Bazı işler öğrenilirken kitabî bilgiler yeterli olmaz. Okunan bilgiler hayatta tatbik edilmezse her şey farazî kalır. Araba kullanmak, saç kesmek, yüzmek bunlardan bazılarıdır. Bir halkbilimci için de sahaya çıkıp derleme yapmak teorik anlamda öğrenilip pratiğe dökülmesi gereken becerilerdendir. Bu sebeple değerli hocamız Özkul Çobanoğlu, Halkbilimi Kuramları ve Araştırma Yöntemleri Tarihine Giriş (2021:32) isimli kitabında alan araştırması yapmayı yüzme öğrenmeye benzetmiş ve suya girmeden nasıl yüzme öğrenilemezse sahaya çıkmadan da alan araştırması yapmayı öğrenmenin mümkün olmadığını ifade etmiştir. Tabiri caizse alan araştırmasına çıkmak yüzmeyi öğrenirken su yutmak demektir. İşin teknik kısmında gerçekten de öyle oldu. Teknik kısımlara değinerek yazının amacının dışına çıkmak istemiyorum. Pratik yapayım, su yutayım derken deryaların içindeki güzelliklere mest oldum. Bu mestliği, tecrübelerin bana kattığını paylaşarak Türk milletinin yüceliğini, nasıl bir derya deniz olduğunu göstermek niyetindeyim.
Doktora dersindeki İleri Halkbilimi Metot ve Teknikleri I: Metin Merkezli Kuramlar isimli dersimle alakalı olarak başlangıçta gelin ağıtları derleme amacı ile Çivril’de kaynak kişilerle görüşmeye gittim. Çivril’de gelin ağıtları ile birlikte mâni, türkü ve değişik doğaçlama oyunlar derledim. Bu derleme esnasında da köklerimizin hâlâ ne kadar güçlü olduğuna şahit oldum. Böyle düşünmeme neden olan birkaç misale geçeyim.
Öncelikle Ziya Gökalp’in her konuda olduğu gibi “Halka Doğru” derken ne kadar haklı olduğunu tecrübe ettim. Halka doğru gitmek zorundayız. Bunun sebeplerinden bir tanesi halkın fedakârlığı ve iyi niyetinin varlığını görerek yapılacak işler için aydının kendisinde güç bulmasıdır. Aydın eğer halkı için ilim derdindeyse, milleti için kafa yoruyorsa halkının kendine ait hasletlerini koruduğunu görmesi motivasyon kaynağı olacaktır. Denizli’nin Çivril ilçesinin 6 köyünde, 7 farklı evde, 17 kişi ile tanıştığımda gördüğüm şey; bu milletin kendine ait olan birçok alamet-i farikayı korumakta olduğudur. Bunların en başında misafirperverlik gelmektedir. Kendilerinden bildikleri mâni, ninni, ağıt ve türküleri söylemelerini istedim. Araştırmam için bana yardım edecek olmalarına rağmen bir de üzerine ne ikram edeceklerini şaşırdılar. Bana sadece söyleyecekleri yetecekken bir de sofralar kurdular. Türk köylerinde ve Türk köylüsünde misafir hâlâ baş tacıdır vesselam.
