“Şeriat sözlerimdir, tarikat fiillerimdir, marifet tavırlarımdır, hakikat sırlarımdır.”
-Hz. Muhammed (sav)
“Şerî’at-tarîkat yoldur varana,
Hakîkat-ma’rifet andan içerü”
-Yunus Emre
Türk tasavvufunda mertebelerle ilgili bir şeyler söyleyebilmek için öncelikle tasavvuf kavramının mahiyetini irdelemek gerekir. Daha sonra tıpkı Müslümanlıkta olduğu gibi tasavvufta da Türk tasavvufunun farkını ortaya koyduktan sonra Türk tasavvufunda âşığın mertebelerini ele almak konunun anlaşılırlığını artıracaktır. Bu düzen içinde ele ilk alacağımız kavram tasavvuf olacaktır ki bu kavramın mahiyeti oldukça geniştir. Nitekim konu ile alakalı olarak mertebesi farklı olan her âşık, tasavvuf için farklı bir açıklama getirmiştir. Buna göre ilim mertebesinde tasavvuf kalbin bulanıklıktan arındırılması, yaratıklara karşı güzel muamelede bulunmak ve şer‘î meselelerde Resûlullah’a uymaktır; hakikat mertebesinde tasavvuf mülkün yokluğu, sıfatlara kölelikten kurtuluş ve yaratıcı ile yetinmektir. Hak diliyle ifade edilecek olursa tasavvuf Allah’ın insanları sıfatlarından arındırması, böylece onlara sûfî niteliğini kazandırmasıdır. Bu durum mertebelerin ne kadar mühim olduğunu da göstermektedir. Bundan farklı olarak disiplinler arasında da farklı tanımlamalar karşımız çıkar. TDK Türkçe sözlükte tasavvuf; “Tanrı’nın niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliği anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefî akım.” “Kur’an’da önerilen ve peygamberin hayatında uygulamaları görülen hayat tarzını yaşama gayreti; İslam gizemciliği.” Şeklinde felsefe ve din bilimi terimi olarak tanımlanmıştır.
Tasavvuf, kelimesinin etimolojisini konuyla alakalı olan okurlarımız TDV İslâm Ansiklopedisi’nden edinebilirler. Kelimeler ortaya çıkışlarına bağlı kalarak zaman ve mekâna göre farklı anlamlar kazanarak ifade ettikleri manalarda derinleşebilirler. Tasavvuf da bu kelimelerden biridir. Tasavvuf sade bir bilgi değil, düşünce tarzıdır. Tasavvuf, güzel ahlâklı olarak yaşamak ve Peygamber’imizin düşünce ve hayat tarzının özündeki manayı kavrayabilmektir. Tasavvuf, şeklî olan her şeyi eleştiren ve bu şeklî meselelere takılı kalanlara “ham sofu” diyebilmektir. Tasavvuf aynı zamanda uzun ve çetin bir yolculuktur. Bu yolculuğun özel adı seyr-ü sülüktür. Bu yolculukta aşılması gereken her engelin ardında bir mertebe vardır. Türk tasavvufunda da seyr-ü sülükteki bu mertebeleri Ahmet Yesevi’den öğrenmek mümkündür. Fakat bu bahse geçmezden evvel tasavvufta nefis mertebelerini belirtmek gerekir.
Klasik tasavvufta mertebe atlaması gereken nefistir. Nefis insanı Allah’a ulaştıran ya da Allah’tan uzaklaştıran durumların müsebbibidir. Nefis tıpkı ateş ve su gibi kontrol altına alınmalıdır ve alındığı takdirde “ölmeden önce ölünüz” emrini yerine getirerek Allah’a ulaşmada yol kat eder. Nefisteki farklı halleri ilk kez Cüneyt Bağdadi’nin tanımladığı söylenir. Cüneyt Bağdadi nefsi beş mertebe olarak sınıflandırmıştır, ondan bu zamana farklı sınıflandırmalar yapılmıştır. Nefis esasında tektir fakat tasavvufta, günümüzde kabul gördüğü şekli ile yedi hâlde bulunmaktadır.
