İnsan, fıtraten içtimaî bir varlık olmak üzere yaratılmıştır. Doğuştan getirmiş olduğu fıtrî özelliklerini toplumla, yani doğal olarak kültür ve değerlerle birleştirerek geliştirmiş ve şahsiyetini ortaya koymuştur. Bu içtimaî insanın sözlü veya yazılı olarak oluşturmuş olduğu edebiyatın da toplumdan ayrı, müstakil bir yapı geliştirmiş olması mümkün değildir. Ne edebiyat toplumdan ne de toplum edebiyattan bağımsız olarak algılanabilmektedir (Şatıroğlu, 2005, s. 173).

Tarih boyunca her milletin -etkileşimler olsa da- kendine mahsus bir edebiyatı olmuştur. Bunun aksini savunmak veya “evrensel bir edebiyat” oluşturmaya çalışmak beyhude bir çabadan ibarettir. Edebiyat, topluma açılan bir penceredir. Onunla, bir milletin hatta halkın bütün özelliklerini olduğu gibi görmeniz mümkün olmayabilir ancak açılan o pencereden eserin yazıldığı dönemi, konu edinilen milletin geleneklerini, kıyafetlerini, yemeklerini, dinî inanışlarını, mimarisini, tasavvurunu vb. birçok hususiyeti görebilirsiniz. Zira her edebî eser, bir bakıma içtimaî olgulara dayanmaktadır. Diliyle, muhtevasıyla, mekanıyla, karakterleriyle edebiyatçının zihnindeki toplumun birer yansımasıdır. Eserde konu edilen kişiler, sanatçının kültürel belleğindeki içtimaî birikimlerdir (Çelik, 2013, s. 62-63). Doğal akışı içerisinde kültürün aktarıcılığını yapan edebiyat, saymış olduğumuz özellikleriyle sosyolojinin kaynakları arasında ciddi bir yer tutmaktadır. Günümüzde edebî eser denildiğinde sadece roman akla gelmektedir lakin destanlar, bengü taşlar, ağıtlar, türküler, temaşası gibi ürünlerimiz de edebiyatın içerisinde yer almaktadır ve bunlardan bazıları sosyologların birincil kaynakları olmuştur. Hatta edebiyat sosyolojisi denilen bir araştırma alanı da mevcuttur. Peki toplumla bu denli bağlantılı olan edebiyat, fikir sistemlerinden de etkilenmiş midir?

Genel anlamda sanatın ve beraberinde edebiyatın fikir sistemlerinden veya dünya görüşlerinden bağımsız üretilip üretilemeyeceği tartışılan meselelerdendir. Edebiyat, konu aldığı toplumdan izler taşıdığı gibi yazarından da izler taşır. Bir toplum içerisinde yaşayan ve şahsiyetini o toplumla oluşturan sanatçının yetiştiği çevre, kültür, değerler sistemi vb. esere doğrudan tesir eder. Bu oldukça tabiî bir durumdur. Bu, bizi başka bir soruya götürmektedir: Yazarın hayat görüşünün, ideolojisinin edebiyata yansıması nasıl değerlendirilmelidir? Az önce saydığımız sebeplerden ötürü belirli bir toplum yapısı içerisinde yetişmiş olan yazar, isteyerek de olsa istemeyerek de olsa hayat görüşünü ve ideolojisini eserlerine yansıtabilir. Hatta her sanat eseri içerisinde bir ideolojinin yüklü olduğu da bir gerçektir (Kınacı, 2016, s. 126). Özgür olan ve olması gereken edebiyatta yazar, görüşlerini saklamak mecburiyetinde değildir.[1] Edebiyat-ideoloji ilişkisi, bu bağlamıyla herhangi bir sorun teşkil etmemektedir ancak tarihe bakıldığında bu ilişkinin sınırlarının aşıldığı birçok durum karşımıza çıkmaktadır.

Yazımızın buraya kadarki kısmında toplumun edebiyata yansımasından bahsettik ve edebiyatın -birebir yansıtmasa da- tarihe tanıklık ettiğine, böylelikle sosyolojinin de sahasına girdiğini belirttik. Bunların tabiî bir neticesi olarak sanatçının görüşlerinin de esere yansıdığından bahsettik. Bu noktadan sonra bakış açımızı biraz daha değiştirecek ve iki yönlü olan bu ilişkinin bir de diğer yönü üzerinde duracağız. Zira, toplumun edebiyatı etkilediği gibi edebiyat da toplumu etkilemiştir. Kültürün, dilin, değerlerin gelecek nesillere aktarılmasındaki en büyük rolü oynayan sanat dalı edebiyattır. Tarih boyunca çocuğun beşikte dinlediği ninniden, savaş meydanlarında söylediği marşlara; dilini zenginleştirdiği şiirlerden, milletinin geleceği için ürettiği fikrî yazılarına kadar hayatının her aşamasında edebiyatın tesiri olmuştur. Edebiyat; sözlü ve yazılı bütün unsurlarıyla topluma yön verecek kadar güçlü bir sahadır. Edebiyatın bir güç olduğunun farkına varanlar, bu gücü de ellerinde tutmak ve yönlendirmek istemişlerdir. İşte bu noktada, edebiyat-ideoloji ilişkisinin tehlikesi karşımıza çıkmaktadır.

