Arapça kökenli bir kelime olan siyâset, “at eğitimi” mânâsına gelmektedir. TDK sözlüğü, siyâset kavramını “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış” biçiminde tanımlamaktadır. Peki, at niçin eğitilir? Atın eğitilmesinin temel nedenleri onun savaş meydanlarındaki harp gücünden yararlanmak, yük taşımada hizmet görmesini sağlamak; yarış, cirit, çit atlama ve av sporlarında kullanılması ve bünyesindeki enerjisinden etkili bir biçimde yararlanılabilinmesidir. Bunun için at yulara, eğere, geme, semere vb. denetim araçlarına alıştırılır ve binicisinin emri altında hareket etmeye hazır hâle getirilir. Kelime, artık günümüzde bu mânâsıyla kullanılmamaktadır. Ancak siyâsetin tabiatında “eğitim” işlevinin olduğu da unutulmamalıdır.

Siyâset kavramını açıklamışken onun yerine çokça ikame edilen “politika” kavramından da bahsedelim. Bu kavramın sözlük anlamı “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı” olarak verilmektedir. Bu tanımıyla politika, siyâseti uygulamaya koyma aracı gibi anlaşılmaktadır.

Üç yüz yıla yakındır millî eğitim sisteminde tahakkuk ettirilen politikaların tezâhürlerinin başarılı ve kaliteli olup olmadığını, ülkemizin dünya genelindeki saygın bilim insanı, müteşebbis, teknokrat1, yazar, şâir, sanatçı, sporcu, müzisyen sayıları ve keyfiyeti ile yine ülkemizin sâhip olduğu patentlerin, rekâbet edebilir malların, buluşların ve ülkemize gelen beyin göçü ile ilgili veri havuzunun netîcesini incelediğimiz zaman elimize geçen sonuç nedir? İki yüz yıllık modernleşme çabalarına rağmen Batı ile arasındaki makası kapatamamış ve kendi maddî-mânevî potansiyelini hebâ eden, muhtevâsız politikalar yığını ile setrelenmiş bir ülkeye tesâdüf ediyoruz.

Aslında olup biten oldukça açıktır: Türkiye’de başta siyâset olmak üzere neredeyse her alanda ilkesizliği ilkeleştiren bir oyun oynanmaktadır. Sahne karmakarışıktır. Belirsizlik ve muhtevâsızlık hat safhadadır. Bir vakitler varoluşçu filozof Karl Jaspers’in dediği gibi, “Sanki yer, ayaklarımızın altında kaymaktadır.” Ne oluyor? Nedir içine düşülen bu hâl acaba? Hâl çareleri nedir? Neden çözüme kavuşulamıyor?

Dr. Refik Saydam, 1939 yılında Sağlık Bakanı olarak görev yaparken ülkemizin içinde bulunduğu mevcut şartları tanımlamak ve anlatmak maksadıyla çok mânîdar bir ifâde kullanmıştı: “Her şey A’sından Z’sine kadar bozuk.” Bu tespit günümüzde Türkiye’nin eğitim meselesi ve diğer birçok sâhadaki sıkıntılarında hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Kökleri 17. yüzyıla kadar uzanan eğitim meselesi, Osmanlı’nın bilhassa 19. yüzyılda sorunları tespit edip çözüm yolları aradığı bu mevzû, Cumhuriyet Dönemi’nde de yüz yıla yakındır çözüme ulaşılmadan devlet kademesinde, çeşitli yayımlarda, televizyonlarda, sohbet masalarında ve neredeyse her meskende dâima ilk sırada konuşulan popüler konu olmak vasfıyla yer alıyor. Oysaki Türkler, dünyânın en zengin “eğitim ve öğretim’’ birikimine; yâni ‘‘eğitim hâfızasına’’ sâhip millet olmasına rağmen bu hâfızaya dayalı 21. yüzyılda Türk milletinin problemlerini çözecek özgün eğitim modelleri geliştiril(e)memiş, eğitim ve öğretim ile ilgili sorunlarına kendi bünyesinden neşet etmiş ve millî-mânevî değerlerini yaşatmak üzerine kalıcı ve isâbetli politika üret(e)memiştir. Bunca zamanlık târihî tecrübeye sâhip olan, dünyâyı tesir altında bırakan bir medeniyetin lokomotifliğini üstlenen, nice ilim adamları yetiştiren, yüzyıllar boyu gıpta ile bakılan eğitim kurumlarına sâhip olan ve ülkesinin kaynaklarının bu kadar gümrah olduğu bir milletin böyle bir dertten mustarip olması ne kadar da üzücü.

