ahlakta, dilde, dinde ve birçok unsurda ortaklığın ve uyumun bulunmasıdır. Bu ortaklık ve uyum beraberinde gelenek-görenek ve örf-adet dediğimiz yaşayış tarzını ve kuralları da beraberinde getirir. Her milletin kendine özgü geleneği, örfü bulunur ve bunlar kendi kültürlerince şekillenir.
Türk milletine baktığımızda ise, mazisi çok eskiye dayanan bir millet olarak kültürümüzün de çok eskiye dayandığını söyleyebiliriz. Bu kabul bize, asırlardır yaşamış ve yaşamaya devam eden bir milletin kendine özgü kuralları olduğunu gösterir. Türk milleti kendi bünyesinde zamanla oluşturduğu bu kurallara ‘töre’ demiş ve töreyi uygulayarak hem millî düzeni sağlamış hem de Türk milletini bu zamana dek gelmesini sağlamıştır.
Töre kavramına sadece düzeni sağlayan kurallar olarak bakmak yetersiz kalır. Türkler için töre yani Türk töresi; Türklerin insana, tanrıya, evrene bakış açısını ve onlara olan yaklaşımını da yansıtır aynı zamanda. Yani Türklerin varlık tasavvuru da Türk’ün töresini şekillendirmiştir. Bu konunun daha iyi anlaşılması için örnek verecek olursak; Türklerin tanrıya karşı korkudan ziyade sevgi beslemesini, kadınlara verdiği değer ve saygıyı, hayvanlara karşı merhametli yaklaşımını, doğayı tahrip etmeden kullanışlarını, diğer millet mensuplarına olan davranışlarını ve dahi savaşta esir düşen düşman askerlerine karşı yaklaşımlarından görebilir ve anlayabiliriz.
Mamafih Türk töresi, Türk milletinin yaklaşık 2000 yıldan beri var olan kültürünü, varlık tasavvuruyla birlikte ve çağa uygun şekilde yoğrulmuş düzenidir. Yani töre dediğimiz bu kavram, tamamen Türk milletinin ortaya koyduğu kurallar bütünüdür, düzenidir ve Türk milletine aittir.
Konumuzun daha iyi anlaşılabilmesi bakımından din bahsini de açmakta fayda var. Din, insanlık tarihinden beri var olmuş, muhatabı olan toplumu düzenlemiş, birliğe sokmuş ve insanın yaradılıştan gelen inanma duygusunu doldurmuş, insanla tanrı arasındaki ilişkiyi var etmiş ve insana tanrıya karşı sorumluluk yükleyen bir olgudur. Tarihe baktığımızda ilahî dinler olduğu gibi bazı toplumların da kendi inanç sistemlerini kurarak dinlerini oluşturduğunu görürüz. Yani insanlık tarihi boyunca herhangi bir dine inanmamış, inançsız bir toplum olmamıştır. Bu durumda da dinin insanlar için kaçınılmaz bir olgu olduğu karşımıza çıkmaktadır.
Türk milleti nazarından baktığımızda ise tarih boyunca birçok farklı dinleri benimsemiş ve fakat yaklaşık son 1000 yıldır da İslamiyet ile hemhal olmuş bir millettir. Türklerin İslamiyet’ten önceki din anlayışı ile İslamiyet’e girdikten sonraki din anlayışı arasında çok radikal değişiklikler yoktur. Türklerin İslamiyet’ten önceki din anlayışı varlık tasavvurlarını şekillendirmiş ve İslamiyet’le birlikte de insana, tanrıya ve evrene bakış açısı daha da anlam kazanmış ve daha sağlam bir temele oturmuştur.