Edebiyat, toplumu belirli bir ideolojiye yöneltmek için veya bir ideolojiden uzaklaştırmak için kullanılabilir (Kınacı, 2016, s. 127). Bu hususu iki maddede inceleyebiliriz:

1- Bir milletin veya grubun kendi ideolojisini yaymak için edebiyatı tamamen bir propaganda aracı olarak kullanması. Bu gibi durumlarda, artık yazarın görüşlerinin esere yansımasından ziyade yazara bilinçli bir müdahale söz konusudur. Bu şekilde propagandanın yoğun olarak yapıldığı ve edebiyatın tamamen ideolojinin bir aracı hâline dönüştürüldüğü durumlarda, edebî eser değerini kaybeder (Kınacı, 2016, s. 127). Bu tür eserler; samimiyetsiz politik metinlerden öteye geçemezler.

2- Bir milletin kendi içerisinden var etmiş olduğu edebiyatı, farklı bir ideolojiyi yaymak gayesiyle kısıtlamak ve değiştirmek. Toplumun bünyesinde bulunmayan bir ideolojiyi benimsetebilmek için, var olan bakış açısını değiştirmek gerekmektedir. Bu sebeple tarihte, farklı milletlerce, edebiyatın doğal seyrinden çıkartılmaya çalışıldığı, sansüre uğradığı ve baskıyla değiştirilmeye çalışıldığı görülmüştür. Bu durum, kültür aktarımında ve edebiyatın gelişiminde ciddi yaralar açmıştır.

Baskıcı rejimlerde, bu saydıklarımız gizlenmeden, açık şekilde uygulanmaktadır. Böyle rejimlerde devlet, kendisine hizmet etmeyen edebî eserlere izin vermediği gibi tersine yazanları da cezalandırabilir. Nazi Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı ve SSCB bunlara örnek verilebilir. Bu yönetimlerin kendi ideolojilerine yapılan propaganda doğrultusunda sanatçılara bazı desteklerinin olduğu görülmüştür (Akengin, 2014, s. 146). Özellikle SSCB’de bu durum çok ileri bir boyut kazanmıştır. Marksizm ideolojisi temelinde kurulan SSCB, sadece kendisine hizmet eden eserleri kutsamakla kalmamış, kendi aleyhine olanları da yasaklamış ve hatta yazarlarını ölüm cezasına çarptırmıştır. “Sosyalist realizm” akımı olarak bilinen ve devlet tarafından resmiyet kazanan bir akımla doğrudan edebiyatın bir propaganda aracı olduğu ilan edilmiştir (Ateş, 2020, s. 27). Çok net bir şekilde söyleyebiliriz ki SSCB’nin bu doğrultudaki politikaları, Türk edebiyatına yapılmış bir soykırımdır. Bu konuyu sonraki yazımızda detaylı olarak inceleyeceğiz.

Bu yazımızın neticesine gelecek olursak edebiyat, sosyoloji ve ideoloji arasında sıkı bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz. Bu sebeple de edebî metinleri ideolojiden arındırmaya çalışmak bizce doğru bir yaklaşım değildir. İçtimaî bir müessese olması hasebiyle edebiyatın toplumdan, o toplumun var ettiği yazarın görüşlerinden veya hâkim ideolojiden etkilenmesi tabiî bir durumdur. Bununla birlikte edebî eserlere doğrudan ideolojik bir gaye yüklemek ve bu gayeler doğrultusunda çeşitli baskılarla edebiyatı kısıtlamak da doğru değildir (Kınacı, 2016, s. 127). Edebiyat-ideoloji ilişkisinde dikkat edilmesi gereken husus, edebiyata dışarıdan bir ideolojinin sunî şekilde tesir etmesi durumudur. Zaten sunî bir tesir olmadığında, edebiyat ile ideolojinin dengesi doğal olarak kurulacak ve bunun üzerine tartışılmasına dahi bir lüzum kalmayacaktır. Bu sunî olarak gelecek olan etkenlere karşı da edebiyatı koruyacak olan, onu var eden milletin kendisi olacaktır.

KAYNAKÇA

Akengin, Ç. (2014). Sanat İdeoloji Politika İlişkileri. ULAKBİLGE, 2(4), s. 143-150.

Ateş, Ö. F. (2020). Edebiyat ve İdeoloji: 1917 Sonrası Sovyet Edebiyatında Kimlik Yozlaşması -Azerbaycan Edebiyatı Örneği-. Yayımlanmamış Doktora Tezi. Nevşehir: Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Çelik, E. (2013). Edebiyat Eseri Toplumun Aynasıdır: Edebiyat ve Sosyoloji İlişkisi Üzerine. Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, 104(738), s. 59-64.

Kınacı, C. (2016). Kazak Edebiyatında İmaj ve Kimlik. Ankara: Bengü Yayınları.

Şatıroğlu, A. (2005). Edebiyat Sosyolojisi. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Dergisi, 3(11), s. 173-177.

[1] Burada kastedilen özgürlüğün, sınırsızlık veya saygısızlık boyutuna ulaşan bir özgürlük anlayışı olmadığına değinmek gerekir.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.