Orta büyüklükte bir Avrupa ülkesinin toplam nüfûsu kadar öğrencimiz var ve bununla iftihar ediyoruz. Bu sayı ilk bakışta ülkemizin yarınları adına büyük bir zenginlik kaynağı anlamına geliyor, heyecan veriyor. Ancak tablonun ayrıntılarına doğru gidildikçe bu durumun hilâfına çok ciddî sorunların yaşandığı görülebiliyor. Genç nesillere zihnî melekelerinin becerilerini geliştirecek, millî değerleri bünyeye nakşedecek, sosyokültürel hayâtın dinamiklerini öğretecek, analitik, eleştirel, sorgulayan ilim zihniyeti edindirecek yenilikçi, yaratıcı, girişimci şahsiyetler olarak hayâta atılmalarını sağlayacak bir eğitim verildiği söylenemez. Bugünkü eğitim sistemi yâhut sistemsizliği ile genç nesilleri hoyratça harcarken, insan kaynağımızı tüketirken geleceğimizi karartmakta olduğumuzun şuûruna varmalıyız. Mümtaz Turhan, Türk eğitim sistemini dünyânın en mümbit topraklarından birisi ortasından akan, büyük bir nehrin sularına dokunmadan dönen, muazzam bir çarka benzetir. Belki de söyleyeceğimiz tüm sözlerin özetidir bu cümle. Burada hükümet eden, hazırladığı politikalar ile bugünü ve yarını planlayan, toplumun kalkınması için bir takım çözüm önerileri vâdeden ve devlet cihazını elinde bulunduran siyâsî erke büyük rol düşüyor.

Evvelâ şunu söylemek gerekir ki siyâsette aslolan millîliktir. İster içe karşı ister dışa karşı yürütülsün, siyâsetin değişmez karakteri millî olmasıdır. Çünkü uygulanacak politikalar bir milletin coğrâfî şartları, tabiî şartları, târihî tecrübesi, iktisâdî durumu, içtimâî ve kültürel dinamikleri, nüfûsunun durumu ve diğer birçok âmilden tecrid edilemez. Her millet siyâsetini kendi orijinal yapısı içinde tâyin etmelidir. Siyâsî sâhada başka milletlerden ısmarlama kararları uygulamak kadar, başka milletleri ve devletleri taklit etmek de doğru değildir. Bu âciz kadrolar elinde devlet “gönüllü bir peyk” ve “sömürgeleştirilmiş devlet” durumuna düşer. Devlet cihazını elinde bulunduran siyâsî grup şâyet kalkınmanın yollarını aramak istiyorsa ilk olarak millî bünyeye uygun bir eğitim politikası tâyin ve teşekkül ettirmesi gerekiyor.

Kalkınmanın da temel unsuru hiç şüphe yoktur ki insandır. İnsanı geri kalmış bir millet asla kalkınamaz. İnsanı geri kalmışlıktan kurtarmanın tek yolu da ferdi ve cemiyeti muhtaç olduğu eğitimden geçirmektir. Eğitim içtimâî, kültürel, iktisâdî ve siyâsî yönüyle bir bütündür ve onun asla vazgeçilmez karakteri de millî olmasıdır. Yâni her millet eğitimini toplum yapısına ve işleyişine göre politikalarla yürütür. Hangi alanda ne eksik varsa bu ihtiyâca binâen bu sâhalarda vazîfe alacak insan unsurunu gereken konumlara yönlendirmek iktizâ eder. Mümtaz Turhan’ın “Asıl mesele maârifi bundan dokuz yüz sene evvel olduğu gibi bugün de Türkiye’nin biricik ana dâvâsı olan iktisâdî, sınâî ve içtimâî sâhalarda kalkınmanın bir vâsıtası hâline getirmek.” dediği cümle ile gâyeyi hülâsa edebiliriz.

İnsan unsurunu ilmî şekilde ele alıp işleyen, onları yetiştirip şahsiyet sâhibi yapan ve millî-mânevî değerler ile bezendiren mekanizma eğitim sistemi olduğuna göre, milletimize hizmet arzusu ile onun idâreciliğine tâlip olanların, eğitim meseleleri üzerinde çok geniş ve derin bir araştırmaya girmesi, bu konuda zihin yorması gerekmektedir. Çünkü bu, günübirlik politikalara âlet edilip atlanılamayacak kadar mühim bir konudur. Ne yazık ki Türkiye’deki idârecilerin dönem ayırt etmeksizin hemen hemen hepsi sınâî, zirâî, ticârî ve teknik sâhaları kendilerine alâka merkezi olarak seçip, unutup ihmal ettikleri unsur insan olmuştur.