Diğer bir özellik ise ilim ve aydına olan saygı ve sevgidir. Yaşça torunları yaşında olmama rağmen hem mesleğimden ötürü hem de onların tabiri ile ‘üniversitede hoca olmak için uğraştığımdan’ ötürü çok sıcak ve samimi davranışlarda bulundular. Ne biliyorlarsa söylediler, ellerinde ne varsa gösterdiler. O yaşlarında hastalıklarına rağmen tümbek çaldılar, kalkıp oynadılar, kına gecelerinde oynadıkları ‘bardak oyunu, köse oyunu, ak-kara kuş oyunu’ gibi tiyatro tarzındaki oyunları gösterdiler. Nefes nefese kalarak bunları aktardırlar çünkü bunun ilim için olduğunu biliyorlardı ve yardım etmek istiyorlardı. Kendileri için oldukça sıradan ve modası geçmiş olduğuna inandırıldıkları şeylere değer verildiğini görmek onları ziyadesi ile memnun etmişti. Aslında birbirleri ile konuşmalarında geçen şu cümle oldukça özetleyiciydi: “Çocuğun ödeviymiş gı deyiver azıcık daha.” Burada modası geçmiş olduklarına inandırılması hususunda yaptıkları açıklamalar ve gençlere verdikleri öğütler çok kıymetliydi. Akademik çalışmanın dışında kalarak yok olup gitmelerine gönlüm razı olmadı. Konumuz gereği düğünlerden ve gelenek görenekten konuşulduğu için günümüzde boşanmaların fazla olmasından nasıl rahatsızlık duyduklarını dile getirdiler. Bir teyzemiz 45 yıllık evli olduğunu ve bir söz için (kaçarak evlenmiş) 45 yıldır iyisi ile kötüsü ile bu hayatı devam ettirdiğini söyledi. Yaka bizim köyümüz/ Serin olur suyumuz / Sevip sevip ayrılmak/ Yoktur bizim huyumuz” diye de mânisini söyleyerek yalancı sevdalara gönderme yaptı. Bir diğer konu ise gelinlikleri, düğünde kınada çalan parçaların bayağılığı ve eğlenceli olmadığıydı. Eskiden… diye başlayan cümlelerle yaşamadığım hâlde eskiye hasret ettiler. Kına gecelerinde sabahlara kadar eğlendiklerini oyunlar yaptıklarını kız evi ile oğlan evi arasındaki ilişkinin pekişmesini sağlayacak nice adetlerin artık olmadığını üzülerek anlattılar.
Teyzelerimizin ve dolayısıyla Türk insanının bir başka özelliği de zorluklar karşısında dirençli olmasıdır. Bir tanesi yıllarca düğünlerde tümbekçilik yapmış fakat kendi ifadesi ile belinde silah ile düğünlere gidermiş ki başına kötü bir iş gelmesin. Yirmi yaşındaki kızını kaybedince de bu işi bırakmış. Hayata küsmemiş fakat insanları da eğlendirememiş. Bir diğeri otuzlu yaşlarında oğlunu kaybetmiş…Bir diğeri eşini genç yaşta kaybetmiş… Bir diğerinin eşinin bazı engelleri varmış… Görüldüğü gibi dili söyleten bir yürek ve yürek acısı var. Bu şekilde yaşamın güçlükleri karşısında ayakta kalabilmişler. Çocuklarına hem anne hem baba olmuş güçlü bir Türk kadını/insanı bu coğrafyayı vatan kılmaktadır.
Vatan kılmaktadır çünkü ilkokula gidebilenlerden şiir ezberleyenlerin aklında kalan şiirlerin en başında Bayrak şiiri gelmektedir. İki tane teyzemiz de Bayrak şiirini daha dün ezberlemiş gibi okumuştur. Lise birinci sınıfa gelen birçok öğrencim Bayrak şiirini ilk kez benden duyduklarını ifade ettiklerinde acı bir gerçek daha yüzüme vurmuş oldu: Eğitim sisteminin ne hâle geldiği… Altmışlı yaşlarda teyzelerin ilkokula gittiği çağlarda Bayrak şiiri ezberletecek kadar millî olan eğitim sisteminin bugünkü hâlini yaz yaz bitiremem. Üstelik sadece Bayrak şiirini de değil Muhsin Canpolat’a ait şu şiiri de Özdemirci Köyü’nde bir teyzemiz coşkuyla okudu:
Yine böyle güneşli,
Bir ilkbahar gününde,
Söz verdi bütün millet,
Ata’sının önünde.
Ölüm var, fakat asla,
Esaret olmayacak.