Diğer dinlere nazaran İslamiyet’le birlikte Türk milleti, millî birliğini ve bütünlüğünü koruyabilmiştir. İslamiyet, Türk milleti için koruyucu ve kuşatıcı bir yapı olmuştur. Yani İslamiyet ile birlikte Türk milletinde bir sosyal gerilim meydana gelmiş ve bu gerilim sayesinde Türk milleti yükselebilmiştir. Bunu da ancak Türklerin İslamiyet’i çok fazla benimseyerek, onu toplum ve fert hayatında uygulayarak yani kültürünün ayrılmaz bir parçası haline getirerek başardığını görmekteyiz. Bunun sonucunda da kültüre bu denli intikal eden dinin toplum içerisindeki var olan ahlakî düzeni, toplumsal kuralları yani hukuku etkilediğini ve etkilemeye devam eden bir unsur olduğunu da söylemek mümkündür. Yani dinden bağımsız bir Türk milleti düşünemeyeceğimiz gibi Türk milletine uygulanacak olan hukuku da dinden bağımsız düşünemeyiz. Zira hukuk, başta da belirttiğimiz gibi kısaca toplumun düzenini sağlayan ve devam ettiren kurallar bütünüdür. Bu kurallar, Türk milleti için varsa bu kuralların mahiyetini de Türk milleti için olmazsa olmaz unsur olan dini çıkararak oluşturamayız. Peki din unsuru ile bu kadar hemhal olmuş, kendi kültürünü şekillendirmiş ve kültürünü koruyucu bir yapıya bürünmüş, hem fert hem toplum olarak hayatımızın en küçük detaylarına kadar hakim olmuş dini; bir arada yaşamamızı sağlayan ve düzenleyen kurallardan, yasalardan çıkarmamız, laikliğin Anayasamıza girmesiyle birlikte laik hukuk anlayışı Türk toplumunda nasıl bir etki yaratmıştır? Bunun için laikliğin tarihi sürecini de kısaca incelemek gerekmektedir.
Laiklik, Grekçede hiçbir şeyle bağlantısı olmayan, özerk kişi anlamına gelir. Kelimenin ilk kullanımı ise ‘laikler’ olarak ruhban sınıfına mensup olmayan Hristiyan halkı nitelendirmek amacıyla kullanılmıştır. Avrupa’da Rönesans dönemi ile başlayan gelişme, aydınlanma süreci ile kelime anlam olarak halk sıfatından sıyrılarak dinin devlet politikalarından ve kurumlarından tamamen arındırılmasını amaçlayan hukukî ve siyasî bir terim haline bürünmüştür. Durmuş Hocaoğlu’nun tabiriyle, “Laiklik, doktrin olarak “dünya hayatını yönlendirecek kanun ve nizamlar bütününün dinî bir referanstan değil bizzat dünyanın kendi içinden çıkarılmasını öngören bir kamu düzeni” olarak tanımlanabilir. Laiklik, bizâtihi bir materyalizm ve ateizm (dinsizlik) değil, ‘lâ-dinîlik’tir; din ile kamu düzeni arasına bir mesafe çekmek, dini kamu hayatına karıştırmamaktır.”
Fransa, İtalya gibi Akdeniz ülkeleri başta olmak üzere Batı, Katolik Kilisesi’nin baskıları altında çok uzun bir zaman geçirmiştir. Kilise, dini kullanarak öyle bir güç haline gelmiştir ki krallara taç giydirecek, siyasî sınırları çizebilecek, bir fermanıyla yüzlerce kişiyi sebepsiz yere öldürtebilecek bir zemindedir. Yani Avrupa, belirli bir zaman aralığında tamamen kilisenin hegemonyası altında yaşamıştır. Bu durum da insanların, toplumların dine bakış açısını etkilemiştir. Din unsurunun kendilerine baskı yaptığını, canlarına mallarına kadar dokunabileceği farkındalığı, insanların dinden uzaklaşmasına neden olmuştur. Bu uzaklaşma beraberinde yeni bir dönemi, yeni keşifleri, icatları ve hem sosyal hem siyasî hakları beraberinde getirmiştir ve bu uzaklaşmayla birlikte Kilise’nin otoritesi sarsılmış; Kilise, devlet üzerinde de toplum-fert üzerinde de etkisini yitirmeye başlamıştır. Bu uzaklaşmayla birlikte de Batı’nın hür düşünme alanı genişlemiş ve Batılı toplumlar gelişim göstermeye başlamıştır. Hal böyle olunca, güçlenen ekonomi ve değişen zihin dünyası ile birlikte laiklik kavramı da devlet politikalarında yerini almaya başlamıştır.