Millî bünyeye uygun bir eğitim sistemi ihdas edilmediği müddetçe bu eğitim mekanizmasından halk ile arası kopuk, halkın sesine kulaklarını tıkayan, halkı hakir gören, buyurgan, mütehakkim, ezici, dayatmacı ve tepeden inmeci bir aydın zümresi ortaya çıkar. Bu oluşan aydın grubu ve berâberindeki yönetici ekibin ortaya koyduğu politikalarda tabiî olarak halka hitap etmeyen değerler manzûmesine sâhip tamâmen gayri millî muhtevâ ve istikâmet izleyen politikalar dizisi sunar. Necmettin Hacıeminoğlu, halk ile aydın arasında neredeyse iki asırdır devam edegelen mücâdelenin en önemli sebebini, gruplar arasındaki büyük kopuklukta görür. Bu kopukluğun da büyük sebebi olarak eğitim sistemindeki verilen değerlerin gayri millî olmasının kaynaklık ettiği kanaatindeyim. Ona göre Türk aydını ile halkı arasındaki din, kültür, töre, dil, ülkü gibi onları birbirlerine yaklaştıracak ve bir arada tutacak olan tüm mânevî bağlar kopmuştur. Bu iki zümre arasında, aynı vatanda olmaktan başka birbirine kaynaştıracak mânevî bağ kalmamıştır. Eğer fertler veya gruplar arasında bu rûhî bağlar kopmuşsa, o cemiyette artık tam mânâsıyla bir millet bütünlüğünden bahsedilemez der. Bu yüzdendir ki Türkiye’de aydın ile halk, yan yana fakat iki ayrı millete mensup zümrelermiş gibi yaşamaktadırlar. Bu gayri millî çarktan yetişmiş aydın, bürokrasi ve politikacılar temâdî şekilde halka “Millî kültürünü, töreni ve dînî inancını terk edip Batılılaşacaksın!” demektedir. Buna mukabil halk ise aydına “Millî kültürümü, töremi ve dînî inancımı terk etmeyeceğim ama çağdaşlaşacağım!” cevâbını vermektedir. İşte bu yetişen nemelâzımcı aydınlar, günahkâr aydınlar, sola açık aydınlar, müstemleke aydınlar, manda aydınlar ve hümanist aydınların yüzde yüz ülkücü bir aydın olarak yetişip millî bütünleşme üzerine mütâlaalar ürettikleri millî-mânevî ihtiyaçları gözeterek politika tavsiye ve uygulamalarına kaynaklık teşkil ettikleri vakit bir şeyler düzelmeye başlayacaktır. İşte burada devreye o özlemle yolunu gözlediğimiz Türk için, Türk’e göre ve Türk tarafından inşâ edilen millî eğitim sisteminin çok çok büyük bir rolü bulunuyor.

Gelişmiş ülkelerin kalkınma süreçlerine bakıldığında, eğitime ve eğitilmiş nitelikli insan gücünü yetiştirmeye yâni insana yatırıma önem verdikleri görülmektedir. Bu bakımdan, ülkemizde eğitim programlarının Atatürk’ün amaçladığı ve bizlere de hedef olarak gösterdiği Türkiye’nin muâsır devletler düzeyinin üstüne gelmesi vizyonu doğrultusunda geliştirilmesi ve amaç, içerik, öğrenme-öğretme süreçlerinin bireylere maddî ve mânevî kalkınma için gerekli bilgi, beceri, tutum ve anlayışların kazandırılmasına yönelik tasarlanması gerekmektedir. Tabiî ki burada maddî kalkınmadan söz etmişken bunun mânevî kalkınma tabanı üzerinde kurulup geliştirilmesi esâsını da belirtmeden geçmeyelim. Birçokları kalkınmadan söz ederken ülkede tüten fabrika bacalarından, köprülerden, otoyollardan, binâlardan ve barajlardan söz eder. Hiç şüphesiz kalkınmanın çok önemli bir yönüdür bunlar. Fakat bizim kanaatimize göre kalkınma bütün bunların ötesindedir, tamâmı ile millî ve çağdaş güçlü bir millî eğitim meselesidir. İnsan unsurunu ilmî ve millî planlama ile işleyip geliştirmedikçe kalkınma maattessüf olamaz.

