TECEDDÜT KAVŞAĞINDA BİR ÖNCÜ: İSMAİL HABİP SEVÜK

0
(0)
TECEDDÜT KAVŞAĞINDA BİR ÖNCÜ: İSMAİL HABİP SEVÜKHarun Yıldız

“Edebiyatı anlatmak için şunu anladım ki edebiyat sadece dimağlara hitap ile değil ruhlara telkin ile anlatılıyor. Nazariyat ve malumat ile edebiyat öğretmek, kavaid ve gramerle lisan öğretmek gibi boş bir emektir. Edebiyata mâl olmak için nasıl edebî bilgilerden ziyade edip olmak lazımsa edebiyatı kendine mâl etmek için de onu bellemekten ziyade edebiyatın havasını teneffüs etmek lâzımdır kanaatindeyim: Bu eser bu kanaate göre yazıldı…”

-İsmail Habip Sevük

Giriş

Bir milletin edebiyatı, onun ruhunun aynasıdır; zamanın nabzı, hafızanın kelimelerle kurduğu bir destandır. XIX. yüzyıl Osmanlı coğrafyasında bu nabız eski ritmini artık kaybetmiş, yerini sancılı bir yenilenme arzusunun titrek atışlarına bırakmıştır. Çöküşün karanlığında Batı’dan esen rasyonel ve ilerlemeci rüzgâr hem devlet yapısını hem de zihniyet dünyasını sarsmakta, bu sarsıntı edebiyat sahasında da yankısını bulmaktadır. İşte bu sarsıntının en derin izlerini, kalemini tarihle, estetikle ve bilinçle buluşturan İsmail Habib Sevük’ün Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi adlı eserinde okumak mümkündür.

Sevük, yalnızca bir edebiyat tarihçisi ya da eleştirmen olarak kalmaz; aynı zamanda bir medeniyet geçişinin farkında entelektüel bir yorumcu olarak karşımıza çıkar. Onun nazarında edebiyat, sadece sanatla sınırlı değil; aynı zamanda bir kültürel kimlik mücadelesinin sahnesidir. Sevük’ün değerlendirmeleri, dönemin edebî akımlarının ötesine geçerek zihinsel, siyasal ve sosyal değişimi de kapsar. Bu yönüyle Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi, klasik bir edebiyat tarihi kitabının sınırlarını aşar ve bir kültürel devrimin estetik belleğini kayıt altına alan bir metne dönüşür.

Bu makale, İsmail Habib’in teceddüt kavramına yüklediği anlamı ve bu kavramın edebiyat sahasında nasıl ete kemiğe büründüğünü tartışmayı amaçlamaktadır. Divan edebiyatının eleştirisi üzerinden şekillenen bu yenileşme söylemi, sadece edebî bir tavrın ötesinde, bir kültürel savruluşla birlikte yürüyen yeniden inşanın da işaretidir. Dolayısıyla burada ele alınan mesele yalnızca bir edebî değişim değil; bir medeniyetin sorgulanması, bir başka medeniyetle yüzleşilmesi ve nihayetinde yeni bir estetik düzleme geçiştir. Sevük’ün eseri, bu geçişin hem tanığı hem de tanımlayıcısıdır.

Yenileşme İhtiyacının Tarihî ve Sosyal Zemini

  1. yüzyıl Osmanlı dünyası, tarihin en derin sancılarından birine tanıklık etmiştir. Artık kayıplar askerî cephelerle sınırlı kalmamış; akıllarda ve kalplerde de hissedilir olmuştur. Devletin haricî yenilgileri, dâhilî çözülmeleri ve siyasal yapının çözülmeye yüz tutmuş kurumları, siyasi krizin ötesinde bir varoluşsal bunalımı da beraberinde getirmiştir. Bu bunalımın en derin yankısı ise kültürel sahada, bilhassa edebiyatta olmuştur.

İsmail Habib Sevük, bu atmosferi yalnızca bir tarihî anlatı olarak değil, aynı zamanda bir zihniyet kırılması olarak görür. Ona göre, teceddüt, yani yenileşme, dönemin entelektüel çevrelerinde romantik bir hevesin yahut estetik bir yönelimin ötesinde, hayatın dayattığı bir zorunluluk hâline gelir. Zira hayat değişmiştir, hayatın değiştiği yerde ise edebiyatın eskisi gibi kalması ne mümkündür ne de anlamlıdır.

Bir Medeniyetin Gerileyişinden Doğan İhtiyaç

Sevük’ün dikkat çektiği en çarpıcı noktalardan biri, Osmanlı’nın ait olduğu İslam medeniyetinin, Batı karşısında bir “inhitat” yani çöküş sürecine girmesiyle ilgilidir. Bu çöküş salt askerî ya da ekonomik değildir. Asıl yıkım, zihniyettedir. Bu medeniyet, yaratıcılığını, dinamizmini ve yenilenme ruhunu kaybetmiş; “klişeleşmiş” bir gelenekçiliğe teslim olmuştur. Tam da bu yüzden Batı’nın, Rönesans sonrası Avrupa’nın, özellikle de Fransız kültürünün dinamizmi, Türk aydını için güçlü bir “çekim alanı”na dönüşmüştür.

Sevük’ün kullandığı şu ifade oldukça manidardır: “Bir medeniyet zümresinden yeni bir medeniyet zümresine intikal.” Bu cümle, yalnızca bir estetik tercihi temsil etmekle kalmaz; aynı zamanda bir varoluşsal mecburiyeti de işaret eder. Osmanlı’nın karşı karşıya kaldığı yalnızca Batı’nın üstünlüğü değil, kendi içinden çöküşüdür ve bu çöküşün karşısında doğan edebî arayışlar, bir tür “kendilik muhasebesi” olarak ortaya çıkar.

Bu süreçte göz ardı edilmemesi gereken bir başka önemli gelişme de toplumsal yapının dönüşmesidir. Tanzimat’la birlikte, bürokratik eğitim kurumlarında yetişen yeni bir aydın sınıfı oluşmuştur. Bu sınıf, klasik medrese anlayışının dışına taşan bir bilgiyle donanmış, Batı dillerini öğrenmiş, gazeteyi okuyan, tiyatroyu izleyen, “halk”ı ve “millet”i kavramlaştırmaya çalışan yeni bir insan tipolojisini temsil etmiştir.

İşte bu yeni zümre, edebiyattan da başka bir şey talep etmeye başlar. Artık edebi sahada öne çıkanlar, padişaha yazılmış övgü dolu kasideler değil; halkın dertlerini dile getiren romanlardır, tiyatrolardır. Aşk temalı şiirlerin yerini vatanı yücelten dizeler kurulurken, bireysel hayranlıkla yazılmış metinlerin yerini kolektif bilinç arayışı taşıyan yazılar almaktadır. Bu dönüşüm, Divan edebiyatının estetik kalıplarını aşmayı hedefleyen ve onların ötesine geçme arzusunu içinde barındıran yeni bir edebiyatı beraberinde getirir.

Batı’ya Yöneliş: Taklit mi Temellük mü?

İsmail Habib’in analizinde dikkat çeken bir diğer mesele de Batı’nın, özellikle de Fransız edebiyatının, Türk edebî zihniyetindeki etkisidir. Sevük, bu etkiyi basit bir taklitçilikle açıklamaz. Ona göre, bu daha çok bir medeniyetler arası geçiş sürecidir. Tanzimat yazarlarının çoğu Fransızca öğrenmiş; Lamartine’den, Hugo’dan, Rousseau’dan etkilenmişlerdir. Ancak bu etki, zamanla içselleştirmeye evrilmiş, Batı, yalnızca bir örnek olmanın dışında, aynı zamanda topluma tutulan bir ayna vazifesine dönüşmüştür. Söz konusu ayna, evvel zamandaki gibi sadece güzellikleri değil, hayatın içindeki çirkinlikleri de göstermektedir.

Sevük’ün değerlendirmeleri, bu etkilenmenin dozuna dair zaman zaman eleştirel tonlar sezilse de genel yaklaşım olgucu niteliktedir. Ona göre önemli olan, bu geçişin sağladığı açılımlar ve doğurduğu edebî cesarettir. Bu anlamda Batı etkisi, bir taklitten çok bir sıçrama tahtasıdır.

Sarayın Gölgesinde Mahsur Kalan Bir Edebiyat

Zamanın ruhu değiştikçe kelimelerin yankısı da değişir. Bir çağın estetik kodları, başka bir çağın kulaklarında yankı bulamayabilir. Divan edebiyatı, Osmanlı’nın klasik çağını şekillendiren kudretli bir söylem biçimiydi. Ancak bu ihtişam, XIX. yüzyıla gelindiğinde zamanın ihtiyaçlarına cevap vermekte güçlük çekiyordu. Sevük, bu açmazı derinlikli bir şekilde ele alarak Divan edebiyatını salt biçimsel değil, düşünsel olarak da sorgular.

Ona göre bu edebiyat, bir medeniyetin görkemli ama artık işlevsiz bir hatırası hâline gelmiştir. Şiirin, sanatın ve kelamın anlamı değişmiş; toplum, yeni bir hayat tarzının eşiğinde dururken eski kalıplar, bu hayatı anlatmakta yetersiz kalmıştır. Bu noktada, Sevük’ün eleştirileri sadece bir “eski-yeni” karşıtlığına parmak basmaz, bir edebî paradigmalar savaşına işaret eder.

Onun ilk ve en sert eleştirilerinden biri, Divan edebiyatının toplumsal gerçeklikten kopukluğudur. Bu edebiyat, geniş halk yığınlarının değil, saray çevresinin ve seçkin bir azınlığın estetik ihtiyaçlarına cevap vermek üzere inşa edilmiştir. Şiir, adeta bir zümrenin süsü olmuştur. Oysa bu “en uzun yüzyıl” halkı keşfetme çağıdır. Toplumun sesi duyulmak istenmektedir ve bu ses, ağır mazmunlar içinde boğulan beyitlerde sıkışıp kalmamalı; sade bir dilde ve doğrudan anlatımlarda hayat bulmalıdır.

Anlamın Tutsaklığı: Ağır Dil, Soyut Mazmunlar ve Kalıpların Zinciri

Divan edebiyatının dili, bütün karmaşıklığı ve heybetiyle göz kamaştırsa da bir noktadan sonra iletişimden uzaklaşıp yabancılaşmayı beraberinde getirmiştir. Arapça ve Farsça terkiplerle örülmüş dizeler, halkın anlayamayacağı bir müzikaliteye hapsolmuştur. Bu da şiiri, anlamdan çok formu önceleyen bir yapıya, edebiyatı ise sanatlı söyleyiş uğruna hebaya döndürmüştür.

Sevük bu yapaylığı sert bir şekilde eleştirir. Ona göre sanatı tasannuya, lisanı muammaya, elfazı da manaya hâkim yapmak, edebiyatın asli işlevini unutmaktır. Sanat, halkın duygusuna ve zihnine temas etmelidir. Divan şiiri ise, anlamı çoğu zaman gizleyerek kendini yalnızca bilenlere, anlayanlara açmaktadır. Bir tür estetik aristokrasi görünümündeki Divan edebiyatı, biçimiyle de sınırlayıcıdır. Gazel, kaside, mesnevi gibi belirli nazım şekilleri ve aruz vezni, şairi yaratıcı olmaya imkân tanımaz, kurallara uymaya zorlar. Halbuki Sevük’e göre, yaratıcı deha ancak biçimin sınırlarını aşabildiği zaman kendini gerçekleştirebilir. Divan edebiyatı ise bu cesareti beslemekten çok, bastırır.

Bu anlamda Tanzimat ve Servet-i Fünûn kuşağının hece ölçüsüne yönelimi, yalnızca teknik bir tercihin ötesinde, zihinsel bir başkaldırı anlamı taşır. Türkçenin doğal ritmine uygun olan ölçülerin tercih edilmesi, sadece biçimsel bir reform değil, milletin kendi sesine dönüşüdür.

Mazmunlar Dünyasında Birey Yokluğu

Divan edebiyatında birey kayıptır; belirli tipler, mazmunlar ve ortak imgeler söz konusudur. Her sevgili şuh, her göz “ceylan”, her aşk “mecnunî”dir. Şair kendi duygusunu yansımak yerine, edebî geleneğin öngördüğü duyguları dile getirir. Bu ise bireyin flulaşmasına yol açar. Oysa yenileşme hareketiyle birlikte birey, ilk kez kendi adıyla sahneye çıkacaktır. Bu bireyin duyarlılığı, aşkı, özgürlüğü, vatanı algılayışı farklıdır.

Estetik Gelenekten Kopuş mu, Evrim mi?

İsmail Habib’in yaklaşımı radikaldir. Ona göre bu edebiyat “sükût etmiştir ve sükût etmesi tabiî idi.” Çünkü artık hayat değişmiştir. Bu ifade, estetik bir yargıdan çok, sosyolojik bir tespittir. Edebiyat, hayatın kendisini taşıyamadığı zaman, yerini yeni bir edebiyata bırakmak zorundadır. Bu bağlamda Divan edebiyatının çöküşü, bir yıkım değil, bir geçiştir. Eski, kendi ihtişamıyla uğurlanmakta; yeni, kendi ihtiyaçlarıyla doğmaktadır.

İsmail Habib’in Yenileşmeye Bakışı

Bir toplumun edebiyatı, onun kendine nasıl baktığını, geçmişini nasıl hatırladığını ve geleceğe ne tür hayallerle yöneldiğini gösterir. İşte bu bağlamda İsmail Habib Sevük, edebiyatı, sadece bir estetik meşgale saymaz, aynı zamanda bir zihniyet haritası” olarak okur. Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi adlı eserinde tezkirelerdeki gibi şairlerden, metinlerden söz etmez; aksine, bir çağın ruhunu ve bir millete musallat olan tereddüt ile teceddüt arasındaki gerilimi anlamaya çalışır.

Teceddüt: Edebiyatta Zorunlu Bir Zihinsel Sıçrama

İsmail Habib’e göre teceddüt, bir edebî tercih olmanın ötesinde, hayatın dayattığı bir zorunluluk gibidir. Bu bakış açısı, onu, döneminin çoğu edebiyat tarihçisinden ayırır. Çünkü o, “eski” ve “yeni” ayrımını biçim ya da içerik özellikleriyle açıklamaya değil, bu ayrımı bir medeniyetin ruhu üzerinden temellendirmeye çalışır. Ona göre, bu geçiş yalnızca kurumları değil; aynı zamanda duyarlılıkları, değerleri ve estetik kodları da dönüştürmek zorundadır.

Sevük bu noktada edebiyatı, bir hayat biçiminin aynası olarak konumlandırır. Bu yüzden de Divan edebiyatının suskunluğu, sadece bir türün çöküşü değil, bir çağın sona erişini temsil eder. O çağa ait duyarlılıklar artık işlemez hâle gelmiş; aşkın, varlığın, insanın ve toplumun anlamı değişmiştir.

Eskiden Yeniye Geçiş

Sevük, yeni döneme geçişi “edebî türler değişti” düzeyinde ele almaz. Ona göre bu bir ruh değişimi”dir. Edebiyatın hayatla olan rabıtası yeniden kurulmak zorundadır. Çünkü hayat değişmiş, zaman değişmiş, insan değişmiştir. Divan şiirinde susan birey, Tanzimat’la birlikte konuşmaya başlar: Sezai’nin hikâyelerinde ağlar, Namık Kemal’in yazılarında bağırır, Ziya Paşa’nın dizelerinde itiraz eder.

İsmail Habib’in düşüncesinde Batı etkisi, sıkça yanlış anlaşıldığı gibi yüzeysel bir “benzeşme” değil, bir zorunlu etkileşimdir. Burada dikkat çeken husus, Sevük’ün, Batı etkisini teslimiyetçi bir biçimde benimsememesi; aksine, eleştirel bir bilinçle ele almasıdır. Onun için mesele, Batı’yı aynen kopyalamak değildir; Batı’nın açtığı düşünce yollarında kendi yürüyüşünü kurabilmektir. Bu bağlamda Tanzimat, edebî türlerin ötesinde, entelektüel cesaretin de doğduğu bir dönemeçtir.

İçselleşmiş Teceddüt: Sanattan Topluma Yayılan Bir Dönüşüm

Sevük’ün eserinde özellikle altı çizilmesi gereken kavramlardan biri de “hayatın değişmiş olması”dır. Bu yalnızca bir retorik değildir. Onun analizlerinde edebiyat, bir toplumun değişim arzusunun en erken tezahürlerinden biri olarak belirir. Çünkü edebiyat, belki siyasetten önce, bürokrasiden önce, kendi halkına “başka bir dünya mümkündür” diyebilen ilk alandır.

Ve işte tam da bu noktada, edebî değerlendirmeleri sosyolojik, tarihî ve felsefî bir derinliğe kavuşur. O, “teceddüt”ü bir tür kültürel yenilenme metafiziği olarak yorumlar. Bu, yalnızca kalemle değil, aynı zamanda bilinçle inşa edilecek bir yenilenmedir. Bu durum onun eserini edebiyat tarihi olarak değil; bir medeniyetin yeniden doğuş kroniği olarak okumak mümkündür.

Edebî Teceddüdün Sesleri

Yenilik, hiçbir zaman bir günde gelmez; o, zamana sinen bir sızı gibi önce fikirde başlar, sonra kelimelere dökülür, nihayet gazete sütunlarında, kitaplarda, sokaklardaki mırıltılarda ete kemiğe bürünür. Türk edebiyatındaki yenileşme de böyledir: Bir anda başlamamış, fakat karanlığa düşen titrek kıvılcımların birbirine dokunmasıyla meşaleye dönüşmüştür. Bu kıvılcımlardan ilki hiç kuşkusuz Şinasi olmuştur.

Münferit Başlangıçlar

İsmail Habib Sevük’e göre Tanzimat öncesi dönemde de edebî yapının değişmesine yönelik bazı münferit örnekler mevcuttur. Bunlar, büyük sistem değişiklikleri değilse de klasik Divan anlayışının çatladığını gösteren işaret fişekleridir. Özellikle Akif Paşa’nın hem nesirdeki sade dili hem de şiirdeki klasik anlayıştan uzaklaşma çabası bu anlamda önemlidir.

Sevük, Akif Paşa’yı şu sözlerle selamlar: “Teceddüt edebiyatımızın ilk şairi Akif Paşa’dır. Çünkü nesirde ilk sade, açık, samimi eseri o yazdı ve şiirde Divan edebiyatının ruhundan kurtulmuş ilk numuneleri o verdi.” Bu tespitin alt metninde yatan, dönüşümün bireysel farkındalıkla başladığı ve ancak zamanla kolektif bir harekete dönüştüğü gerçeğidir.

Şinasi’nin İzmihlali ve Ardılları

Ancak Sevük’e göre bu münferit çabalar, henüz sistemli bir değişime dönüşmemiştir. Yenileşme, bir yön ve bir yol haritası aramaktadır. Bu noktada sahneye Şinasi çıkar. O yeni bir edebî anlayışın kurucusudur. Onun en büyük başarısı, bireysel çabaları kolektif bir harekete dönüştürmesidir.

Sevük, Şinasi’yi bir mektebin başöğretmeni olarak değerlendirir. Etrafında topladığı gençlerle –Namık Kemal, Ziya Paşa gibi isimlerle– oluşturduğu çevre, bir okuldan çok daha fazlasıdır: Bu, bir zihniyet değişiminin çekirdeğidir. Şinasi, sadece içerik konusuna yönelmeyip aynı zamanda form ve dil meselesine de eğilmiş, halkın anlayabileceği bir dille yazmanın ehemmiyetini savunmuştur.

Şinasi ile birlikte edebiyat “nasıl yazılır?” sorusundan ziyade, “neden yazılır?” sorusuna da cevap vermeye başlar. Edebiyat bir estetik gösteri olmaktan çıkar, toplumsal bir araca dönüşür. Gazete gibi yeni iletişim kanallarını kullanması da bu yüzden tesadüf sayılamaz. Bu itibarla Şinasi’nin gazetecilik faaliyeti, Tanzimat edebiyatının yalnızca bir edebiyat akımı değil, aynı zamanda bir kamusal bilinç hareketi olduğunu gösterir. Onun kalemiyle edebiyatımıza “hürriyet, millet, kanun” gibi yeni mefhumlar girer. Bunlar, yalnızca Batı’dan ithal edilmemiş; Şinasi’nin zihninde, doğunun eski kelimeleriyle yeniden yoğrularak yeniden anlam bulur. Bu bağlamda Şinasi, modern Türk edebiyatının ilk hakiki mümessili, estetikte ve fikirde kurucu figürüdür.

Şinasi’nin etkisi, yalnızca yaşadığı dönemde değil, sonraki kuşaklarda da güçlü bir yankı bırakmıştır. Namık Kemal’in devrimci coşkusunda, Ziya Paşa’nın eleştirel lirizmi içinde, hatta Servet-i Fünûn’un entelektüel bireyciliğinde dahi Şinasi’nin attığı temellerin izlerini görmek mümkündür.

İsmail Habib, Şinasi’yi “teceddüt edebiyatı hareketinin ilk hakiki vâzıı” olarak tanımlar. Bu ifade, tarihî bir tespit olmanın ötesinde Sevük’ün modern edebiyatın seyrine yönelik kuramsal bir müdahalesidir. Çünkü ona göre, bir edebî dönem yalnızca metinlerle değil, o metinlerin arkasındaki düşünce sistematiği ile başlar. Ve Şinasi, bu sistematiği kuran ilk kişidir.

İsmail Habib’in Yöntemi ve Yenilikleri

Her edebiyat tarihi, salt bir anlatı olarak görül(e)mez; öncelikle bir bakış açısıdır. İsmail Habib Sevük’ün Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi adlı eserine Tanzimat’tan Cumhuriyet’e uzanan bir dönemin yazarlarını sıralayan bir kronoloji gözüyle bakılamaz. Aksine bu eser; bir düşünme biçimini, bir edebî anlayışı ve hatta bir eleştiri ahlakını yansıtan özgün bir metindir. Fakat her özgünlük gibi, bu eser de hem yenilikçiliği hem de eksiklikleriyle tartışmalı bir alan yaratır.

Sevük’ün metninde en dikkat çeken taraf, eser değerlendirmelerinde biçim (üslûp) ve içerik (muhteva) arasındaki ilişkiye verdiği önemdir. O, yalnızca bir metnin ne anlattığıyla değil, nasıl anlattığıyla da ilgilenir. Özellikle Abdülhak Hâmid gibi figürlerin eserlerini incelerken kelime seçimlerinden cümle yapısına kadar ince bir analiz yürütür. Bu yaklaşım, o dönemde edebiyat tarihçiliğinde henüz yaygınlaşmamış olan close reading (yakın okuma) yönteminin yerel bir izdüşümüdür. Sevük, her ne kadar sistematik bir yöntem geliştirmese de sezgisel biçimde edebî eleştirinin temel ilkelerine yaslanır.

Edebî Hafızayı Canlandırma

İsmail Habib’in değerlendirmelerinde çok sık kullandığı bir yöntem de doğrudan metinden alıntı yaparak tahlil etmektir. Onun bu yaklaşımı, yalnızca okuyucunun ilgili eseri tanımasını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda estetik bir duyuş biçimini aktarmayı hedefler. Şiirden yapılan alıntılar aracılığıyla, yazarın sezgisel ve duygusal dünyasına nüfuz etmeye çalışır.

Bu, bir tür edebî empati kurma çabasıdır. Şairin metniyle değil, kalbiyle konuşmaya çalışmak; sözcüklerin ardındaki sesi duyabilmektir. Böylece edebiyat tarihi kuru bir bilgi aktarımı olmaktan çıkar, yaşayan bir hatıraya dönüşür.

Sevük’ün eser incelemelerinde öne çıkan bir başka yaklaşım ise, sanatçının hayatı ile eserleri arasında doğrudan bağ kurmasıdır. Recaizade Ekrem’in melankolisini evlat acısıyla, Namık Kemal’in heyecanını politik mücadelesiyle, Abdülhak Hâmid’in romantizmini trajik kişisel hayatıyla ilişkilendirmesi buna örnektir.

Bu yaklaşım, modern eleştiri kuramlarının eleştirdiği ‘biyografik indirgemecilik’e yaklaşsa dE Sevük’ün amacı hayatın edebiyattaki izdüşümünü yakalamaktır. Onun gözünde edebiyat, hayatın inkârı değil, onun farklı bir yüzüdür.

Sevük’ün bir diğer yenilikçi yönü, sanatçıları yalnızca kendi bağlamlarında ele almakla yetinmemesi; onları diğer sanatçılarla mukayese ederek değerlendirmesidir. Namık Kemal’in nesrini Şinasi ile, Hâmid’in üslubunu Ekrem’le karşılaştırması, sadece bireysel farkları ortaya koymakla kalmaz; aynı zamanda edebî evrimi haritalandırır.

Bu yöntem sayesinde okuyucu, yalnızca bir yazarı tanımakla kalmaz; dönemin edebî iklimine dair de kapsamlı bir fikir edinir. Bu bağlamda Sevük’ün metni, edebî panoramanın ötesine geçerek aynı zamanda analitik bir diyagram işlevi görür.

Satırlarda Yankılanan Ses: “Ne Dediler?”

1925’te yayımlanan Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi, beş yüz elli sayfayı aşkın hacmiyle dikkat çekerken yalnızca bir kronoloji sunmuyordu; aynı zamanda Cumhuriyet’in edebî zihniyetini inşa edecek bir tasavvur barındırıyordu. Fakat her büyük eser gibi buna da mızraklar doğruldu. Bazı yazarlar metnin tarihî doğruluğunu sorguladı, kimileri üslûbunu sert buldu, kimileri de metodolojisinin eksik yanlarını dillendirdi. İşte bu eleştiriler, yeni bir metnin doğmasına vesile oldu: Neler Dediler? Bu kitap, sadece bir savunma metni değil, aynı zamanda eleştiri kültürünün edebî bir ilanı hâline geldi.

Eleştiriye açıklık, bir edebiyat tarihçisini yalnız rasyonel bir incelemeciden çıkarıp dile ruh katan bir sanatçıya çevirir. Sevük’ün kalemi, hataları olduğu gibi ortaya koyan mürekkep darbelerine dönüşür. Bu estetik tutum, metni kuru bir akademik analizden alıp canlı bir diyaloga taşır. “Eser sahibini tenkit etmektense eserin kendisini tenkit ediyorum,” diyen Sevük, şahsı aşan bir edebî mücadeleye soyunur. Kusurların üstünü örtmek yerine onları parlatır. Böylece edebiyatın geçmişi, geleceğe ışık tutan berrak bir su yüzeyi gibi yansır. Sevük, millî kimliği inşa ederken eleştiriye kapıyı aralayan bir ütopyacıdır. Sadece 1928’in değil, bugünün metinleri arasında da yankılanan bir ses olarak Sevük’ün samimiyeti ve estetik cesareti, metni, şeffaflıkla doldurur.

Aksaklıklar ve Eksiklikler

Ne var ki her kurucu çaba gibi Sevük’ün yöntemi de eleştirilerden azade değildir. Özellikle Nezahat Özcan ve Mehmet Nurdağ gibi isimler, onun değerlendirmelerinde tutarsızlıklar, öznel tercihler ve sistemsizlik gibi problemler olduğunu vurgular.

Sevük, bazı sanatçılar için ayrıntılı alt başlıklar kullanırken bazılarını çok daha yüzeysel geçer. Bir sanatçıya 130 sayfa ayırırken diğerini birkaç paragrafla geçiştirir. Bu, nesnellikten uzaklaşma ve yapısal dengesizlik olarak değerlendirilir. Kendisi de bu durumu ironik bir biçimde şöyle savunur: “Ne yapayım ki bu kitapta o yeri ona yazan vermedi, yazılan kendi yerini kendi aldı.”

Eserde Tanzimat ve Servet-i Fünûn dönemleri son derece detaylı biçimde incelenirken Millî Edebiyat ve Cumhuriyet dönemine az yer verilmiştir. Bu dengesizlik, modern edebiyat tarihçiliği açısından ciddi bir problem teşkil eder. Özellikle günümüz edebiyatının daha az sistemli ele alınması, okuyucunun çağdaş edebiyatla bağ kurmasını zorlaştırır.

Şiire olan yoğun ilgiye karşın, roman ve hikâye gibi türlerin arka planda kalması da eserin başka bir zaafıdır. Sevük, her ne kadar Abdülhak Hâmid’in tiyatrolarını ve Servet-i Fünûn nesrini ele alsa da bu değerlendirmeler şiire göre daha sönük kalır. Hâlbuki teceddüt süreci yalnızca şiir üzerinden değil; roman, hikâye ve gazetecilik üzerinden de okunmalıdır.

Yine de tüm bu eleştirilere rağmen, Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi, Türk edebiyatçılığında bir kırılma noktasıdır. Bu eser, yalnızca Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki edebiyatı betimlemekle kalmaz; aynı zamanda bu yeni devletin kültürel altyapısını inşa etmede etkin bir rol üstlenir. Sevük’ün kronolojik, seçmeci ve amaç odaklı edebiyat tarihi anlatımı hem millî bir kanon oluşturmayı hedefler hem de bu kanon üzerinden kimlik inşasına yönelir.

İsmail Habip Sevük’ün kalemi, sadece bir edebiyat tarihini değil, bir milletin kendi kendini anlamaya çalıştığı sancılı süreci kaydeder. Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi bir zihniyetin, bir ruhun, bir yönelişin haritasını çizer. Bu çaba, hiç kuşkusuz XIX. yüzyıl sonlarında ve XX. yüzyıl başlarında Avrupa’da yükselen “millî edebiyat” tarihçiliğiyle aynı damardan beslenir. Almanya, Fransa, İngiltere nasıl kendi milletlerinin kültürel kimliğini edebiyat aracılığıyla şekillendirdiyse; Sevük de benzer bir misyona soyunur: Türk milletinin karakterini, hafızasını ve geleceğe dair tahayyülünü edebiyat üzerinden inşa etmek.

Divan edebiyatının tarihin tozlu raflarına kaldırılması ve halk edebiyatının kimliğin yegâne sesi ilan edilmesi, bu teleolojik yaklaşımın açık bir yansımasıdır. Edebiyat, böylece yalnızca gelişen ve olgunlaşan bir olgu gibi sunulur. B. Anderson’ın “hayalî cemaatler” tabiri göz önünde tutulduğunda, Habip Sevük’ün yaptığı yalnızca evvel zamanı yazmaktan ibaret değildir; millî bir ülkü hayal etmektir.

Sonuç Niyetine: Edebiyatın Tanıklığında Kültürel Bir Tahayyül

Her çağ kendi ruhunu doğurur; o ruh kelimelere siner, mısralara yansır, cümlelerde can bulur. Türk edebiyatı da XIX. yüzyılda böyle bir ruh devrimi yaşamıştır. Bu devrim yalnızca yeni türlerin, yeni biçimlerin ortaya çıkışı değil; daha da ötesi, eski dünyayı sorgulayan ve yeni bir dünyanın tasavvuruna yönelen bir bilinç sıçramasıdır. Bu dönüşüm, bireyin, toplumun ve milletin yeniden inşasıdır. İşte bu noktada İsmail Habib Sevük hem bir gözlemci hem bir müdahil olarak karşımıza çıkar.

Sevük bu eserde, edebiyatı yaşayan bir varlık gibi düşünür. Değişen hayatın içinde, edebiyat da değişmek zorundadır. Bu yüzden onun gözünde Divan edebiyatı varoluşsal açıdan da iflas etmiş bir yapıdır. Yerini, yeni bir söylem, yeni bir ruh, yeni bir dert edinme biçimi almalıdır.

Onun yaklaşımı, geçmişi anlama gayretinden ziyade bugünü ve geleceği kurma çabasıdır. Çünkü edebiyat; bir toplumun aynası olmaktan çıkıp ona yol gösteren bir pusula haline gelir. Tanzimat’tan itibaren bu pusula, Batı’ya yönelir; fakat her adımda yerli olanla yüzleşir. Bu yüzleşme zaman zaman sancılı, zaman zaman yaratıcı olmuştur. Şinasi’nin dil devriminden, Namık Kemal’in hürriyet hayaline; Abdülhak Hamid’in şekil arayışlarından, Ziya Paşa’nın ikircikli politik estetiğine kadar devam eden bu serüven, bir kimlik kurma arayışının edebî sahadaki iz düşümüdür. İsmail Habib’in katkısı ise bu karmaşık süreci yalnızca belgelemekle kalmayıp ona bir yorum kazandırmaktır. O, olayların tarihini değil, anlamını yazmaya çalışır. Sanatçıyı yalnızca ürünleriyle ele almaz; hayatı, karakteri ve yaşadığı çağla birlikte değerlendirir. Bu yönüyle onun edebiyat tarihi yazımı, klasik ansiklopedik yaklaşımların ötesine geçerek kültürel bir panoramaya dönüşür.

Elbette bu panoramanın kusurları da vardır. Bazen fazlasıyla öznel, bazen metodolojik olarak eksik, bazen de dönem hassasiyetlerine çok bağlı… Ancak tüm bu aksaklıklara ve eksikliklere rağmen, Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi bir dönüm noktasıdır. Çünkü bu eserle birlikte edebiyat, ilk defa “ne yazıldı?” sorusuyla değil, “neden ve nasıl yazıldı?” sorularıyla birlikte ele alınır hâle gelir.

Netice olarak Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi, geçmişi kaydetmekle yetinmeyen, geleceği şekillendirmeyi de amaçlayan bir metindir. Bu itibarla, bir edebiyat tarihinden çok daha fazlasıdır: Kültürel bir manifesto, bir millî ülkü tahayyülü, bir kimlik inşası hikâyesidir.

Bugünden geriye bakıldığında İsmail Habib’in çabası bir tespitin ötesinde, bir uyarı niteliğindedir. Edebiyat; değişen hayatın nabzını tutmadıkça kendi varlığını sürdüremez. Bu nedenle teceddüt, yalnızca geçmişin hikâyesi değil; geleceğin de sürekli çağrısıdır ve o çağrıya en önce kulak verenler her zaman şairler, yazarlar, eleştirmenler ve onları anlamaya çalışan kalemler olacaktır.

KAYNAKÇA

(1) ANDERSON, B. (2020). Hayalî Cemaatler, İstanbul: Metis Yayınları.

(2) ÇETİŞLİ, İ. (2007). “İkinci Meşrutiyet Döneminde Ortaya Çıkan Fikrî, Siyasî Hareketler ve Türk Edebiyatın Yansımaları”. II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı içinde. Ankara: Akçağ Yayınları.

(3) GÜNGÖR, B. – Hasan SAKIN. (2023). Yeni Türk Edebiyatı Tarihi -Bir Tarihsel Panorama-. Ankara: Paradigma Akademi Yayınları.

(4) IŞIK, İ. (2002). Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi, Ankara: Elvan Yayınları.

(5) KARADUMAN, O. (2023). Erken Dönem Cumhuriyet Döneminde Bir Edibin Gözünden Yurt ve Turizm: İsmail Habip Sevük Örneği, Anatolia: Turizm Araştırmaları Dergisi, Cilt 34, Sayı 3: s.215-229.

(6) NURDAĞ, M. (2010). Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi ve Yeni Türk Edebiyatında Edebiyat Tarihçiliği, [Yayımlanamış yüksek lisan tezi], Samsun: Ondokuz Mayıs Üniversitesi.

(7) ÖZCAN, N. (1999). İsmail Habip Sevük -Hayatı ve Edebiyat Tarihçiliği-. [Yayımlanmamış doktora tezi]. Ankara: Gazi Üniversitesi.

(8) SEVÜK, İ.H. (1340/1924). Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Matbaa-ı Âmire.

(9) TANPINAR, A.H. (1992). “Dostum İsmail Habib”, Edebiyat Üzerine Makaleler [haz. Z. Kerman], İstanbul: Dergâh Yayınları. s. 434-438.

(10) YALÇIN, M. [Ed.] (2010). “İsmail Habip Sevük”. Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, C. 2, Yapı Kredi Yayınları, s. 913-914.

(11) YÜCEL, H.Â. (1954). “İsmail Habip”, Cumhuriyet, İstanbul: 21 Ocak 1954.

Bu yazı ne kadar faydalıydı?

Puan vermek için bir yıldıza tıklayın!

Ortalama puan 0 / 5. Oy sayısı: 0

Henüz oy yok! Bu yazıyı ilk siz değerlendirin.

Bu yazıyı faydalı bulduysanız...

Bizi sosyal medyada takip edin!

Bu yazının sizin için faydalı olmamasından dolayı üzgünüz!

Tell us how we can improve this post?