Nefsin Yedi Hâli
1.) Nefs-i Emmare (Emreden Nefis): Bu kelimeden de anlaşılacağı üzere emreden nefs demektir. İnsanı Allah’tan uzaklaştıracak olan işleri emreder durur. İnsan bu emirlere uydukça Rabbinden uzaklaşır. “Muhakkak ki nefs, kötülüğü şiddetle emreder.” (Yûsuf, 53) Şeklinde ayette de yeri olan bir hâldir. Bu halden kurtulmanın çaresi samimi bir şekilde tövbe etmektir. Burada nefis kendini Tanrı sanmaktadır ve insanı Tanrılaştıran sistemlerde nefis-i emmare çok güçlü hale getirilmektedir. Dünyevî ve maddî zevklerle pohpohlanan nefis gittikçe hayvanlaşmakta, insan da hayvan insan dönüşmektedir. Bu nedenle bu mertebedeki nefis “La ilahe illallah” diyerek Allah’ı kendine daima hatırlatmalı ve nefsinin Tanrı olmadığını yüzüne vurmalıdır.
2.) Nefs-i Levvame (Kınayan Nefis): Kendini eleştiren, azarlayan ve hatalardan dolayı konuşmaya gerek duyan nefis anlamına gelir. Emmarelik tamamen ortadan kalkmasa da bu mertebede nefis, zaman zaman sahibine rahmet hissettirir, onu yasaklara yönelttiği için kendisini kınar ve bazen hayırlı işlere ilham vererek güzel sözlerle fısıldar. Bu aşamada sâlikin ruhunda kötülüklerden iyiliklere yönelme arzusu filizlenir ve geçmişteki hatalarından dolayı kendisini sorgulamaya başlar. Kur’an-ı Kerim’de, “Kendini kınayan nefse yemin ederim ki” (Kıyamet, 75/1-2) âyeti ile karşılık bulmaktadır. Bu hâlde nefis, emmarelikte yaptıklarını kınar. Bu mertebeye ulaşan kişiler, Allah Teâlâ’nın emirlerine bağlılıkta ve salih amellerinde artış gösterirler. Yaptıkları amellerin büyük çoğunluğu Allah’ın rızası için olsa da ilahî ilhamların getirdiği huzur ve sükûna tam anlamıyla erişemedikleri için hayırların insanlar tarafından farklı bir şekilde yapılmasını arzu ederler. Bu mertebede “Allah Allah, Ya Allah” zikri çekilmelidir. Başka bir deyişle, nefs-i emmareye ait bazı olumsuz özellikler varlığını sürdürmekte, ancak kişi bu tedavi nedeniyle kendisini sorgulayıp kınamaktadır.
3.) Nefs-i Mülhime (İlham Alan Nefis): Terim¸ Kur’ân’daki¸ “Nefse ve ona birtakım kâbiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin olsun ki nefsini temizleyen kurtulmuş¸ onu kötülüklere gömen de ziyâna uğramıştır.” (Şems,91/ 7-10) Âyetinden alınmıştır. Bu mertebedeki nefis sahibinin basireti açılır. Böylece ilham ve keşfe mazhar olmaya başlar. Âlemin ve eşyanın zahirinin ötesindeki hakikatleri basîretiyle idrak eder. Bu mertebenin âfeti de “bir şey oldum” zannına kapılarak gaflet ile kibre sürüklenivermektir. Bu sebeple mülhimedeki bir mümin, daima ilâhî müşahede altında bulunduğunu bilip hâl ve tavırlarını tevazu ve fânilik duygularıyla tayin etmelidir. Öte yandan dünya hayatını ahiret düşüncesinden gâfil olmaksızın mütalaa edebilecek bir görüş ufkuna ulaşarak, tefekkür-i mevt olgunluğuna bürünmelidir. Bu mertebede “Hu Hu Ya Hu” zikri çekilmesi uygun görülmüştür.