Vatanın toprağında,
Tek düşman kalmayacak.
Bu imanla savaştı,
Genç, ihtiyar, kadın, kız.
Düşman Türklüğe şaştı,
Görmemişti böyle hız.
Unutma o günleri,
Her yıl bayram yaparak,
Selâmla gazileri,
Şehitleri anarak.
Kocayaka’da başka bir teyzemiz de İstiklâl Harbinde şiirinin ilk 2 dörtlüğünü okumak istedi:
Ağlamaktan gözlerin kızarmıştı akları
Büyük yas karartmıştı kırmızı bayrakları
Boyunlar bükülmüştü baslar durmuyordu dik
Kendi vatanımızda vatansızlar gibiydik
Anayurda dört yandan saldırmıştı düşmanlar
Türkün büyük derdini Türk olmayan ne anlar
Halife onlarla bir sultan onlarla birlik
Prensleri ediyor düşmana habercilik.
İşte bu hafıza ve güç ile evlatlarını yetiştiren Türk eğitim sistemi zamanla ülkenin ekonomisi kötü, yaşam standartları iyi değil diye başka ülkeye göç eden zihniyetler üretti!
Köylerde dinlediğimiz sözlü kültür ürünlerinin yanında gördüğümüz maddî kültür unsurları da çok kıymetliydi. Dokuma kilimler, gelinin başında takılan çeşitli duvaklar, eski gelinlikler… İşlemesi emek ve sabır isteyen kemerler… Şimdinin özensiz kıyafetlerinin yanında bir hazine değerindelerdi fakat gençlerimiz özenti uğruna bunları değil giymek görmek bile istememekte… Tabii istisnalar var. Bunlardan biri Karayahşiler’de üç çocuk babası olan güzel yürekli ve üreten (peynir, kaymak vs) Ahmet kardeşim. Ahmet, kendini maddî kültür unsurlarını toplamaya vermiş, kültüre ilgisini yitirmemiş, evinin misafir odasındaki cansız mankene geleneksel gelinliği giydirmiş, ürettiği kaymağı bakır tabaklarda satarak geçimini sağlayan bir Türk gencidir. Geleneğin sözlü yanını bilmekle kalmayarak adetlerin nasıl yapıldığı ile ilgili bilgilerle maddî kültür ögelerini toplaması o yaş grubu için çok kıymetli bir durum. Fransız François-René de Chateaubriand’ın dediği gibi gençlerimiz hazinenin üzerinde oturan dilenciler gibi kendi türkülerimizin, kıyafetlerimizin ve her türlü kültür unsurumuzun estetik varlığını göremeyerek değişik kültürlere özenmektedirler.
Evlerinde tümbek, gelinlik olan kaynak kişilerimin ricasını kırmayarak düğünlerde yapılan icralara ortak oldum ki onlardan olduğumu, benim de köy çocuğu olduğumu bilsinler. Ülkenin başkentinden gelerek onların söylediklerine ve yaptıklarına kulak veren, değer gösteren ama ilim insanı olan birilerinin olduğunu bilsinler. Onları çok sevdiğimizi, onların varlığı ile var olduğumuzu, onlara tepeden bakmak gibi bir cahilliğe kapılmayacak Türk milliyetçisi aydınların yetişmekte olduğunu hissetsinler. Büyüğünden küçüğüne baş tacı edilmesi gerekenlerin asıl kendileri olduğunu anlasınlar. Ne demiş Orhan Seyfi:
En bakımsız, en kuytu bir bucağın
Bence ‘İrem Bağı’ gibi güzeldir
Bir yıkılmış evin, harap ocağın
Şu heybetli saraylara bedeldir
Yalnız senin tatlı esen havanda
Kendi milli gururumu sezerim
Yalnız senin dağında ya ovanda
Başım gökte alnı açık gezerim.
Var olsun Türk toprakları, var olsun Türk insanı…

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.