Eğitim en önemli, en hayâtî, sosyal, ekonomik, kültürel ve politik faâliyet sayılmalıdır. Politik basîretsizliklerin ve özellikle 80 öncesi Marksist propagandaların zihinlere yerleştirmeye çalıştığı bir vetire ile insanlar ve yıllar hebâ edildi. Daha sonraki yıllarda da Avrupa Birliği uyum süreçleri ve yine gayri millî politik vizyon ile Türklüğün adının belirtilmesinden bile rahatsız olan, millî değerleri, millî kimliği benimsemeyen hatta sakıncalı sayan kozmopolit bir anlayışın giderek etkili olduğu bugünkü eğitim ortamına sürüklendik. Günümüzde genç beyinler her türlü yanlış ve zararlı telkinlere açık hâle getiriliyor. Okullarımızda millî kültürümüzün temeli olan millî târihimizin, Türk Müslümanlığının ve Türkçemizin yeterli seviyede (hatta hiç desek yeridir) öğretilememesi hazin bir durumdur. Temel eğitim sürecinde okuma alışkanlığı kazanamadığından edebiyâtını, sanatını, mûsikîsini, mîmârîsini bilmeyen, bunlarla ilgilenmeyen, okuduğundan haz duymayan, inanç dünyâsında kafa karışıklığı yaşayan, nihilizme açık nesiller yetiştiriyoruz. Bunların netîcesinde de kalkınma beklemek gerçekten acı bir durum.

Yazımızın sonlarına doğru yaklaşırken Nevzat Kösoğlu’nun devletin teorik anlamda yapısını ve fonksiyonlarını ifâde ettiği makâleleri hatırıma geldi ve konuyla da râbıtası olduğunu düşündüğümden kısaca ona da değinmeden geçmek istemiyorum. Devleti anlatırken; bugün millet diye isimlendirdiğimiz bir içtimâî varlığa istinat ederek teşkîlâtlanan devletin, milletlerin o çağdaki târihî görevlerini gerçekleştirmek fonksiyonunu yüklendiğini söylemek gerekir. Devlet, insanlar arasında adâleti tesis etmek vazîfesi yanında bu görevi de yüklenmekle, ferdin gâyesini de kucaklayan yüksek bir değer iktisap eder. Millet bu misyonun idrâkine kavuşup, millî şuuru güçlendikçe, devlet, uğruna baş verilen yüksek bir değer olur. Bu açıdan bakılınca devlet, milletin târihî misyonunu gerçekleştirebilmesinin aracıdır. Devletin istinat ettiği milletin târihî misyonunu gerçekleştirmekle görevli olduğuna ve bu misyonun, ferdin gâyesi ile ilgili olduğunu belirtmiştik. Bu görevin noksansız bir şekilde gerçekleştirebilmesinin bir şartı da milletin fertlerinin bu misyonun idrâkine kavuşturulması olacaktır. Bu sebeple devlet fonksiyonlarını îfâ ederken, ferdin şahsî gelişmesinin dâima târihî misyon planı içinde olduğunu göz önünde tutacaktır. Şu hâle göre devlet, millet çapındaki eğitim çalışmasını; ferdi, gâyesinin idrâkine ulaştıracak ve milletin târihî misyonunu bir kültür muhtevâsı olarak ferde kazandıracak şekilde tanzim edecektir. Bu eğitimde milliyetçilik bir kavmiyet asabiyeti olarak değil, millî misyonun millet çapında idrâki ve bu görev şuûrunun heyecânı olarak işlenecektir. Ferde, devletin temsil ettiği bu târihî misyonu gerçekleştirme uğruna nefsini fedâ edebilmek seciyesi kazandırılacaktır. Gerek okul için eğitimde ve gerekse yaygın eğitim müesseselerinin tanziminde devlet, insanları gâyeden uzaklaştırıp bayağılaştıracak, nesillerin idraklerini karartacak tutum ve gayretler karşısında hareketsiz kalmayacaktır. İnsanı insanlığından etmek ve milletine ihânet serbestîsi, onu yüce gâyesine doğru geliştirmek ve milletini muzaffer kılmak endişesinden daha değerli olamaz. Yâni devlet, insanın gelişme gâyesi için en uygun içtimâî vasatı hazırlamakla görevlidir. Bu eğitim mekanizması ve bu kadar yüce değerlere sâhip görevlerin hazırlayıcısı olan devlet cihazını elinde bulunduranlar, acaba bu misyon ve sorumluluğun farkındalar mı?

Peki, bu kısaca tenkit ettiğimiz politik hareketleri değiştirecek, gayri millî eğitim sistemini tamâmen millî-mânevî değerler istikametine oturtacak, milletin târihî misyonuna hizmet edecek ve ihmal edilen insan unsurunu birinci derece çarpan olarak etkisini idrak edip işleyecek, politikalar dizisi ortaya koyacak kişiler kimdir sorusu akıllara geliyordur mutlaka. Cevâbı, Türk milletini sâhip olduğu bütün maddî-manevî değerleri ile berâber dünya milletler âilesi içinde haysiyetli, şerefli, îtibarlı ve mutlu bir millet olarak ebediyete kadar yaşatma ve yüceltme dâvâ ve ülküsünü taşıyan, kendisini kayıtsız şartsız şuurlu olarak bu ülküye adayan ve bu ülküyü hayâtının gâyesi hâline getiren Yesevî tekkesinde yoğurulup can ocağında pişen hamura hâiz Türk milliyetçisi kadrolar tarafından gerçekleştirilebilir ancak. Yüzyılların ihmâli ve gafletini telâfi etmek mecbûriyetinde olduğumuz şu yıllarda, her mânâda kalkınma hamleleri sağlayacak politikalar ortaya koyup köklü değişiklikler yapabilecek şuur ve derinliğe sâhip kadroların Türk milliyetçiliği fikri etrâfında yetişmesi elzemdir. Her yönüyle kokmuş, çürümüş, laçkalaşmış ve çağın ihtiyaçlarına cevap veremeyen bugünkü eğitim sistemi temelden yıkılmalı, yeni ve milliyetçi bir dünyâ görüşü ile yeni baştan kurulmalıdır. Hedefi ve karakteri bakımından millî; metodu ve muhtevâsı bakımından ilmî olan Türk millî eğitim sistemiyle ancak zekâ ve ilmin birleşmesinden doğan yaratıcı beyin hazînesi, milliyetçi ruh ve ülkünün itici gücü kalkınma hamlesine zemin teşkil edebilir. Milletimizin bütün fertlerini göz göz elekten geçirerek imkân ve kabiliyetlerine göre derece derece işlenmeli, yetiştirilmeli ve herkes yerli yerine konulmalı. Kim hangi sâhada aydın olacaktır? Kim hangi konuda uzman teknokrat olacaktır? Ülkemizin hangi meslek ve sâhada elemana ihtiyâcı vardır? En kısa zamanda, en fazla üretim noktasına hangi politik vizyonla varılacaktır? Kısaca Türk milleti az gelişmişlik zilletinden ne şekilde kurtulacaktır? İşte bütün bu ve diğer birçok suallerin doğru cevâbını bulmak millî eğitim teşkîlâtımızın vazîfesi olmalıdır.

Türk milletini özlediğimiz millî hedeflere ulaştırabilecek milliyetçi eğitim sistemini yüce ve mukaddes kitabımız Kuran-ı Azimüşşanın emirlerini ve Allah resûlünün hadislerini kendine şiar edinmiş kendi metodu ve kabûlünü ilim yapmış Türk milliyetçiliği fikriyâtında bulabiliriz. Türk milliyetçisi kadroların ortaya koyacağı 9 Işık temelli prensip ve hedefleri netîcesinde ortaya çıkan politikaları ile insanımız Türklüğünden, Müslümanlığından utanmayan birer şahsiyet olmanın mutluluğunu tadacaktır.

“Bir ülkenin geri kalmışlığı, aslında insanının geri kalmışlığı demektir. Eğitim sorunlarını halletmemiş bir ülkenin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik hayâtı çetin sorunlarla karşı karşıya demektir.” (Seyyid Ahmet Arvasi)

Açıklama

(1) Burada kullanılan ‘teknokrat’ kelimesi siyâsi bir sitem olan teknokrasi yanlılarını değil yönetim ve iktisattaki uzmanlığı nedeniyle devlet yönetiminde söz sahibi bulunan, uzmanlığı kuramdan çok tekniğe, uygulamaya dayanan üst düzey devlet görevlilerini kast emektedir.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.