4.) Nefs-i Mutmainne (Tatmin Olan Nefis): Yüce Allah’ın emirlerine tam anlamıyla uyup yasaklananlardan kaçınarak manevi işkenceden arınmış, gerçek ve güçlü bir imanla huzur, sükûnet ve güvene kavuşmuş bir nefistir. Kalp, Allah’ı anmanın bereketiyle şüphe ve sorulardan temizlenmiş, ona bir teşekkür ve övgü içindedir. Terim¸ Kur’ân’daki “Ey itminana ermiş nefis.” (Fecr/89, 27) Âyet-i kerimesinden alınmıştır. Bir insanın kötülüklerden tamamıyla kurtulması ona masumiyet nispet etmek anlamına geleceğinden burada kastedilen kötülük yapma potansiyelinin ortadan kalkması anlamına gelmez. Bu mertebede “Hakk Hakk Ya Hak” zikri çekilir. “Hakk’ın seni senden öldürmesi ve kendisiyle diriltmesi” şeklinde de tanımlanmıştır.
5.) Nefs-i Râdiye (Razı Olan Nefis): Allah’tan gelen her şeye tam bir rıza gösterdiği için bu mertebedeki nefse “razı olan” anlamına gelen râdiye denilmiştir. Terim¸ Kur’ân’daki¸ “Sen O’ndan râzı¸ O da senden râzı olarak dön Rabb’ine.” (Fecr /89, 28) Âyet-i kerimesinden alınmıştır. Bu rıza hâli, Hak’tan gelen bütün çileli imtihanlara karşı sabır göstermek ve bu hususta O’nun iradesini can-u gönülden kabullenmektir. Ayet-i kerimede buyrulur: “Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden noksanlaştırmakla imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” (el-Bakara, 155). Bu makamın imtihanları öncekilere nispetle daha ağırdır. Zira insan manen yükseldikçe iptilâlar artar. Mertebenin zikri “Hay Hay Ya Hay” olarak bilinir. Yunus Emre bu özellikteki nefsi anlatırken “Ne varlığa sevinirim ne yokluğa yerinirim / Aşkın ile avunurum, bana seni gerek seni” dizelerini kullanmıştır. Başka bir şiirinde de Yunus Emre “Gelse celâlinden cefâ /Yahut cemâlinden vefâ/ İkisi de cana safâ/ Kahrın da hoş¸ lütfun da hoş” şeklinde bu mertebeyi anlatmıştır.
6.) Nefs-i Mardiyye (Allah’ın Razı Olduğu Nefis): Bu mertebeye “hakka’l-yakîn”¸ “cem’u’l-cem’” ve “âmâ” mertebesi de denilir. Cenab-ı Hakk’ın var olduğu bir nefis olan “merdiyye” makamında, kötü huylar yok olup yeri güzel ahlak ve faziletler almıştır. Öyle ki Yaratan’dan sağladığı faydalara karşı hoşgörü, merhamet, sevgi, cömertlik, affedicilik, onun için bir haz kaynağı haline gelmiştir. Bu seviyeye ulaşan bir mümin, nefsini en güzel şekilde muhasebe ve murakabe eder; onu benliğini gözden geçirerek şeytanın tuzaklarına düşmekten sakınır. Bu mertebede kul, her durumda ve tüm varlığıyla Allah’a teslim olmuştur. Rabbinden gelen imtihanlara ya da lütuflara gösterdiği rızayla, ebediyet yurduna göçerken ilahi gizlilikleri ile müjdelenir ve kendisine cennet kıyafetleri giydirilir. Yüce Allah, bu durumu şu ayette ifade eder: “Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak dön Rabbine!” (Fecr/89, 28). “Kayyum Kayyum Ya Kayyum” şeklinde zikrin çekilmesi gereklidir.
7.) Nefs-i Kâmile (Saflaşmış, Arınmış, Kemale Ermiş Nefis): Bu mertebede sâlik¸ sülûkun en yüce makamına ulaşır ve “kâmil” sıfatını kazanır. Bütün güzel sıfatları ve marifet sırlarını kendinde toplamış olarak Allah’ın yeryüzündeki halifesi olur. Onu görenler ister istemez Cenab-ı Hakk’ı hatırlar. “Nefsini temizleyen kurtuluşa (felaha) erdi.” (Ala/87, 14) “Nefsi temizleyip arıtan kurtulmuştur.” (Şems/91, 9) Âyetlerine dayanan bir mertebedir. “Kahhar Kahhar Ya Kahhar” zikrinin çekilmesi lazımdır.
Nefis ile ilgili mertebeler Türk tasavvufunda da geçerli olmakla beraber Türk tasavvufunu diğer ekollerden ayıran birtakım özellikler mevcuttur. Bu farklılıkları ortaya koymak için Türk tasavvufun kaynağı olan Ahmet Yesevi’ye gitmek gerekir. Öncelikle Ahmet Yesevi dervişlerin halktan kopuk bir şekilde ruhban sınıfı olmasının önüne geçebilmek için kendisi bizzat kaşık yapmış ve satmıştır. Bu şekilde hem kazanç sağlamış hem de halk ile Hak için beraber olmayı göstermiştir. Bu sayede tekkeler yardım ve vakfedilen mallar ile değil dervişlerin el emekleri ile yoksula yardım eden, alan el değil veren el olmayı düstur edinmiştir. Ahmet Yesevi İslâmiyet’i ve tasavvufu halkın anlayabileceği bir Türkçe ile anlatmış. Anlattıkları da “güzel ahlâk” şeklinde ifade edilen dinin özünü oluşturmuştur. Peygamber’in güzel ahlâkını vurgulayarak şeklî özelliklere takılmadan saf bir Peygamber sevgisi ile 63 yaşında toprağın altında yaşamaya devam etmiştir. Türk tasavvufu sesli zikri ve kadın ile erkeğin birlikte zikrini yasaklamamıştır. Hoca Ahmet Yesevi bu konuda tenkit edilmiştir. Kendini tenkit edenlere ise verdiği cevap malumdur: Bir kutu içinde pamuk ve ateşi göndermiş, ateş pamuğu yakmamıştır. Bu durum Hoca Ahmet Yesevi’nin kalp temizliği olduktan sonra kadın ve erkeğin birlikte zikrinde bir sorun olmadığını gösterdiği güzel bir olaydır. Bu hususla da diğer tasavvuf ekollerinden ayrılan bir Türk tasavvufu vardır. Özetle Türk tasavvuf anlayışı Türk kültürü ve İslâm dininin özü ile birleşerek ortaya çıkan tarih boyunca da süregelen bir anlayış olmuştur. Türk tasavvufunda yer alan temel öğretilerden biri “yol” ve “yolculuk” metaforudur. Temel öğreti yol metaforu ile karşılandığı zaman, tasavvufun içinde yer alan “vahdet-i vücûd”, “fenâfillah”, “bekâbillah”, “seyr-ü sülûk” gibi kavramların hepsi bu yolculuğun içinde değerlendirilebilir. Sülûk kelimesi sözlüklerde “yola girmek, yolda yürümek; bir şeyin başka bir şeyin içine nüfuz etmesi, katılmak, intikal etmek” şeklinde geçer. Tasavvufta, “insanı yaratıcıya ulaştıran tavır, amel, ibadet, fiil, hareket ve davranış tarzları” manasında kullanılır.
Türk tasavvuf düşüncesinde “makam” ve “hâl” kavramları, Horasan ve çevresindeki mutasavvıfların kullandığı şekilden farklı bir yaklaşımla ele alınır. Hacı Bektaş-ı Veli ve Ahmed Yesevi gibi önemli isimlerin öncülüğünü yaptığı bu düşünce sistemi, “dört kapı, kırk makam” ilkesiyle özgün bir yapı sunar. Ahmet Yesevi dört kapı, kırk makam anlayışının kaynağını Hz. Ali’ye dayandırmaktadır: “Hazreti Ali rivayet kılırlar kim dervişlik makamı kırk turur. Eğer bilib amel kılsa dervişliki pak turur ve eğer bilmese ve örgenmese, dervişlik makamı anga haram turur ve cahil turur. Ol kırk makamnı onı makam-ı şerîatda turur ve onı makam-ı tarîkâtte turur ve onu makam-ı ma’rifette turur ve onı makam-ı hakikâtte turur.”
Dört Kapı
1.) Şeriat: Sözlükte “yol, cadde” anlamına gelen şeriat, İslam hukukunda Allah tarafından bildirilen hükümlerin tamamını ifade eder. Tasavvufta ise şeriat, dinin zahiri kurallarına uygun bir yaşam sürmeyi, ibadetleri yerine getirmeyi ve haramlardan kaçınmayı ifade eder. İslam’ın temel esasları olan iman, namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetlerin yanı sıra, doğru sözlülük, dürüstlük, adalet gibi ahlakî ilkeleri de içerir. Bu makamda amaç, Müslüman bireyin hem ibadetlerini yerine getirmesi hem de ahlakî olarak olgunlaşmasıdır. Şeriat, tasavvuf yolunda ilerlemenin ilk adımıdır. Bu makamı aşmadan diğer makamlara geçmek mümkün değildir. Şeriat, Müslüman bireyin temel dinî bilgileri öğrenmesini, ibadetlerini düzenli bir şekilde yapmasını ve ahlakî değerlere uymasını sağlar. Şeriatın birinci makamı, iman getirmektir. İkinci makamı, ilim öğrenmektir. Üçüncü makamı; namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, gücü yetene hacca gitmek, seferberlik olunca kaçmayıp düşmana karşı gelmek ve cenabetten temizlenmektir. Dördüncü makamı; helal kazanmak ve faizi haram bilmektir. Beşinci makamı, nikâh kıymaktır. Altıncı makamı, hayz ve lohusalıkta cinsî münasebeti haram bilmektir. Yedinci makamı, sünnet ve cemaat (ehl-i sünnet ve’lcemaat) ehlinden olmaktır. Sekizinci makamı, efkâttir. Dokuzuncu makamı; temiz yemek, temiz giyinmektir. Onuncu makamı, emr-i bi’l-ma’ruf nehyi an’il-münker, yani iyiliği emredip yaramaz işlerden sakındırmaktır.
2.) Tarikat: Tarikat, sözlükte “yol” anlamına gelir. Tasavvufta ise Allah’a ulaşmak için izlenen özel bir yol, metot ve ahlakî kurallar bütünüdür. Tarikat, bir mürşidin rehberliğinde, nefsi terbiye etmeyi, kalbi temizlemeyi ve Allah’a yakınlaşmayı hedefler. Tarikat makamının on kapısı, tövbe, zikir, murakabe, riyazet gibi nefsi terbiye etmeye yönelik uygulamaları içerir. Bu makamda amaç, bireyin nefsini terbiye ederek kötü huylardan arınması, kalbini temizlemesi ve Allah’a karşı samimi bir kulluk bilincine ulaşmasıdır. Tarikat, tasavvuf yolunda ilerlemenin ikinci adımıdır. Şeriat makamında öğrenilen bilgilerin ve ibadetlerin, tarikat makamında derinleştirilmesi hedeflenir. Tarikat, bireyin manevi gelişimini hızlandırır ve Allah’a daha da yakınlaşmasını sağlar. Tarikatın ilk makamı pîrden el alıp tövbe etmektir. İkinci makamı, mürit olmaktır. Üçüncü makamı, saç kesmek (tıra olmak) ve elbise değiştirmektir. Dördüncü makamı, nefis savaşında mücahede etmek, olgunlaşmaktır, pişmektir. Beşinci makamı, hizmet etmektir. Altıncı makamı, havf yani korkudur. Yedinci makamı, ümit etmektir. Sekizinci makamı; hırka zembil, makas, seccâde, subha (yüz taneli tesbih) ibrat (iğne) ve asadır. Dokuzuncu makamı, makam sahibi, cemaat sahibi, nasihat sahibi ve muhabbet sahibi olmaktır. Onuncu makamı; ak, şevk, sefâ ve fakirliktir.
3.) Marifet: Allah’ı bilme, tanıma ve O’nunla yakınlık kurma anlamına gelir. Hem erken dönem tasavvuf düşüncesinde hem de Türk tasavvufunda sûfîlerin üzerinde önemle durduğu bir kavramdır. Sûfî anlayışına göre, marifet makamına erişen kişi, Allah’ı, O’nun sıfatlarını, fiillerini ve isimlerini doğrudan manevi bir deneyim yoluyla idrak eder. Marifetin bilgi kuramı, doğrudan Allah ile ilişkili olduğu için beraberinde bir mesele de getirir. Zira epistemolojik açıdan Allah, bilginin nesnesi olamayacağından, marifet yoluyla elde edilen bilgi, akıl ile kazanılan bilgiden farklı bir mahiyete sahiptir. Bu sebeple marifet ilmi, Hakk’ı bilmek ve hakikati bilmek olmak üzere ikiye ayrılır. Hakk’a dair marifet, Allah’ın birliğini tasdik etmeyi ifade ederken, hakikate dair marifet ise arifin, Allah’ın birliğine ulaşmanın mümkün olmadığına inanmasıyla şekillenir. Allah’ın zatı akıl yoluyla idrak edilemez olduğundan, O’na dair elde edilen bilgi, mutlak anlamda bir bilgi olarak nitelendirilemez. Bu nedenle marifet, Allah’ın sıfatlarını ve isimlerini keşif ve manevi tecrübe yoluyla kavrayıp tasdik etmek şeklinde anlaşılmalıdır. Yesevîlik, Bektâşîlik gibi tarikatlarda da marifetin kapsayıcı bir makam olarak kabul edildiği görülür. Marifet makamının kapıları Yesevîlik’te; 1) Fenâ olmak, 2) dervişliği kabul etmek, 3) her işe tahammül etmek, 4) helâl ve güzel istekte bulunmak, 5) marifet kılmak, 6) şeriat ve tarikatı ayakta tutmak, 7) dünyayı terk etmek, 8) ahireti seçmek, 9) vücut (varlık) makamını bilmek, 10) hakikat sırlarını bilmek şeklinde sıralanır. Bektâşîlik’te de; 1) edep, 2) korku, 3) aşırı istekleri sınırlamak, 4) sabır, 5) utanmak, 6) cömertlik, 7) ilim, 8) miskinlik, 9) marifet, 10) kendini bilmek diye sıralanır. Marifet, akıldan daha üstün gösterilir hatta akıl Ay’a, marifet de Güneş’e benzetilerek aklın marifet ile işe yaradığı söylenir. Yine aynı eserde, arifler katında iman akıl üzeredir.
4.) Hakikat: Varlığın sırrına erme, ilahi gerçekleri idrak etme ve en yüksek bilgi düzeyine ulaşma halidir. İlk sûfîler, hakikat kavramını genellikle “ilâhî hakikatlere ve sırra vâkıf olma” ya da “Hakk’ın tecellilerini temaşa etme” anlamında kullanmışlardır. Kimi sûfîler ise hakikatin sözle ifade edilemeyeceğini savunarak doğrudan bir tanım yapmaktan kaçınmış, bunun yerine onun belirti ve vasıflarını açıklayarak mahiyeti hakkında bir fikir vermeye çalışmışlardır. Türk tasavvufundaki hakikat makamının on kapısı Yesevîlik’te; 1) herkesin yolunun toprağı olmak (alçak gönüllük), 2) iyiyi-kötüyü tanımak, 3) bir parça lokmaya el uzatmamak, belki aza kanaat etmek, 4) kendisini, lokmasını Hak yolunda sebil etmek, 5) kimseyi incitmemek, 6) fakirliği inkâr etmemek, 7) seyr-ü sülûk kılmak, 8) herkesten sırrını saklamak, 9) şeriat, tarikat, marifet ve hakikat makamlarını bilmek ve amel etmek, 10) vuslat (Tanrı’ya kavuşmak) şeklinde sıralanır. Bektaşilik’te ise bu on kapı; 1) toprak olmak, 2) yetmiş iki milleti ayıplamamak, 3) elinden geleni menetmemek, 4) dünya içinde yaratılmış her şeye güven vermek, 5) mülkün mutlak sahibi Allah’ın huzurunda eğilip itibar bulmak, 6) sohbet ve hakikat sırlarını söylemek, 7) manevi yolculuk (seyir), 8) sır, 9) Allah’a yakarış, 10) Hakk’ı halkta görme (müşahede) ve Allah’a ulaşmak gibi bir sıra izler.
Hacı Bektaş ve Ahmed Yesevi’nin hakikat anlayışına bakıldığında, erken dönem tasavvufta mistik ve metafizik bir boyut taşıyan bu kavramın, Türk tasavvuf düşüncesinde toplumsal ve ahlakî unsurlarla da bütünleştiği görülmektedir. “Herkesin yolunun toprağı olmak”, “kimseyi incitmemek”, “yetmiş iki milleti ayıplamamak”, “elinden geleni esirgememek” ve “yaratılmış her şeye güven vermek” gibi ilkeler, hakikatin sadece bireysel bir manevi tecrübe değil, aynı zamanda topluma ve hayata dair sorumlulukları da kapsadığını gösterir. Bu bağlamda, Hacı Bektaş ve Ahmed Yesevi’de hakikat, yalnızca mistik/metafizik bir arayış olarak değil, bireyin hem Allah’a hem de topluma karşı görevlerini yerine getirmesi olarak da anlaşılmıştır. Öte yandan, erken dönem tasavvuf metinlerinde hakikat kavramı genellikle şeriat ile ele alınmış ve şeriat olmadan hakikatin mümkün olamayacağı vurgulanmıştır. Bu bakımdan erken dönem tasavvufunda da metafizik bir alana ait olan hakikat ile maddi dünyaya ait olan şeriat arasında bir ilişki vardır ancak Türk tasavvuf düşüncesi sadece şeriat ile kalmaz ve içinde topluma, hayata dönük öğeler de barındırır.
Dört kapı, kırk makam sisteminde makam ve hâl kavramlarını ayrı ayrı ele almak yerine, birbiriyle iç içe geçmiş ve birbirini tamamlayan bir süreç olarak görmek gerekir. Dört kapı kırk makam, Türk tasavvuf düşüncesinin temelini oluşturarak, bu alandaki diğer düşünürleri ve eserleri derinden etkilemiştir. Nitekim Türk tasavvufunun dile gelmiş hâli olan Yunus Emre, makamları şiirlerinde anlatmıştır:
Şerî‘at-tarîkat yoldur varana,
Hakîkat-ma‘rifet andan içerü.
Bu şerî‘at güç olur tarîkat yokuş olur,
Ma‘rifet sarplık durur hakîkatdür yücesi.
Dört kapudur kırk makâm, yüz altmış menzili var,
Ana irene açılur vilâyet derecesi.
Evvel kapu şerî‘at geçse andan tarikat,
Gönül evi ma‘rifet ‘ışk hakîkat içinde.
Şer’ile hakîkatün vasfını eydem sana,
Şerî’at bir gemidür hakîkat deryâsıdur.
Bu dizeler gibi birçok dizesinde Yunus Emre de dört kapı kırk makamın özelliklerini söylemiştir. Hatta bir şiirinde bu makamlarda karşılaşılabilecek nefis mücadelelerini tek tek sıralamaktadır. Tasavvufta oldukça geniş bir konu olan seyr-ü sülük kavramını her sufi kendi yöntemleri ile anlatmaya çalışmıştır. Mahiyeti oldukça geniş olan bu konuyu meraklıları için ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştık. Bunu yaparken de Türk tasavvufunda konunun nasıl anlaşıldığını örneklendirmeye çabaladık. Sonuç olarak her daim söylediğimiz gibi Türk tasavvufunda öz, Hak için halkla beraber olmaktır anlayışıdır. Bu durum seyr-ü sülükte de görülmektedir. Hak için halkla beraber olmak duasıyla…
KAYNAKÇA
(1) ERASLAN, K. Ahmet Yesevi’nin Fakrnamesi, İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 22
(2) Hacı Bektâş-ı Velî. Makalat. Ali Öztürk vd. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. 2013
(3) ÖZKÖSE, K. Ahmed Yesevi’nin Hikmetlerinde Dört Kapı ve Kırk Makam Anlayışı. AKADEMİAR Akademik İslam Araştırmaları Dergisi, 2017
(4) KAHRAMAN, A. Yunus Emre Divanı’nda Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifet (Dört Kapı) Kocaeli İlahiyat Dergisi, 2017.
2025-05-06
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.