Batılı toplumların gelişebilmesi, fertlerinin kendilerini gerçekleştirebilmesi için dinin savunucusu olan Kilise’ye açılan savaş, bir ihtiyaçtı. Onlar Kilise’nin uyguladığı zorbalığı reddederek, uzaklaşarak gelişim sergileyebilmişlerdir. Çünkü din, yani Katolik Kilisesi’nin yaymaya çalıştığı Hristiyanlık tam anlamıyla skolastikliği de beraberinde getirmiştir. Orta Çağ karanlığı diye hepimizin akıllarına kazınan zaman aralığı, aslında Avrupa’daki Kilise’nin dogmacı politikalarını anlatmaktadır. Lakin Kilise’nin uyguladığı istibdad, insanların kafasındaki din anlayışının değişmesine, dinin yerine pozitivizm diye çıkarılan insanlığa tapma düşüncesi getirmesine rağmen, dinin fert için vazgeçilmez bir unsur olduğu, insanın maneviyatının, inanma duygusunun bir şekilde doldurulması gerektiği hâsıl olmuştur. İşte böyle bir coğrafyada (Avrupa’da) bile laiklik ilkesi, sadece Fransa Anayasası’nda yer almaktadır. Zira diğer Batılı devletler; dinin tarafsız, dışlanmış bir unsur değil; içeride, taraflı olması gerektiğini ortaya koymuştur. Batı’da (Fransa haricinde) laiklik ilkesinin uygulanmadığına ilişkin birkaç örnek verecek olursak: Lutherianizm’in diğer din ve mezheplere göre imtiyazlı din sayılması, hatta kral ve hükümet üyelerinin bu kiliseye bağlı olmak mecburiyetinde olması bakımından İsveç; keza, Anayasa hükmü olarak (madde: 4) Lutherian-Evangelikanizm’in “resmi ve imtiyazlı din” olması, devlet tarafından desteklenmesi ve kralın ve hükümet üyelerinin bu kiliseye tabi bulunmak mecburiyetinden dolayı Danimarka; yine, Anayasa hükmü olarak (Madde: 62), resmi Lutherian-Evangelizm’in resmi din olmasından dolayı İzlanda; yine Anayasa hükmü olarak Ortodoksluk’un ülkenin “hakim dini” şeklinde tescil edilmiş olmasından dolayı Yunanistan; Anayasa hükmü olarak Katolisizm’in resmi din olmasından dolayı Monako, Din (yani Kilise) ve Devlet’in iç-içe olmaktan da öte bir Hristiyani Şeriat (Teokrasi) Sistemi oluşturacak kadar iç-içe bulunduğu Batılı ülkelerdir. Bunların yanında; Anayasa’nın 44. maddesinde “Devlet, halkın ibadet etmesinin kadir-i mutlak olan Allah’a karşı bir vazifesi olduğunu şükranla tasdik eder” ifadesinin yer aldığı İrlanda; Anayasa niteliğindeki “Milli Hareketin Prensipleri”nin 1 numaralı maddesinde, Roma Katolik Kilisesi’nin doktrinlerinin ülkenin kanunlarının ilham kaynağı olarak kabul edildiği ve Katolisizm’in “imtiyazlı birinci din” olduğu İspanya; Anayasa’nın 45. maddesinde “Devlet, Tanrı’ya ve insanlara karşı sorumludur” ve 46. maddesinde ise “Katoliklik Portekiz milletinin geleneksel dinidir; Katoliklik hukuki bir varlık olarak kabul edilir” ifadelerinin yer aldığı Portekiz; bir “din sözleşmesi” olan 1929 tarihli Lateran Konkordatosu ile Papa’nın Vatikan Devleti üzerindeki tam hakimiyeti ve Katolik Kilisesi’ne birçok sivil alanda imtiyazlı konuların resmen kabul edildiği ve Katolisizm’in resmen “imtiyazlı birinci din” hüviyetini haiz olduğu İtalya da, Yarı-Teokrat denebilecek bir yan yana sistemin geçerli olduğu ülkelerdir. Görüldüğü üzere laiklik ilkesi, doğduğu coğrafyasında bile tam anlamıyla politikalara yerleşememiş, sadece Fransa özelinde Anayasa’ya eklenmiştir. Fransa Anayasası’nda bulunmasının nedenini ise, tarihlerinde yaşadıkları Kilise ile olan büyük çatışmaları örnek gösterebiliriz. Yani Türkiye’de yaygın olan Avrupa’nın laik olduğu görüşünün doğru olmadığı ortaya çıkmaktadır. Peki doğduğu coğrafyada bile tutunamayan laiklik ilkesine Türkiye’nin ihtiyacı var mıydı?
Laiklik ilkesi, ülkemize ilk olarak 1924 Anayasası’na 1937 yılında yapılan değişiklik ile girmiştir. Yaklaşık 90 senedir Anayasa’mızda var olan ve millet olarak bir türlü benimseyemediğimiz bu kavram üzerine sürekli tartışmaların, yürüyüşlerin, ölümlerin yaşandığı laiklik ilkesinin Türk hukukuna etkisi nasıl gelişti?
İlk sorunun cevabı olarak, Türk milleti tarihindeki altın çağlardan birisini de İslamiyet’e geçişinden sonra yaşamıştır. İslamiyet ile bütünleşmiş, dini kendi kültürüne göre şekillendirmiş ve uygulamıştır. Bunun sonucunda da birçok ilim adamı, mucit meydana getirmiş devlet yapısı olarak oldukça yükselmiş; İslamiyet öncesinde de olduğu gibi vatandaşlarına adaleti tam olarak hissettirmiş ve töresi ile dünyaya nam salmıştır. Yani biz Türkler, Batı’nın aksine, İslamiyet ile bütünleşince sosyal gerilim yaşanmış, gelişim sergileyebilmiş ve zirveye çıkabilmiş bir milletiz. Ne zaman ki devlet olarak, toplum olarak, fert olarak dinden, ahlaktan uzaklaştıysak o zaman gerilemeye ve çökmeye başlamışız.
İslamiyet’te Hristiyanlık’ta olduğu gibi ruhban sınıfı diye bir sınıf yoktur. Biz Türkler, Kilise gibi bir yapının gölgesi, baskısı altında yaşamamızı sürdürmedik. Yani toplum olarak dinle çatışacağımız bir yapı bizim için hiçbir zaman oluşmadı. Din, gerek devletin, gerek toplumun ve gerekse de ferdin içinde idi. Laiklik ilkesinin getirilerinden biri olarak görülen ‘din ve vicdan hürriyeti’ne bizim ihtiyacımız yoktu. Zira milletimizin bir önceki kurduğu devlete baktığımızda bile Osmanlı İmparatorluğu’nun Hristiyan, Yahudi halklara karşı dinlerini yaşatmama, zorluk çıkartma gibi herhangi bir faaliyeti görülmemiştir. Bilakis insanlar dinlerini yaşamak için Osmanlı’ya göç etmişlerdir. Örneğin; Avrupa’da Yahudilere karşı yapılan şiddetin, zorbalıkların sonucu olarak dinlerini daha rahat yaşayabileceklerini düşündükleri Osmanlı İmparatorluğu’na 1492’de başlayan göçleri, Sultan 2. Mahmud’un “Ben tebaamdan Müslümanları camide, Hristiyanları kilisede, Musevileri havrada görmek isterim.” sözü Türk devletlerinde din temelli bir baskının yaşanmadığını gösterir. Bu durumda laiklik ilkesinin Türklerin devlet yönetiminde bir ihtiyaç, zorunluluk olmadığı ortadadır. Avrupa’da bile sadece Fransa’da uygulanan laikliğin, benzer bir kopya ile Türkiye’ye getirilmesi bizim tarihimiz, kültürümüz, devlet felsefemiz ve dine bakış açımız ile maalesef herhangi bir uygunluk teşkil etmemiş ve etmemektedir.
İkinci sorunun cevabı olarak ise, laiklik ilkesi ile birlikte; din anlayışımızın, ahlakî kurallarımızın hukuk sistemimizden arındırılması devletin topluma karşı meşruiyetini zayıflatmıştır. Çünkü Türk toplumuna uygulanan hukuk, Türk milletine aidiyet teşkil etmemektedir. Var olan düzeni korumak ve devam ettirmek üzere getirilen laik hukuk sistemi, yaklaşık 1000 senedir İslamiyet ile hemhal olmuş ve bugün dahi bunu devam ettiren, dinini en yüksek duygularla yaşayan Türkler için yabancılık teşkil etmektedir ve halihazırdaki insanların da devlete ve hukuka olan güvenini sarsmaktadır. Çünkü ne bir kanun ne bir yürütme işlemi, Türk milletinin kodlarından, tarihinden, kültüründen alınarak yapılmaktadır.
Ticarî ilişkilerimizde, komşuluk ilişkilerimizde, akrabalık ilişkilerimizde, arkadaşlık ilişkilerimizde ve daha sayacağımız hayatın birçok yerinde karşılaştığımız alanlarda dini, ahlaki alışkanlıklarımız gün yüzüne çıkar ve uygularız. Lakin bizim aramızda var olan bu ilişki, bu milletin karakterini şekillendiren bu olgu görmezden gelinerek hukuk sistemi altında bize uygulanmaktadır. Bu durum, bir millet için ne kadar sağlıklı olabilir? Milletin karakteriyle bağdaşmayan kurallar için, o kurallara uyulmadığında verilen cezalar ne kadar hakkaniyete dayanır ve âdil olabilir? Yahut bu hukuk sistemi toplum için ne kadar meşru bir zemine oturabilir?
Hukuk ve toplum, iç içe geçmiş iki mekanizmadır. Bu iki mekanizmayı da birbirinden ayrı düşünemeyiz. İkisi de zaman içinde birbirini etkiler. Türk toplumuna uygulanan laik hukuk, yani maneviyattan yoksun kılınmış, rasyonelleşmiş hukuk sistemi belirli bir süre sonra topluma da sirayet etmeye başlar ama yine de tam anlamıyla laik hukukla amaçlanan maneviyatsızlık ve seküler toplum elde edilememiştir. Aksine merdiven altı tarikatlar ve cemaatler oluşarak toplumumuzun dini hassasiyetleri sömürülmüş ve sömürülmeye devam etmektedir. Tabiatın boşluk kabul etmemesi sonucu, her alandan kopartılmaya çalışılan dinin, yanlış ve çıkarcı kişilerce doldurulmaya çalışıldığı aşikardır.
Toplum olarak çok uzun zamandır bu rasyonel, laik hukuk sistemi içinde sancılar çekmekteyiz ve ‘biz asla benliğimizi yitirmeyiz’ gibi bir söylemde de bulunamayız. Ne yazık ki ihtiyaca binaen din adı altında yapılan uygulamalar kimliğimizi yitirmemize ve yanlış dini uygulamalara sebebiyet vermektedir. Maruz kaldığımız laik hukukla birlikte oluşturulmak istenen seküler veya merdiven altı tarikatlara bağlı bir toplum haline gelmemiz imkansız değildir. Çünkü neye uzun süre maruz kalırsak, bir süre sonra ona dönüşmemiz kaçınılmaz olur.
Sonuç olarak içnde bulunduğumuz hukukî düzen, toplumun ahlakî düzeniyle şekillenmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti itibariyle yeniden inşa edilmeye çalışılan Türk hukuku, milletin tarihine, kültürel kodlarına, inancına, ahlakına uygun ve bunlarla bağdaşan bir sistem olmalıdır. Yaklaşık 90 yıldır Türk milleti, kendisine uygulanan hukuka; siyasette, idarede, eğitimde yabancılık çekmektedir. Bundan dolayı da toplum içerisinde gün geçtikçe hukukun meşruiyeti azalmakta ve insanlar adaleti kendilerinin sağlamak zorunda olduğunu hissetmektedirler. Bu durumun düzeltilmesi adına, millî hukukçularımızın yetiştirilmesi ve Türk milletinin karakterine uygun bir hukuk sistemi yani çağa uygun bir şekilde Türk Töresi oluşturup onu uygulamamız gerekmektedir ancak Türk milletinin kodlarından oluşan bir hukuk sistemi, Türk milletine meşru bir zemin oluşturur ve devlete, hukuka olan güveni kazandırır. Şu unutulmamalıdır ki Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan herkes Müslüman olmasa da ezici bir çoğunluğu Müslüman Türk’tür ve bu Müslüman Türkler bu devleti kurmuştur.
KAYNAKÇA
Durmuş Hocaoğlu, İslâm, Laiklik, Sekülerlik ve Türkiye Pratiği, Zaman., 30 Temmuz 1998, Pazar., s.02
Durmuş Hocaoğlu, Laiklik ve Sekülerlik: III, Yeniçağ Gazetesi / 09.06.2006
Dinin Üç Cephesi- İskender Öksüz

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.