
Bu incelememizde, Şeyh Bedreddin-Timur-Beyazıt üçlemesinin içine girecek, âdeta onlarla at koşturup, kılıç kuşanıp gönüller fethetme gayretinde olacağız. Beyazıt’ın çocukluğuna, Osmanlı’da şehzade eğitimine, dönemin siyasî-sosyal şartlarına değinen Bu Atlı Geçide Gider ile karakter-sahne incelememizin besmelesini çekelim.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
Bu Atlı Geçide Gider
Bu eserin ilk sahnesinin ilerleyen kısmında Demirci Boran Usta, yeni yaptığı topu denemektedir. Beyazıt’ın bile tüm nefesini ciğerlerine toplatacak bir sestir bu. Öyle bir sesti ki semayı yırtarcasına, dağları alaşağı edercesine yankılanmıştır. Birini mi çağırmıştır yoksa varacağı yeri bilir gibi bir hâli mi vardır? Bilinmez. Ama birileri bu seste sanki onca varlığın içinden kendileri çağrılıyormuşçasına uyanmış ve yanıp tutuşmaya başlamıştır. İşte onlardan biri “Destur ya Allah” nidasıyla atına atlamış, dörtnala geçide doğru koşturmaya başlamıştır. Beyazıt kendisiyle beraber böylesine geniş bir yükü taşıdığının farkında mıdır? Bu yükün farkında değilse bile aynı Somuncu Baba’nın somunları gibi piştikçe farkına varacaktır. Bu farkındalık Beyazıt’ı Beyazıt yapacaktır. Peki, iki Beyazıt arasında ne fark vardı?
Yürek ve akıl ilişkisindeki dengesizlik buradaki temel etken diyebiliriz. Akıl, sorgulamaya meyillidir; temkinlidir, tedbir ister. Ama dizginleri kendi eline alırsa insanı dipsiz kuyulara çeker. İnsan ne kadar tedbir alırsa alsın, belasız ve musibetsiz bir hayat geçiremeyecektir. Çünkü meşhur bir sözde de geçtiği gibi: “Anladım ki beyhude imiş, fazlaca tedbir eylemek. Bir kulun kârı değildir, takdir-î tebdil eylemek.” Aklın almak istediği tedbirin ucu bucağı yoktur ve bu temkinli hâli çoğu zaman insanı yapmak istediklerinden alıkoyar.
Yürekse heyecanı uçlarda yaşamayı sever, yerinde durmak bilmeyen haşarı bir çocuktur adeta. Yüreğin ani parlamalarının büyük tesirleri olabilir. Babası Murat Han’ın Beyazıt için korktuğu da budur. Bu ani parlamalar, doğru istikamette yakalanmalıdır. Yıldırım olmak gerektir ama yıldırım tavını bulmadan düşerse kendine sıçrar, kendi canını yakar. Beyazıt’ın da bunca yükle geçide giden aklı, yüreğine esirdir. Yüreği emreder aklına: “Koşmalısın, alabildiğine hızlı koşmalısın, o kadar hızlı koşmalısın ki geçip gittiklerin oradan geçtiğini bile fark etmemeli.” Oysa hızlı koşmasa da varacağı yer aynı değil midir?
Mühim olan bu ikisi arası dengeyi sağlayabilmektir. Akıl olmadan yürek, yürek olmadan da akıl yarımdır. Akılla yürek birbirine emretmeyi bırakır da ne zaman bir bütünmüşçesine hareket ederse o vakit asırlar sonrasına bir şeyler kalabilir. İki Beyazıt arasındaki fark da budur: İlk Beyazıt, aklını yüreğine esir etmiş; ikinci Beyazıt, aklı ile yüreği arasındaki dengeyi kurabilmiştir.
Şimdi ilk sahnenin ilerleyen kısmına geri dönüp bu kadar canı yerinden hoplatan sesin kaynağına gelelim isterim. Topların dervişi olan Demirci Boran Usta, aynı elindeki top gibi patlamaya hazırdır. Damarlarında kan değil, heyecan seli vardır. Boran Usta, akıl ile hareket etmek için bu sele set çekmek zorunda mıdır? Hayır, değildir çünkü Nizâm-ı Âlem iddiamızı canlı tutan bu seldir. Fakat bu selin önüne su kemerleri yapmak gerekir. O heyecan seli, akması gereken yere düzgünce akmalıdır. Böyle olduğu zaman; yeşermedik ağaç, suya doymamış toprak kalmayacaktır.
“Dervişlik yapmaktır, ben yakıp yıkmayı düşündüm.” diyen Boran Usta dervişliğin yapmak olduğunu bildiği hâlde ürettiği toplarla neyi, ne için yıkacaktı?
Türkler var olduğundan beri Nizam-ı Âlem için gerektiğinde en yakıcı ateşlerden bile daha yakıcı olmuştur. Zalimi yakmak gerekir. Türk bilir ki küfür affedilebilir fakat zulüm asla. Türk’ün düşmanı zulümdür. Türk’ün kanı donar, olduğu yere çakılıverir, gözü döner duyduğu anda. Sonu kendi öz varlığından vazgeçmek bile olsa zulme karşı dimdik durur, mazlumun yanındadır. Birisinin ta uzaklarda eziyet çekmesine gönlü el vermez. Boran Usta’nın yaptığı top da zalimi yakıp yıkacaktır.
Romanın ilerleyen sayfalarında, her şeyde bir hikmet olduğu gibi Beyazıt’ın geçide gitmesinde de bir hikmet vardır. Esasen bu geçit, mecaz anlamdadır. Ancak ne fark eder? Beyazıt, bir gün, daha sonra asra damga vuracak arkadaşlarıyla birlikte bir geçitten geçer ve o geçit, Osmanlı’nın dönüm noktası olur. O geçitte yüklenir, heybesi dolar. Öyle ki onun heybesinden taşanlardan, romanın ilerleyen kısımlarında, biz de nasipleneceğiz.
Nasiplenmeden önce; ezelden hâle, hâlden ebede Türk varlığını bir ev olarak düşünelim. Bu evin taşları ise Çiçi Yabgu, Mete Han, Alparslan, Fatihten ve daha nicelerinden olsun. Beyazıt da pek tabii bu duvarın bir yerine görevini yerine getirmek için konulmuştur. Acaba Beyazıt’ın görevi nedir?
Onun görevi; orada o boşluğu kapatmak, öncekileri tamamlamak, daha da ileride konacak taşlara dayanak oluşturmak yani bir nevi tekâmülü sağlamaktır. Kendini öncekilerden münezzeh görürse boşlukta kalır. Kendini sonrakilerden de münezzeh görmemelidir ki ölümsüz olabilsin. Mühim olan taşların evimizde tek tek varlığı değil onların bir bütünlük arz etmesidir. Bu evden yazımızın ilerleyen kısmında da bahsedeceğiz.
Alparslan’ı Alparslan yapan Sav Tekin’dir, Sarı Hoca’dır, Afşın’dır ve daha niceleridir; Osman’ı Osman Bey yapan Şeyh Edebalı’dır, Ebe Kadın’dır, oğlu Alaaddin’dir ve daha nicelerdir. Yani onlar bir çınarsa onların suyu bu kişilerdir ve bu kişilerden onlara süzülen değerlerdir. Hangi Bey bu can suyundan mahrum kalırsa çürür, düşmanların ufacık tekmesiyle parçalanır gider.
Gelelim lafımızın varacağı yere… Beyazıt’ı Beyazıt yapan da Murat Han’dır, İne Bey’dir, Yakup Bey’dir, Doğan’dır ve daha niceleridir. Yani aynı atlıyla o geçide gittiği yoldaşlarıdır. Biz burada Doğan’dan bahsedeceğiz. Doğan’la Beyazıt’ın ilk karşılaşmasını yine o ortamdaki İne Bey’in ağzından anlatmak istiyorum:
“Bey’imle geçitten çıktık. Belki de başka bir geçide sürdük atlarımızı. Bey’imin atında bir huysuzlanma var ki akıllara zarar. Hasta olanın doktor ayağına gelirmiş ya bir çeşmenin yanına vardık. Tevafuk ki Doğan diye bir yiğit orada. Sonradan öğrendim ki at bakıcısıymış. Ufacık tefecik boyuyla koskoca atlara bakar ha. Şaştım doğrusu. Gerçi Bey’imle aynı yaşta. Akıl yaşta değil başta derken boşuna dememişler. Neyse uzattık lafı affola. Bir insan bir canlıyı hissetse ancak bu kadar hissedebilir. Atın canı yandığına sanki kendi canından can gider gibi bir hâli var Doğan’ın. Tez elden hayvanın rahatsızlığına bakmaya başladı. O ara Doğan’a çok mu daldım ne, bir baktım ki Bey’im o her daim üstünde taşıdığı Beylik edasını asmış ilerideki ağaca, Doğan’ın dediklerini yapıyor. Kendimden utandım, Doğan’ın dediklerini yapmak için atılmama kalmadan Bey’im öyle bir baktı ki… O saatten sonra anladım ki Bey’im Beyazıt, Doğan olmuştu, Karabudun olmuştu… Hırkasını çıkardığı vakit dünya dertlerinden sıyrılıyordu. Doğan kendisine her ‘Gardaş’ dediğinde yeniden can buluyor, havalara uçuyordu adeta. Ama Beyazıt Bey’di o. Beylik hırkasını giymek zorundaydı. Her ne kadar ağır da olsa onu taşımak Tanrı’nın ona verdiği bir sorumluluktu. İş bittikten sonra istemeye istemeye de olsa giydi o hırkayı. Doğan’a kendisinin bir Bey olduğunu açıklamadı, daha doğrusu açıklamak istemedi.”
Doğan’la tanıştıktan sonra Beyazıt Bey artık eski Beyazıt değildir. Beyazıt, kendisini ilk defa dünyada yalnız hissetmemiştir. Biri daha vardır dünyada, onunla aynı havayı soluyan, aynı suyu tadan… Yani Beyazıt, Doğan’la tamamlanmış gibi hissetmiştir.
Kişinin kendisine tanınan her hak, beraberinde bazı sorumluluklar getirir. Bu dengedir. Osman Bey’in göğsünden çıkan çınar ilk zamanlar fideydi, ufaktı yani Beylikti. Bununla beraber ihtiyaçları da ufaktı. Büyüdükçe ihtiyaçları arttı. Bu ihtiyaçların karşılanması onun hakkıydı, yoksa ölecekti. Can suyu zaten Türk milletinin değerleri olduğundan o çınar bundan bir güzel nasiplendi, hakkını almış oldu. Bununla beraber sorumlulukları arttı.
Bu sorumlulukları yerine getirmek çok kolay değildi. Bazen kardeş katli gibi ağır fedakârlıkları da beraberinde getirdi. Devlet-i Aliyye Osmaniye’nin bekâsı için kendi öz kardeşinden vazgeçmeyi göze almak gerekti. Yani kendi canından, kendi kanından olanın canını almak… Murat Bey’in korktuğu ama içten içe olacağını bildiği, hatta öldürüleceğini bile bile aslanlar gibi döğüşen Yakup Bey’in bile bildiği o acı gerçekti bu. Beyazıt Han’ın aynı günde hem baba hem de kardeş acısını tatması da bu sorumluluktan doğmuştu. Bu kadar acı, bu kadar yük neden? Hepsi kutlu bir dava: Nizam-ı Âlem için. Kardeş katli olmadığı zaman ne gibi olaylar olacağını ileride daha net göreceğiz.
Bir atlı geçide gitmektedir… Bu giden atlının ve gittiği geçidin ne olduğunu sonraki kısımda anlatalım. Hû diyelim ve bir nefes edasıyla muhabbete devam edelim.
Geçitteki Ülke
Sepetçioğlu, romanına bir sevdayı hissetmekle başlar. Bu sevda, tazeliğinin baharındaki Alanur’la yeniyetmeliğinin heyecanındaki Doğan arasındadır.
Bazı gönüller daha tanışmadan aşk şerbetine bulanmıştır. Alanur ve Doğan birbirlerini belki bir ya da iki defa görmüşlerdir ama onların gönülleri o şerbetten içmiştir bir kere. O şerbetin verdiği esrik hâldeyken Doğan, bir dost selamına uyup Beyazıt Bey’inin peşinden adeta bir doğanmışçasına uçunca Alanur’unun kolu kanadı kırılır. Tazelik çağında kara sevdaya düşmek mi? Tüm renkler soldukça solar, canlılığını yitirir, tüm kuşlar o günden itibaren acıklı ötmeye başlar. Bu ayrılık tek bir şeye yarar: O da Alanur’un her zaman işlemek için bin bir emek harcadığı halısına. Ayrılığın acısıyla Alanur, halısını işlemeye daha çok vakit ayıracaktır.
Halıdır bu. Bazen işlenmek için bahane arar, ister ki işleyen eller dolu olsun. Boşuna çalmasın rengi üstüne, dokunan eller iş olsun diye ilmek atmasın üzerine. Bu sefer de bahanesini Alanur’un Doğan’ına kavuşamamasında bulmuştur. Alanur’la Doğan vuslata erememiştir ama halısı Alanur’una kavuşmuştur. Öyle bir kavuşmuştur ki Alanur’un ömrü halının ipliği olmuştur, üstüne çaldığı renklerse yüreği… Uzun lafın kısası halı işlendikçe Alanur tükenir. Halı ve Alanur’un ahvalini romana bırakıyorum. Çünkü bu sevda Sepetçioğlu’nun anlatımında güzeldir.
Bu bölümün girişinde neden sevdayı hissetme tabirini kullandım? Sevda yaşanılabilecek bir şey değil mi? Bu kullanım daha iyi olmaz mı? Bu soruları naçizane cevaplayalım: Hissetmek… Baştan ayağa hissetmek… Tabiatı, yaşamayı, mâşuğu hissetmek… O kadar hissetmek ki akan gözyaşının gönle doğru aktığını hissetmek… Hatta gönle akan gözyaşlarıyla yaşamanın kuru formüllerini ıslatmak… Yaşamın alışkanlıklarına, altı boş kalmışlıklarına mânâ yükleyerek, onları Allah rızası gibi kutlu bir amaçla hissetmek… O kadar ki düğünde oynadığın zeybeğinle, aynı tasa daldırdığın kaşığınla, göçtüğün yaylanla, söylediğin ninninle hissetmek… Dokunan kilimdeki her rengiyle bir hasreti, her ilmeğiyle bir özlemini, her motifinde bir sevdasını, dost selamını, ana yüreğini ve daha nicesiyle daha nicesini hissetmek… Tüyü bitmemiş heyecanlarını yaşamakta olan bacılardan, koca koca yürekli analarca hissetmek… İşte böyle bir hissetmek gerçek mânâda yaşamanın temelidir, gerçek yaşam ancak hisler üzerine kurulabilir, hisle anlam bulur. Bu Türk’ün irfanıdır. Alanur ise bu irfanı tazecikliğinin baharında acı da olsa tadanlardandır.
Gelelim başka bir bahse. Kafamızda bir elma ağacı tasvir edelim. Bu elma ağacı her sene, bir sonraki seneye daha fazla vereyim diye çabalar durur. Çünkü başkasına fayda vermenin mutluluğunu tatmıştır. Gerçekten de sonraki hasatta daha da artar meyvesi, bir sonrakine daha daha derken artık meyveler dallarına ağır gelir. O bu durumdan çok mutludur. Ama bir karar vermek zorundadır ya dallarını ağırlığın akışına bırakıp eğecek, bu şekilde diğerleri meyvelere daha rahat erişebilecek ya da dallarını o ağırlığa rağmen dimdik tutmaya çalışacak, kendisinden taviz vermeyecektir. Bu yol ayrımında iki tür ağaç vardır: Bir ağaç başkaları faydalansın diye meyve verecektir. İkinci ağaç ise meyvelerine sahip çıkacak, “bu meyveler benim” diyecek, onlarla daha güzel hissettiği için duruşundan taviz vermeyecektir. İkinci ağaç böbürlenerek dalını o kadar dik tutmaya başlayacaktır ki meyveyi alan, meyveyi aldığına bin pişman olacaktır. Halbuki ağaç, meyvelerine sahip çıksın diye değil meyvelerini versin diye yaratılmıştır. O eğilmedikçe dal dolacak, dolacak ve en sonunda çat! Ne güzelliğinden ne faydasından bir eser kalacaktır. Ağaç sanacaktır ki bir rüzgâr geldi, kırdı dalını. Ama bilmez ki bunu tabiata karşı gelmesi yapmıştır.
İnsan o ağaçtır, dalını eğip eğmemesi de benlik duygusuyla ilgilidir. İnsan; benlik duygusuna kapılmamalı, ürettiklerini sahiplenmek için kendini kaybetmemeli, gerektiğinde eğilmelidir. Kişi; tabiata, çevresine, diğerlerine bakmalı; öğrenmeli ve bilgiyle dolmalıdır. Yüklendiği bilgiler kendisine alçak gönüllülük vermezse ve kişi halka ulaşmak için eğilmezse, en sonunda kırılacaktır. Bu anlamda iki tür insan vardır.
Gelelim romana. Dalabilene hakikat bir ummandır. Somuncu Baba da Bedrettin de bu ummana dalmıştır. Somuncu Baba bu ummanın genişliğine baktıkça kendinden geçmiş, her zerresini ummanda kaybetmiştir yani vardan geçerek yok olmuştur. Az önce bahsettiğimiz ağaçlardan birincisi Somuncu Baba’dır. Bilir ki kendisindeki bilgiler kendisinin değildir. Dallarını eğerek, önündeki nasiplense de nasiplenmese de görevini yapmaktadır. Su arkı, su akıttığı için yorulur mu? Aynı hesap işte. İkinci ağaç ise Bedrettin’dir. Bedrettin de hakikat ummanına baktıkça kendinden geçer ama tek bir farkla: Bedrettin sanır ki onca damla kendisinindir, kendi gözüyle görür, kendisi keşfeder yani umman kendisidir. Bedreddin’e neler olduğunu darağacında göreceğiz.
Ecevit romanda derinlemesine işlenen başkaca bir karakterdir fakat biz sadece bir özelliğinden bahsedeceğiz. Ecevit daha küçüklükten hırsızlığa, kaçmaya başlamış, yeniyetmelikten buna alışmıştır. Ama çaldıkça çaldığına, kaçtıkça kaçtığına, kendi vicdanına yani Osmanlı’sına yaklaşmaktadır. Hani Türk’ün bir irfanı vardır ya: Biz tohumu atalım, bitmezse toprak utansın. Ecevit, Osmanlı’dan kaçarken Osmanlı’nın bu irfanından istemsizce o kadar nasiplenir ki… Ecevit ölecek olur, Türk kurtarır; her şeyi altüst olur yine Türk kurtarır, Albız alsın ne Türk’müş arkadaş (!) Ecevit, atılan tohumların bitmemesi için durmadan çalar, kaçar, yağmalar, her bir kötülüğü işler ama Türk uslanmaz. Attıkça atar tohumu. Onun bitip bitmemesi artık Hakk’ın elindedir. Çünkü tohum atmak Türk’ün görevidir. Nihayetinde Ecevit’e atılan tohum da öyle bir biter ki hiç solmaz. Gerisini anlatmak benim haddime değildir. Çünkü Sepetçioğlu her zerresiyle Ecevitleşmiş, anlatırken biz okuyucuları bile Ecevitleştirmiştir.
Romanın ilerleyen sayfalarında Doğan Bey, Niğbolu’ya girmiş ve girdiği andan itibaren elindeki Türk damgasını Niğbolu’nun her bir tarafına vurmaktadır. Göreni imrendiren bu damgayı gören bir daha gitmeyecekmişçesine gönlünü Osmanlı’ya bağlamaktadır. Kendilerinden olanı bile böylesine hayran bırakan Osmanlı’ya kinlenen küffar ordusu, yönünü Niğbolu’yu çevirmiştir. Yedi farklı dil, yedi farklı kafa ortak düşmana karşı birleşmiştir. Çok kısıtlı imkanlarla günlerdir Niğbolu’yu savunan Doğan Bey ise sanki yıllardır bu savaşın içindeymişçesine zor durumdadır. Günler geçtikçe Beyazıt’ın gelmesine bağladığı umudu tükenmekte, böyle giderse de adı gibi bildiği ölüme, kendinden misli misli fazla olan düşmana saldıracaktır. Çünkü ne Niğbolu’da yeterli miktar malzemesi ne de yeteri kadar sabrı kalmıştır. Tam o anda bir sesle irkilir. “Bre Doğan, bre Doğan! Nicesin?” Bu ses sonrası Niğbolu Savaşı kazanılmış, Beyazıt, adeta yıldırım olup Doğan’ına yetişmiştir.
Hikâyenin bu kısmını anlatmamın sebebi kapana sıkışmış ve çok sıkıntılı süreçlerden geçen Niğbolu’yu, şimdiki Türk milletinin haline benzetmemdir. Dört bir yanımızı çeviren yedi başlı düşman, bizi zerre yansıtmayan ideolojiler ve memleketimizdeki sıkıntılar adeta Haçlı ordusu gibidir. Milletimizin kendine olan imanı ise Niğbolu’da tükenen malzeme ve sabırdır. Bugün türlü akımlarla, ideolojilerle benliğimiz unutturulmakta hatta benliğimiz, kendi elimizle aşağılanmaktadır. Belki tarihteki Niğbolu Savaşı, zaferle sonuçlandı ama bu manevi savaşımız zaferle sonuçlanamayacaktır. Bu hikâyedeki umut olan Beyazıt Han, Türk milliyetçileridir. Tek bir umudumuz var! Bu umudu diri tutmak için dört bir elden çalışmalıyız. Yoksa benliğimizi, kimliğimizi inkâr etmenin lütuf olduğu bir döneme gireceğiz.
“Beyazıt, Timur, Karamanoğlu. Bu iki buçuk devin bir vakitte yaşamış olması Türkmen’in kötü talihidir.” Sepetçioğlu romanda böyle der. Eğer farklı tarihlerde bu insanlar gelmiş olsa daha farklı şeyler konuşulabilirdi ama Tanrı bundan da ders çıkarmamızı istemişse baş göz üstüne. Beyazıt Han küffara vurmanın verdiği özgüvenle daha Batı’ya gitmektedir. Timur ise yenilmez olmanın verdiği heyecanla Doğu’ya ilerlemektedir. Karamanoğlu ise elindeki Selçuklu mirasından kaynaklı “Bey, ben olmalıyım ben!” şaşkınlığında kafasını vuracak taş aramaktadır.
Geçit; ucu bucağı olmayan uçurumları, aşağıya baksan nice yarım kalmış hayatları, içine vardın mı belki de kendini dahi unutacağın sapa yolları olan yerdir. Bir atlı geçide doğru koşmaktadır: Yıldırım gibi, geçtiği toprak yaş mı kuru mu düşünmeden, ezercesine… Bu atlı Beyazıt Han’dır. Romana da ismini veren geçitteki ülkeyse Osmanlı’dır. Emir Timur’un saldırısından sonra fetret dönemine girecektir. Beyazıt da Emir Timur da kendisini ispat peşindedir. Beyazıt, Batı’da dişine göre rakip bulamadığı, Timur ise, Seyit Bereke’sine yeniçeri düzeninin değil de kendi düzeninin kalıcı olduğunu ispat etmek için birbirine doğru dörtnala koşmaktadır. At üstündeki Beyazıt “Geçit beni içine alamaz, düşüremez” diye dörtnala koşar; Emir Timur ise içinde bazen kendisinin bile kaybolduğu yollara Beyazıt’ı hapsetmek ister. Kim kimi hapsetmiş, kim kimde kaybolmuş bunu da üçlemenin son kitabı olan darağacında göreceğiz.
Darağacı
Sepetçioğlu bu romanda, karşımıza bir sorun çıkarsa onunla nasıl baş edilmesi gerektiğini anlatmaya başlar.
Beyazıt, âleme Türk nizamı neymiş göstermek amacıyla yıldırım misali bir orada, bir buradadır. Her şey tıkırında gitmektedir. Fakat son zamanlarda bir dert peydah olmuştur. Bu dert, Türk’ün adaletini temsil makamında olan kadılardan gelmektedir. Rüşvet yenmekte, böylece adalet terazisinde sallananlar olmaktadır ancak iş o kadar ileri raddeye varır ki terazi ortadan kaldırılır. Oysa çözüm adalet terazisini kaldırmak değil, rüşveti yok etmektedir. Adalet terazisinin kaldırılması, daha büyük zulümler doğurur. Yani karşılaştığımız problemlerin çözümü, bize o problemi gösteren gözü kör etmekte değil problemi yok etmektedir.
Romanın ilerleyen sayfalarında yine yıldırım misali bir yerlerden bir yerlere atıyla koşan Beyazıt, bir gün hedefine varmadan atına bakar. Baktığında fark eder ki atı morarmıştır, çatlamak üzeredir. Bir anda atında kendini görmüşçesine irkilir. İrkilmesiyle yere yuvarlanması bir olur. Beyazıt, hâlini görmek istemezcesine gözünü yumdukça yumar. Ancak ne çâre? Gözünü yumsa da hâlini ve atını fark eder. