
Giriş
Alparslan Türkeş Bey (1917 – 1997), 1960’lı yılların başında, sivil toplum alanında bir fikir akımı olarak görülen Türk milliyetçiliği düşüncesini, iktidara talip siyasal organizasyona dönüştürmüştür. Kurucu liderin, bu süreç içerisinde, hareketin meşruiyetini üç temel üzerine bina ettiğini söylemek mümkündür. Bunlardan birincisi, 27 Mayıs 1960’ta gerçekleştirilen müdahalenin milli kültür ve ülkü birliği içerisinde kardeş kavgasını bitirerek, yıllardır çözülemeyen kalkınma sorunlarına el atmayı hedefleyen, millet sevgisini merkeze alan bir hareketken, 13 Kasım 1960’ta 13 arkadaşıyla birlikte sürgüne gönderilmesinin ardından ulvi gayelerini kaybettiğini söylemiştir. İkincisi, Rusya’nın istila planlarının bir parçası olan Marksist hareketler karşısında siyasal iktidarların gerekli hassasiyeti göstermediklerini belirterek, demokratik ve fikri mücadelenin önemini vurgulamıştır. Nihayetinde iki asra ulaşan Batılılaşma çabalarının özlemi duyulan ilim ve tekniği getirmediği gibi kültür buhranına yol açtığını belirtmiştir. İlk madde lider ve çevresini tanınır kılan hadisede yaşanan acılardan mâsûmiyetini ortaya koyar ki konjonktürel olmakla birlikte tarih yazımı açısından oldukça önemli bulunmaktadır. İkinci husus, etnik ve mezhebi ayrımları Marksizm’le buluşturan aydınların, ülkücü hareketi faşizmle özdeş görmekte ısrarcı olmalarının sebebi olsa gerektir. Altı çizilmesi gereken son nokta ise ülkücülüğün maziden atiye uzanan inşacı, ihyacı, aksiyoner ruhunu yansıtır. Mümtaz Turhan (1908 – 1969), Erol Güngör (1938 – 1983), Seyyit Ahmet Arvasi (1932 – 1988) gibi dönemin büyük mütefekkirlerini bünyesine çekmiş entelektüel yanını oluşturur.[1] Genel çerçevesi çizilen bu siyasal mücadelede Dündar Bey, Başbuğu’nun Türkmen Ağası olarak vefatına kadar en büyük destekçisi olmuştur. Burada, kısa bir biyografinin ardından, onun koyduğu destek Türk milliyetçiliğinin siyasallaşması evresinde çizilen çerçeveye paralel şekilde ele alınacaktır.
Dündar Taşer’in Biyografisi
İnsanda bıraktığı ilk izlenimi Güngör, şöyle aktarır:
“Orta boylu, kıvırcık kır saçlı, yüzü daima mütebessim, alnında kış ve yaz ter damlaları eksik olmayan, parlak ve canlı gözlerinde zekâ kıvılcımları tutuşan bir adam. Konuşurken gözleri yukarıya doğru çevriliyor, sanki orada kendisine fikirleri ve sözleri en güzel terkipler halinde veren gizli eller var. Bir âlimin dikkati ve titizliği ile bir sanatkârın zerafetini, bir velinin ıztırabını kendine saklayıp sevgi ve şefkati başkalarına sunan diğergâmlığını, bir Türk köylüsünün karşısındakini küçülten tevazu ve mahcubuyetini, bir Osmanlı paşasının vekâr ve azametini şahsında toplayabilmek için mutlaka yukarılarda bir kaynaktan ilham alıyor olmalı…”[2]
Dündar Bey, 1925 yılında Gaziantep’te doğmuştur. Taşerler Keyvan Bey, Bayram Bey ve Misk Bey kolundan Orta Asya’dan Anadolu’ya girmişlerdir. Misk Bey’in Antep’te vakıfları vardır. Gene Misk Bey ahfadından olan Hüseyin Sabahattin Efendi Dündar’ın müderris olan dedesidir, bedesten şeyhidir, sahip olduğu büyük bir kütüphaneyi Gaziantep Belediyesine bağışlamıştır. Dündar Bey Abdülkadir Kamil Bey’in oğludur. Annesi Barlas ve Cenani Beylerin kızı olan Âliye Hanım, Kız Öğretmen Okulu mezunudur. Aslında soy ismi Taşar’dır ama Milli Birlik Komitesi içinde yanlışlıkla Taşer diye bildirilmiş ve öyle kalmıştır. İlkokul ve ortaokulu Gaziantep’te bitirir. Kuleli Askerî Lisesi ve Kara Harp Okulu ardından 30 Ağustos 1944’te tank asteğmeni olarak orduya katılır. Dündar, 4 yaşında iken okumayı öğrenir ve kitaplar hayatının ayrılmaz parçası olur. Eşi Asuman Hanım, teyzesinin kızıdır, 1941’de evlenmişlerdir. Asuman Hanım, Ankara’ya tayinleri çıktığında “Çok eşyam var.” diye yakınan Dündar’ın on sandık kitaptan başka eşyası olmadığını söyler. 27 Mayıs 1960’ta tank binbaşısı olarak Türkeş Bey’le Milli Birlik Komitesindedir. 13 Kasım 1960’ta da 14’lerden biri olarak Rabat – Fas’tadır. 1 Ağustos 1965’te Türkeş Bey CKMP Genel Başkanı olduğunda ve partinin ismi 9 Şubat 1969’da MHP olarak değiştiğinde genel başkan yardımcısı olarak yanındadır. Onun en büyük hizmeti, ipeğe sarılmış çeliğe benzettiği ülkücü gençlerin yetişmesinde olmuştur.[3] Bugünün nesillerinin anlamakta güçlük çekeceği buhran dolu günleri Güngör şöyle anlatır:
“Taşer, Türk gençlerini milliyetçi ideolojinin bayrağı altında toplamaya çıktığı zaman manzara tıpkı Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk başlangıcında anlattığı Türkiye’nin durumuna benziyordu. Memleket devrimci teröristlerin ve onlarla müşterek cephede bulunan iktidar heveslisi siyasi grupların karşısında bölünmüş, sinmiş, dağılmış durumdaydı… Tahsildeki evlatlarının bir kısmı bu terörist grupların eline düşmüş, büyük çoğunluğu ise hakaret, dayak ve silahla okuma hakkından bile mahrum bırakılmıştı.”[4]
Gene Güngör’e göre Taşer, eşkiyaya karşı güç oluştururken bir tarihçi, sosyolog, psikolog gibi hareket etmiştir. Onların metodunu kullanmamıştır. Milliyetçi gençliği tek bir çatı altında toplayıp, Türk tarihinin yeni bir yorumunu yapmış ve bunun için de gençliğe görevini anımsatmıştır.[5] Türklük gurur ve şuuru, İslam ahlak ve fazileti, İla’y-ı Kelimetullah için Nizam- ı Âlem fikri bu eğitimin temel dinamikleridir.[6] Tüm mesaisini ülkücü gençliğin yetişmesine vakfetmiştir. Onları kendi neslinin nemelazımcı, renksiz, yılgın, rahatçı, aciz, ürkek tavrından ziyade Akif’in Asım’ın nesli olarak vasıflandırdığı Enver Bey, Ali Fethi Bey, Mustafa Kemal Beylerin nesline benzetmiştir.[7] Ülkücü gençlik için de Taşer, zor soruların cevaplarının arandığı bir bilge siyasetçi olmanın ötesinde “üniversitelerden hapishanelere, hastane kapılarından mezarlıklara uzanan ülkücü mücadelede onların arkadaşı, ağabeyi, güvendikleri bir dağ idi.”[8] Şehit Süleyman Özmen’in cenazesinde Galip Erdem’e (1930-1997) “Ne kadar üzülürsem üzüleyim ağlamak âdetim değildir. Hatta annemin ölümünde bile ağlamadım, ama bu çocuğun gidişi ağlattı beni.” diyecektir.[9] Gene bir şehit cenazesinin ardından Güngör’e başları dik, vekar içinde yürüyen gençlik kitlesinin önünde sanki o vardı dedirten de ölümünün ardından günlerdir yarı mefluç dolaştım dedirten de Taşer’in mücadelesinde ortaya koyduğu mirastır.[10]
13 Haziran 1972 gecesi, şüpheli bir trafik kazasının ardından vefat ettiğinde ülkücü hareket Ziya Nur Aksun, Erol Güngör gibi Osmanlı tarihine bakışta cumhuriyet aydınlarının kıblesini düzelten iki büyük müellifi derinden etkileyen büyük bir mütefekkiri, dava adamını, gençliğin gözünün içine baktığı manevi bir önderi kaybetmiştir.[11] Onun “Türkeş’in yanlışı benim doğrumdan üstündür.” sözü ülkücü harekette darbımesel kıvamına ulaşmıştır. Taşer, bunu, sevenlerinin kendinde temayüz ettiğini gördükleri üstün liderlik vasıfları üzerine söyleme gereği duymuş ve oluşabilecek fitnelerin önünü kapamıştır. Hareketin sonradan yaşadığı yol ayrımları dikkate alındığında, Taşer’in bahsi geçen tavrının önemi daha iyi anlaşılır olsa gerektir. Gene bu tavır, olası bir gelecekte, ülkücü hareketin birlik ve beraberliğine dair hasbi bir çabanın içerisine girecek olanlara, başlangıç noktasının neresi olduğunun da habercisi gibi durmaktadır.
Dündar Taşer’in 27 Mayıs’ı
Taşer, Yeniçeri isyanları ile inkılap hareketleri bağlamında ortaya çıkan askeri müdahaleler arasında bir ayrım yapar. Bunlardan ilki, kurulu nizam içerisinde bir tür hak arayışına, disiplinli bir idareyi davet mahiyetinde yeni hamlelere yol açabilmiştir. Genç Osman’ın şehadetinin ardından ki oldukça elim bir hadisedir[12], IV. Murad’ın zuhuru, Sultan İbrahim’in katlinden sonra Köprülülerin çalışmaları, 1730 Patrona İhtilali akabinde Belgrat’ın alınmasına neden olan gelişmeler buna örnektir. Yeni düzen arayışları ise, 1826’da yaşanan Yeniçeriliğin ilgası gibi, büyük yıkımları, nihayetinde imparatorluğun tasfiyesini doğurmuştur.[13] Bu tahlil Taşer’in 27 Mayıs öncesinde yaşadığı tereddütlerin de habercisidir:
“Hareketi tekaddüm eden günlerde benim en büyük ızdırabımı, yapacağımız işte devletin yeni bir badireye sürüklenebileceği ihtimali teşkil ediyordu. İşe karar vermek benim için kolay olmadı. Çünkü tarihimizde yapılmış bütün inkılap hareketlerinin, ne kadar kötü olursa olsun, mevcut nizamı sarsıp, devletin ve milletin başına yeni belalar getirdiği hakkında sarsılmaz bir kanaatim vardı. Bugün bu kanaatim daha da pekleşmiştir.”[14]
27 Mayıs 1960 Hareketi’ne götüren süreci besleyen ana damar, köklü yenileşme hareketlerinin devamıdır. Nihayetinde iktidar partisinin hataları bir yana, sürecin esas taşıyıcısı inkılapların köklü partisi CHP’dir.[15] Yeni bir nizam istenmektedir ve burada dile getirilenler daha önce Mustafa Kemal Paşa’ya II. Grup nezdinde ve muhalif partiler eliyle; İnönü iktidarına DP taraftarlarınca da söylenegelmiş hususlardır. “Anayasa yapmak”, cazibesi Yeni Osmanlılardan beri tükenmeyen bir rüya gibidir. “Nitekim biz de aynı hataya düştük. Ve bir mükemmel anayasa yapılırsa, Türkiye’nin Almanya ve İngiltere seviyesine geleceğini sandık.” diyecektir.[16]
27 Mayıs 1960 Hareketi’nin ertesi günü İstanbul’dan gelen profesör heyeti “Nasıl bir anayasa istiyorsunuz?” diye sorduklarında “Allah Allah benim istediğim mi anayasa olacak? Öyleyse size ne lüzum var? Osman Gazi’nin kurduğu devlette böyle olmamıştı. O zamanın hukukçuları ve uleması, kanun senin istediğindir dememişlerdi… Devleti hukuka bağlı, hukukla sınırlanmış, sonraları arzularıyla değişmeyen hukuk prensiplerine bağlamışlardı…” tarzındaki düşünceler zihninden geçer ve ulemanın dalkavukluğu Taşeri uyandırır.[17] Olan bitene fetva vermek üzere İstanbul’dan gelen heyetin tavrını Söğüt’le süzen idrak, milli ülkü ve kültür birliğinin mücadelesine yönelmeyip de ne yapacaktı? Nihayetinde DP’de CHP içinden doğmuştu. Bir kısım ileri gelenleri 27 Mayıs’ın raylarının döşenmesinde epey emek harcamışlardı. Taşer, meselenin bu yanını şöyle anlatır:
“Ordu bir menfaat kurumu değildir. Bir rahat kurumu değildir… Bir cefa mihrakıdır, bir vefa abidesidir. Şeref ve haysiyet temelleri üzerinde dikili 27 Mayıs’ın özünde iki söz oturur. Birincisi Menderes’e atfedilen ‘Battal Gazi Ordusu’ tabiridir ki sonradan doğru olmadığı iddia edilmiştir. Diğeri ‘Subayların yatak odasından emir erlerini çıkaracağız.’ ifadesidir. Bu iki söz 5000 yıllık şeref ocağı ile DP hükümeti arasındaki bağı bir hamlede koparmıştır. Söz sahibi DP’den ihraç edilmiş olmasına rağmen söylediği DP’nin zimmetinde kalmıştır. Çünkü iftira ve isnat aleni, tedip ve tecziye gizli yapılmıştır.”[18]
DP’nin ordu ve aydınların rızasını zaman içerisinde kaybetmesi, CHP’nin sert muhalefeti ile birleşince memleket 27 Mayıs’ın eşiğine gelmiştir. Taşer’i, Türkeş Bey’le birlikte harekete yönelten milliyetçi tasavvurlar, Milli Birlik Komitesi içinde de icra alanları bulmuştur. Onlar bu çizgiyi 27 Mayıs sabahından itibaren sürdürmüşlerdir. Onların hareketi, “Kardeşlik, barış ve sevgi hedefine yönelen, kardeş kavgasını önlemek için yapılan ve çağdaş medeniyetin imkânlarını var etmeye çalışan hiçbir zümre ve kişinin leh ve aleyhine bir gaye taşımayan…” bir hareketti.[19] 27 Mayıs – 13 Kasım arasında adaletin safını tutanlar, Devlet Planlama Teşkilatını, Ordu Yardımlaşma Kurumunu, Ülkü ve Kültür Birliği Teşkilatını, Holding Yatırım Şirketini kurmuşlardır.[20] Tüm toplum dilimleri, küçük tasarruflara teşvik edilecek, iktisadi kalkınmanın temeli olan sermaye millet tabanından yükselecek, öğretmenler başta olmak üzere mesleki teşekküllerin her birinin OYAK’ı olacakken, 14’ler fesat denizine itilmişlerdir. Taşer, süreci oldukça açık bir şekilde anlatır:
“Merhum Gürsel’e gidip ‘Seni Türkeş ve arkadaşları öldürecek’ diye ürküttüler! Bakanları bulup TBMM sığınaklarına götürerek her birinin zincire bağlanacağı hücreyi gösterip korkuttular!
İnönü’ye varıp ‘Arkadaşlarımız seçimi geri bırakmayı düşünüyorlar, aman çare’ dediler. Ekim 1960’da Afet İnan Hanım’ın Kızılay’daki evinde, Ekrem Acuner – Fikret Kuytak – İsmet İnönü – İsmail Rüştü Aksal buluşup icra planını tespit ettiler… 13 Kasım günü hıyanet planı icraya kondu… İyi bir tefeci gibi 27 Mayıs ihtilalini CHP’ye sattılar…”[21]
Millet menfaatine girişilen 27 Mayıs, 13 Kasım’la CHP yararına bir harekete dönüşmüştür.[22] Gene Taşer’e göre MBK’nin 38 üyesi arasında ilk başlarda ayrılık gayrılık yokken, 13 Kasım’ı planlayan aktörler, Türkeş ismi etrafında karalama kampanyası yürütmüşlerdir. Duvarı çökertmek için hamle yapacakları yeri çok iyi hesap etmişlerdir. Komitenin diğer üyeleri arasında fitne ateşini yakmışlardır. 14’lerin tasfiyesinin ardından kalanlar da bu oyunu kuranların kontrolü altına girmişler, onlar senatörlük vaatleriyle kandırılırken millet de buhranlara sürüklenmiştir.[23]
Dündar Taşer’in Ekonomi Politiği
Taşer’in yazdığı dönem olan, 1960’lı yılların sonlarında, 32 milyonluk Türkiye nüfusunun 22 milyonu köylerde yaşamaktadır. Klasik çağın sipahi besleyen 500 haneli geniş köyleri de tarihe karışmıştır. Köyler, 40 bine ulaşan sayısıyla, iktisadi anlamı olmayan, pazardan kopuk, seyrek nüfuslu, bakımsız bir manzara arz etmektedir. İşte “tarım kentleri” bu noktada gündeme taşınmıştır. Her on köyden, gelişmeye en müsait olanı merkeze alınarak 5000 nüfuslu yerleşim alanları kurulacaktır. Bunlar tarıma dönük her türlü mühendislik hizmetlerini, bankaları, sağlık merkezlerini, eğitim kurumlarını bünyesinde barındıracak, kelimenin tam anlamıyla küçük ölçekte şehirler olacaktır. 160 milyon dönümlük ekilebilir araziyi 22 milyona dağıtıp, 7,5 dönümlük sefaleti herkese paylaştıran bir “eşitlik” anlayışının yerine, 200’er dönümlük modern üretim sahaları ihdas edilecektir. Tarihi şehirler gecekonduya dönüşmeyecek, aile çözülmeyecek, sosyal meseleler patlamayacaktır. Türkiye, nüfusu 100 bin civarında olan şehirlere, 30 bin civarında olan kasabalara, 5 bininin altına düşmeyen köylere sahip olacaktır. Kurulan kültür kentlerinde, yüksek tahsil için köyünden valiziyle çıkan genç, ailesine yük olmadan milleti için okuyacak ve çalışacaktır.[24]
Karma ekonomiden ziyade karmaşıklığa yol açan sanayileşme anlayışı da yerli yerine oturtulacaktır. Devlet, ağır sanayi, ana ulaştırma ve enerji kaynaklarını elinde tutup, diğer sahaları ferdi teşebbüse bırakacaktır. Sanayileşmenin başında olan bir ülkede enerji, çelik, ulaştırma gibi ana girdilerin devlet kontrolünde olması, makro planların devreye girmesi açısından elzem görülmektedir. Kısıtlı kaynakların tahsisi, dağıtımı tesadüflere bırakılmamalıdır. Zira “Bir torna atölyesi ile bir gazoz imalathanesi aynı derecede muameleye tabi tutulamaz. Aynı fiyata enerji kullanamaz.”[25] Hafif endüstri sahalarında ise devlet yol gösterici olmalıdır. Devlet, bilgi derecesi, pazarlama imkânları gelişmemiş bölgelerde öncülük hizmetini yapıp, zaman içerisinde hisseleri millete devrederek çekilmelidir. “Bu malların millete devri Edirne ile Hakkâri arasında tarihi, manevi milli bağlara, iktisadi bir ortaklık da katarak, içtimai bünyeyi daha sağlam bir hale getirecektir.”[26]
Türkiye, Karadeniz’den Hint Okyanusuna uzanan sahada, sanayi için gerekli maddelere sahip tek ülkedir. Irak, Suriye, Ürdün, Arabistan, Mısır, Yemen, Kuveyt, Bahreyn petrol, pamuk ve buğdaydan gayrı maddelerden yoksundur. Bu bölgeye Türkiye dâhil olursa dünya ekonomi politiğine yön veren beş stratejik maddeye sahip bir güç ortaya çıkar. Bunlar: demir, kömür, pamuk, buğday ve petroldür. Rusya’nın dengelenmesi açısından da Batı ile ittifaklar kurmuş, NATO üyesi bir Türkiye’nin nüfuz alanlarını genişletmesi, makul bulunacaktır. En azından ABD ve Avrupa’nın konjonktürel olarak karşı durması mümkün görünmemektedir. Hal böyle iken, Demirel hükümetinin “o devletlerin teokratik olduğu gibi bir bahane” ile bu hamlelere yanaşmaması, sanki devletlerarası münasebetler “kimyevi münasebetler” imiş gibi davranması hatalı olmuştur.[27]
Taşer’in ekonomi politiğinde ülkücü hareket, tüm iktisadi teşekkülleri devlet tekeline bırakan sol ideolojilere olduğu kadar, serbest piyasa adı altında karma karışık bir bünye arz eden liberal sağ anlayışlara da karşı bir konuma yerleşmiştir. Marksist solun, üniversite özerkliğini bahane ederek önce boykot, ardından işgallere yönelmesi, silahlı terörü siyasal bir araç olarak kullanması, kaba materyalizme bulanmış tasavvuruyla milletin manevi hayatını tehdit etmesi, bir refleks olarak Taşer’in fikri önderliğinde kurumlaşan milliyetçi –ülkücü gençliği karşısında bulmuştur. Buna karşılık, 1965 – 1971 arasında, tek başına iktidarı temsil eden Adalet Partisinde dile gelen söylem ise “anarşinin soluna da sağına da karşıyız” gibi sığ bir anlayış olmuştur. Ülkü Ocakları Birliği Başkanı ve Tıp Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisi İbrahim Doğan’a ateş açan sol gruplar, kendi arkadaşlarını vurmuş ve Doğan suçlu ilan edilmiştir.[28] Hukuk Fakültesi Dekanı Uğur Alacakaptan’a sol örgüt mensubu öğrenciler silah vermiş, ülkücülerden aldık demeleri üzerine fakülte özerkliğine toz kondurmayan dekan “Sizin ne yetkiniz var?” sorusunu sorma gereği duymadan meseleyi basına havale etmiştir.[29] Dursun Önkuzu’nun şehadetinin ardından polisin Türk Ocağını basması ise dönemi anlatan en dramatik olay olmuştur.
“Özerk olmayan Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulunda solcular fiili durum yaratıp kimseyi içeri sokmadılar. Üç defa okulu bombaladılar. Okul idarecileri ve öğrencilerin bakanlığa müteaddit müracaatlarda bulunmasına rağmen bigâne kalındı. Solcular üç talebeyi kaçırdı, ikisi ellerinden kurtuldu. Üçüncüsünü işkenceye tabi tuttuktan sonra pencereden aşağıya attılar. Polis, katilleri arayacağı yerde Türk Ocağına baskın yapıp kütüphanede çalışan 71 genci karakola götürdü ve tanınmayacak hale gelinceye kadar da dövdü.”[30]
İktidar, sol basının manşetlerinden ürkmekte, yalan yanlış haberlerini gündeme alarak Türk Ocağını polis gözetiminde tutmaktadır.[31] Hâlbuki Atatürkler, Enverler, İnönüler, Gökalpler hep ocaklıdır. Başbakanın da gücü ocağı ele geçirmeye yetmeyecektir. İşin özünde “Çanakkale’de, Kafkas’ta, Bingazi’de, Kûtü’lamare’de, Galiçya’da can vermiş on binlerce şehidin ruhu adamı” boğacaktır. Demirel, ocaklı olmayan tek başvekildir ve Taşer tarafından çokça eleştirilmektedir.[32] Özellikle tarafsızlık söylemleri, silahlı terör örgütlerine karşı sert tedbirler alınmaması, üniversite yetkililerinin özerklik perdesi altında sol örgütlere meyletmeleri neticesinde yaşanan dramatik hadiseler Taşer’i çileden çıkarmış, Türk Ocağı baskını olmadan bile: “Demirel her yöne yol açan bir trafik memuru gibi davranmakta, meydana gelen çarpışmayı gördükçe de şoförlere vecize söylemektedir.” demek durumunda kalmıştır.[33] Siyasi bir şahsiyet olarak başbakanı sürekli gündeme almasını eleştirenlere de “Yangın yerindeki musluğu bir bez parçası tıkarsa nasıl herkes onunla uğraşır. Değerinden mi? Gücünden mi?… Ne arkasındaki sudan daha güçlü ne tıkadığı musluktan daha pahalıdır. Bu alaka ve uğraşma gerekli olduğu için değil, gerekmediği yerde bulunduğundan ötürüdür.” diye cevap vermiştir.[34] 12 Mart Muhtırası’ndan üç ay önce “Nihayet bir iki ay kalmış olan iktidarınızda ‘Ocak basan’ sıfatınızdan çabuk kurtulun.” diyecek kadar feraset sahibi olduğunu tarih huzurunda ispatlamıştır.[35]
Yukarıda zikredilen değerlendirmeleri günün politik ortamında dile gelmiş polemikler olarak görmenin mümkün olmadığı düşünülmektedir. Taşer, yetişmesi için göz nuru döktüğü ülkücü neslin, orijinal ekonomi politik tutumundan ötürü muhatap olduğu hukuksuzluklar karşısında, ahlaklı bir fikir adamının alması gereken tavrı ortaya koymuştur. Olanlara olmamış muamelesi yapmanın analitik tarihçilikle ilgisi olmasa gerektir.[36]
Dündar Taşer’in Cihan Devleti
Osmanlı Devleti Söğüt’te 1299’da kurulduğu dönemde 400 atlıya sahipken, 1326’da Bursa’nın fethinde, Orhan Gazi’nin emrinde 38000 süvari vardı. Neden? Bu kadar kısa bir süre içerisinde nüfus mu artmıştır? Selçuklu Sultanlığı, olmayan gücünü uç beyliğine mi bahşetmiştir? Yörenin yerli ahalisi bir anda hidayete erip Türkleşmiş midir? Taşer’in cevabı oldukça izah edicidir:
“Öyle anlaşılıyor ki, Bizans ucundaki bu beylik bütün Türk âleminin ülküsünü temsil ediyor, Türklük âleminin, fetret devrinde bile asla vazgeçmediği, İstanbul fethinin ve dünya hâkimiyetinin mümessili sayılıyordu. Milli şuur ve ülkü Horasan’dan İzmir’e kadar her yerdeki Türk’ü Ertuğrul sancağına çekiyor, şeyhler, müftüler, müderrisler eli kılıç kabzasına yakışan her yiğidi, gönlü fazilet aşkı ile dolu her mümini, kafası salim düşünceye açılmış her talebeyi Söğüt Beyliği’ne sevk ediyordu.”[37]
Büyük ülküler etrafında kurulan bu devlet sultan – medrese – sipahi dengesi üzerinde yükseldi. Ne anarşi ne de despotluk vardı. Sultan dâhil herkes, kendi küçük, fazileti büyük devlete can borcunu ödeyince manevi saffet, maddi büyüklüğü de beraberinde getirdi.[38] Ahlaki saflık, inanmışlık, cesaret, ahlak önderlerinin etrafında yol yürüyen yiğitler, ipeğe sarılmış çelik gibi ülküsünün peşinde gidenlerin azameti… Ocak sohbetlerinde rüyası görülen cihan devletinin izlerini bu ifadelerden okumak mümkün olsa gerektir. Zaten Taşer, “Rüyama girdi her gece bir fatihane zan diyen şair kendini söylediği kadar bizi de söylemiştir.” diyor. Gene “Ne geri kalmış milletlerden birisi ne de kurtuluş savaşı yapan kavimlerin birincisiyiz. İstiklâlini son elli yıl içinde bizden almış 19 ülkenin efendisi idik.” derken de muhatabını objektif tarih gerçekliği içinde muhasebeye davet ediyor.[39] 27 Mayıs’a dair kendi hesaplaşmasını tarihi sürece nasıl yerleştirdi ise ki Aksun gibi pek çok münevveri milliyetçi – ülkücü harekete kazandıran bu tarz değerlendirmelerdir[40], aynen cihan devleti ufkunun izlerini de tarihte aramıştır. Bu minvalde Ordu Yardımlaşma Kurumunun ilhamını sipahi teşkilatından almış olması tesadüf değildir. Yeniçeri kadar namı duyulmamış olsa bile Osmanlı fütuhatında rol alan esas unsur sipahilerdir. Mesela dört yüz bin kişilik Kanuni ordusunda, yeniçeri sayısı yirmi beş bin kadardır. Otağ-ı Hümayun önünde duran bu gruba düşman; sekbanları, azapları, garipleri, sarıcaları geçememiştir ki payları hesap edilebilsin. Sipahi kendine verilen dirlikten beş yüz akçe kadarını kılıç hakkında tutar, kalan her beş yüz için bir asker besler ve sefer masraflarını çiftçinin işlediği dirlikten gelen geliriyle karşılardı. Arazi ne kadar verimli olursa, çiftçi ne kadar çok kazanırsa sipahinin aldığı vergi /öşür miktarı, maiyeti o kadar çok olurdu. Çarşılar, bedestenler gibi iktisadi kaynaklar da öşre tabiydi. Kadı, müderris ve diğer devlet görevlilerinin de dirliği vardı. Olası bir kuraklık sadece çiftçiyi değil, herkesi üzüyordu. Keder de sevinç de birlikte yaşanıyordu. İman ve kan birliği Osmanlı Devleti’nin kudret ve azametinin sırrıydı. İşte Taşer’in OYAK örneğinde çözümlenen cemiyet tasavvuru böylesine objektif tarih tasvirine dayanmaktadır. Sipahiden gelen ilhamı şöyle anlatır:
“Ordu Yardımlaşma Kurumu, bu teşkilattan alınan ilhamla kuruldu. Milletle asker arasında kazanç ve zararda, iktisadi hayatın değişen şartlarında bir muvazene kurmak, subay ve astsubayların tasarruflarıyla meydana gelen dev sermayeleri azametli teşebbüslere yatırmak, kalkınma hamlesine katkıda bulunmak, milletle hemhal bir ordunun milli ekonomiye iştirakini sağlamak, kalkınma sonundaki refahtan milletle birlikte faydalanmak için düşünüldü.”[41]
13 Kasım fitnesi yaşanmasa öğretmen, memur, işçinin de yardımlaşma sandıkları kurulacak, tasarruflar fabrikalara dönüşecek, devasa bir millet sektörü oluşacaktı. Taşer, kuruma yapılan sol saldırıları görünce, tasavvur ettiği hedefe ulaştığına dair derin bir huzur hissettiğini de söyler.[42]
Bir noktadan sonra Taşer için tarih, günün inşasında zihni bir terkip arayışıdır. Tanzimat’tan beri zamanla yarışırcasına modernleşme telaşı duyanları, acil reçete peşinde koşanları durmaya ve düşünmeye davet eder. Son bir buçuk asrın yirmi beş yılını etüt ve araştırmaya ayırmamanın birikmiş meselelerini yaşadığımızı söyler.[43] Bir an önce Batılı gibi olma çabası taklitçiliği getirmiştir. Her inkılabın ardından, başarı duygusunun tatminkâr bir şekilde yaşanamaması daha derin özentileri ve güven duygusunun sarsılmasını beslemiştir. Atatürk kıyafet, harf, rey gibi dış unsurlarda görülen farkı tek hamlede kaldırarak aydınların ruhuna sinmiş imrenme ve özenme kompleksini gidermek istemiştir. Atatürk’ün asıl emeli “kendi tabiri ile gaye-i hayali kendine güvenen, kimseye imrenmeyen şahsiyetli aydınların yetişmesi… Kendi kendine ve kendisi için var olan bir cemiyet ve bir devlet haline gelmemizdi. İç meselemize hiç kimseyi karıştırmamak ilkesi Atatürkçülüğün özü ve esası idi.” diyecektir.[44] Ancak bu da yetmez. Nasıl ki kalkınma hamleleri millet üzerine bina edilen sektörler eliyle gerçekleşecekse, aydınların büyük bir cihan devletinin mirasçısı olduklarını idrak etmeleri de milletle hemhal olmalarıyla vücut bulacaktır. Bazılarına biraz romantik gelebilir ama Taşer’in millet tarifi de objektiftir. İlmek ilmek tarihin terkibine yaslanır:
“Millet, yapma bir varlık değildir. Ne kahramanlar ne âlimler ne sanatkârlar bir millet imal edemezler. Millet, binlerce sene içinde kanın, imanın, duyguların birleşmesi ile yoğrulmuş ve müşterek kıymet hükümleri halinde billurlaşmış, müşterek davranışlar halinde görünmekte olan haz ve elemi beraber tadan, birbirinden haberi yokken de birbiri gibi olan bir varlıktır.
Attila misafirlerine altın tabaklar içinde çeşitli yemekler ikram ederken bir tahta çanakta tek türlü yemeğini yerdi. Attila’nın varlığından haberdar olmayan Yavuz Sultan Selim’in de yemek usulü bu idi.”[45]
Bir gün Taşer’e, Gaziantep’in İnkılap köyündeki Salih Ağa, “Türk, gene cihangir olacaktır. Bundan şüphe eden kâfir olur. Çünkü Allah bu milleti dünyaya nizam vermek için yarattı.” demiştir.[46] Evet, Salih Ağa’nın şahsında konuşan millettir.
Sonuç
Dündar Taşer, 27 Mayıs 1960 Hareketi’ne siyaset üstü bir memleket sevdasıyla, ülkü ve kültür birliği etrafında kalkınma hamlelerini başlatmak gayesiyle katılmıştır. Hareketin, bir zihniyet olarak CHP ile eklemlenmiş kesimlerin kontrolü altına girmesi, Türkeş Bey’le birlikte sürgüne gönderilmesine neden olmuştur. Üç yıllık gurbetin ardından ülkeye döndüğünde, kendilerini tasfiye edenlerin bıraktığı siyasi enkazla karşı karşıya kalmıştır. Güncele dair hükmünü engin bir tarihi müktesebatın süzgecinde inşa eden zihni potansiyeli, milliyetçi çevrelerin dikkatini çekmiştir. Alparslan Türkeş Bey, milliyetçi düşünce geleneğini, iktidara talip siyasal organizasyona dönüştürdüğünde en büyük destekçisi Taşer olmuştur. 13 Kasım 1960 darbesinin ardından kendilerinin ve memleketin yaşadığı hukuksuz muameleler, Rusya’nın istila planlarının aparatı olma yolunda ilerleyen Marksist hareketler karşısında demokratik mücadele arzusu ve kalkınma hamlelerini hayata geçirecek milliyetçi – ülkücü ekonomi politik tasavvurlar, 1965’ten vefatına kadar olan yedi yıllık dönemde, siyasi olmaktan ziyade fikri mücadelesinin çerçevesini oluşturmuştur. Taşer, Türk – İslam kültür çevresinde yetişen mahcup bir neslin, 13 Kasım 1960 fitnesinden daha fırtınalı bir denizden çıkmasını sağlayan teşkilatlanmayı yapmış, yeni bir cihan devletinin inşası ufkunu önlerine koymuş, haramilerin işkence tezgâhlarında erimesinler diye ipeğe sarılmış çelik kıvamını gönüllerine nakşetmiş büyük bir dava adamıdır. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun, inşallah.
*Bu yazı Türk Yurdu dergisinden alınıştır.
[1] Türkeş Bey’in 21 Şubat 1963’te Türkiye’ye döndükten sonra 24 Şubat’ta basına yansıyan “Türk Milletine Beyanname”sinden itibaren verdiği mesajlar bağlamında mücadelesinin basına yansıyan yönleri için bkz., Metin Turhan, Bilinmeyen Yönleriyle Alparslan Türkeş, Bilgeoğuz Yay., İstanbul 2009, s. 1v.d. Siyasal sürecin Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinden Milliyetçi Hareket Partisine akışı noktasında bkz., Hakkı Öznur, Ülkücü Hareket 1, CKMP’den MHP’ye, Alternatif Yay., Ankara, s.81 v.d. Zeki Özdemir, 1965 – 1969 Yılları Arasında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi, GÜSBE Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2007, s. 75 – 104. Türkeş Bey’in bir lider olarak siyasal biyografisi için bkz., Arslan Tekin, Alparslan Türkeş ve Liderlik, Bilgeoğuz Yay., İstanbul 2008. Rus emperyalizminin komünizmi bir aparat olarak kullandığı dönem için bkz., Fahir Armaoğlu, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914 – 1980, TİBKY, Ankara 1983, s. 423 v.d. Türkeş’le birlikte 14 subay 13 Kasım 1960’ta sürgüne gönderildikten sonra 27 Mayıs Hareketi tam anlamıyla bir hükümet darbesine evrilmiş, Menderes ve iki bakanın idamı gibi elim hadiseler bu sürecin ardından yaşanmıştır. Bu 14 subaydan 8’i 22-23 Şubat 1964’te CKMP’ne Türkeş Bey’le birlikte katılmıştır. Bunlar: Münir Köseoğlu, Rıfat Baykal, Dündar Taşer, Numan Esin, Ahmet Er, Muzaffer Özdağ, Mustafa Kaplan, Fazıl Akkoyunlu’dur. Gene 14’lerden olmakla birlikte 4 isim Türkeş Bey’le yollarını ayırmıştır. Muzaffer Kaplan TİP’e, Orhan Erkanlı, Orhan Kabibay, İrfan Solmazer CHP’ye geçmiştir. Bkz., Hakan Akpınar, Kurtların Kardeşliği, CKMP’den MHP’ye (1965 – 2005), Bir Harf Yay., İstanbul 2005, s. 38.
[2] Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Yay., İstanbul 1995, s. 135.
[3] Muzaffer Çatak, Türk Milliyetçiliği ve Dündar Taşer’in Fikir Dünyası, Töre – Devlet Yay., İstanbul 2017, s. 71-85, Nevzat Kösoğlu, Dündar Taşer, Ötüken Yay., İstanbul 2003, s. 13-20. Şevket Bülent Yahnici, “Taşer ve Ülkücü Gençlik”, Ölümünün 27.Yılında Dündar Taşer’in Hatırasına Armağan, “Türkiye’de Modernleşme ve Demokrasi Meseleleri”, Haz.: Yücel Hacaloğlu, Türk Yurdu Yay., Ankara 1998, s. 29.
[4] Erol Güngör, Dünden Bugünden, Tarih – Kültür – Milliyetçilik, Ötüken Yay., İstanbul 1990, s. 139.
[5] Güngör, Dünden Bugünden … s. 140-141.
[6] Hakkı Öznur, Ülkücü Hareket 6, Portreler, Alternatif Yay., Ankara, s. 199.
[7] Dündar Taşer, Mesele, Ötüken Yay., İstanbul 2021,.s. 214-216.
[8] Öznur, Ülkücü Hareket 6, s. 199.
[9] Öznur, Ülkücü Hareket 6, s. 200.
[10] Güngör, Dünden, Bugünden…, s. 129; Türk Kültürü ve…, s. 157.
[11] Kösoğlu “Türk’e düşmanlık duymayan herkes, Dündar Bey’in Osmanlı sohbetinden kalkarken tazelenmiş olarak, milletine ve kendisine olan imanını yenilemiş olarak kalkar, ayağını yere daha bir sağlam basarak ve daha dik yürürdü.” der, a.g.e., s. 31-32. Gene Kösoğlu, “Dündar Taşer’in çok dostu vardı, onu bir kez olsun dinleyen herkes ona bağlanırdı. Fakat Ziya Nur, Erol Güngör ve Dündar Bey’in yakınlık ve bağlılıklarını benzerleriyle birlikte zikretmek bile bana yanlış görünüyor… Ben onları Fakülteler Matbaasının asma katında dinledim, bu alçak tavanlı odada bu dünyalı idiler; ama çok yukarılardan bakıyorlardı…” diyecektir. Bkz., A.g.e., s. 49.
[12] Aksun, meseleyi “Hâile-i Osmaniye” başlığı ile ele alır. Sultanın yeniçerileri tahkir eden tutumlar içine girmesi, evliliğinde devlet ricalinin kızlarını tercih etmesi, ilmiye sınıfının varidatını kısması gibi tecrübesizlikten kaynaklanan hatalarını zikrettikten sonra yeniçerinin sultanı öldürmek kastı olmadığını, Şehzade Mustafa’nın annesi Handan Hanım’la Sadrazam Davut Paşa’nın dahlini vurgular. Yazarın bu ve benzeri meselelere dair tahlillerinde Dündar Bey’in etkisinin olduğu veya benzer perspektiflere sahip olduklarını söylemek mümkündür. Bkz., Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi 2, Osmanlı Devleti’nin Tahlilli, Tenkidli Siyasî Târihi, Ötüken Yay., İstanbul 1994, s. 63-76.
[13] Bu süreci Aksun “Çok Köklü Bir Müessesemiz Olan ve Osmanlı Ordusunun En Kuvvetli Rüknü Bulunan Yeniçeri Ocağı’nın Bağteten İlgası” başlığı ile ele alır ve ocağa atılan iftiraları ağır bir şekilde tenkit edip geri dönüşü olmayan çözülüşlerin başlangıcı olarak tahlil eder. Bkz., Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi 3, Osmanlı Devleti’nin Tahlilli, Tenkidli Siyasî Târihi, Ötüken Yay., İstanbul 1994, s. 174v.d. Öztuna ise meseleyi tam anlamıyla hayırlı vaka olarak tahlil eder. “Bütün İstanbullular, Yeniçeriler’e diş biliyorlardı. Bu ocağın şehirde irtikâb etmediği edepsizlik kalmamıştı.” der. “II.Mahmud Türk tahtının 2,5 asırdan Kanuni’nin ölümünden beri görmediği çapta bir hükümdardı.” değerlendirmesini yapar. Bkz., Yılmaz Öztuna, Büyük Osmanlı Tarihi 5, Ötüken Yay., İstanbul 1994, s. 132; 149.
[14] Ziya Nur, Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si, İrfan Yay., İstanbul 1991, s. 10-11.
[15] 14’lerden Ahmet Er, gene 14’lerden Orhan Erkanlı’nın odasında iki CHP milletvekilinin “Binbaşım, Saraçhane’de iki grubu birbiri ile çatıştırdık; kavga bütün şiddetiyle devam ediyor başka bir emriniz var mıdır?” diye sorduklarını anlatır. Bkz., Ahmet Er, Hatıralarım, Alternatif Yay., Ankara 2003’ten akt., Çatak, a.g.e., s. 82.
[16] Nur, a.g.e., s.12.
[17] Kösoğlu, a.g.e., s. 19-20
[18] Taşer, Mesele…, s. 104-105. DP milletvekili bu sözleri TBMM’de söylemiştir. Daha sonra CHP’ye geçmiştir. Gene Menderes’e atfedilen “Ben bu orduyu astsubaylarla yönetirim” sözü, 1955 yılı 29 Ekim’inde Milli Savunma Bakanı’nın Genelkurmay Başkanını parmağıyla işaret yaparak yanına çağırması, subayların öfkesini çeken noktalar olmuştur. Bkz., Ümit Özdağ, Menderes Döneminde Ordu – Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Boyut Yay., İstanbul 1997, s. 52-53.
[19] Taşer, Mesele…, s. 18.
[20] Taşer, Mesele…, s. 19.Bunların her birine yönelik Alparslan Türkeş’in kanun tasarı ve teklifleri için bkz., Alparslan Türkeş’in TBMM’deki Konuşmaları, (Kanun Tasarısı ve Teklifleri) 27.05.1960-04.12.1995, TBMM Yay., Ankara 2009, s. 17-38.
[21] Taşer, Mesele…, s. 173.
[22] Taşer, Mesele…, s. 20.
[23] Taşer, Mesele…, s. 261-262.
[24] Taşer, Mesele…, s. 24-27.
[25] Taşer, Mesele…, s.36.
[26] Taşer, Mesele…, s.37.
[27] Taşer, Mesele…, s. 25-30.
[28] Taşer, Mesele…, s. 133.
[29] Taşer, Mesele…, s. 137. Aynı dekan, hukuk fakültesi öğrencisi, Dev Genç’li Mustafa Kuseyri’nin öldürülmesi ardından MHP hakkında suç duyurusunda bulunduğu, fakültede “MHP’nin tutum ve davranışlarını incelemek ve Cumhuriyet Başsavcılığına suç ihbarında bulunmak için bir uzmanlar kurulu kurulması” kararı aldığı gerekçesiyle Türkeş tarafından eleştirilir. Kuseyri’yi de kendisiyle aynı örgüte mensup başka bir arkadaşının öldürdüğü açığa çıkmıştır. Turhan, a.g.e., s. 79-80.
[30] Taşer, Mesele…, s. 202. Daha sonra yazdığı bir yazıda Dursun Önkuzu’nun ismini zikreder. Dâhiliye vekili Menteşoğlu’nu Türk Ocağı baskınından ötürü tenkit eder. Bkz., Taşer, Mesele…, s. 221.
[31] Taşer, Mesele…, s. 123-124.
[32] Taşer, Mesele…, s. 209.
[33] Taşer, Mesele…, s. 49.
[34] Taşer, Mesele…, s. 207-208.
[35] Taşer, Mesele…, s. 210.
[36] Yanardağ’ın çalışması bu noktada uç bir örnek olarak anılmalıdır. Necip Fazıl’ın şeyhini Seyyit Ahmet Arvasi’nin babası yapmak gibi maddi hataların ötesinde ideolojik önyargılarla dolu analitik bakışlar için bkz., Merdan Yanardağ, MHP Değişti mi?, Ülkücü Hareketin Analitik Tarihi, Gendaş Yay., İstanbul 2004, s. 395.
[37] Taşer, Mesele…, s. 31.
[38] Taşer, Mesele…, s. 31.
[39] Taşer, Mesele…, s. 32.
[40] Aksun, inkılap hareketlerinde bu tarz değerlendirmelerin istisna olduğunu belirtir. “Ona bu çok yüksek telâkkisi, büyük devlet ve millet idrak ve şuuru ile fena fi’d- devle ve’l-mille olmuş bir büyük recül-i dâvâ demek doğrudur.” değerlendirmesinde bulunur. Aksun, Dündar Taşer’in…, s.18. Kösoğlu “Onun geniş kültürü ve etkileyici üslubu, Milliyetçi Hareket’e çok büyük değerler kazandırmıştır. Özellikle İstanbul’da milliyetçi ve demokrat parti geleneğinden gelen yahut 27 Mayıs Hareketini asla tasvip etmeyen birçok aydınlar Dündar Beğ’in bu sohbetlerinde eriyerek hareketimize katılmışlardır. Bunların en dikkate değeri Ziya Nur’dur.” diyor. Nevzat Kösoğlu, “Bir Türk Aydını Dündar Taşer”, Hakkı Öznur, Ülkücü Hareket 6 , s. 289.
[41] Taşer, Mesele…, s. 65.
[42] Taşer, Mesele…, s. 66.
[43] Taşer, Mesele…, s. 314.
[44] Taşer, Mesele…, s. 267.
[45] Taşer, Mesele…, s. 53.
[46] Taşer, Mesele…, s. 61.

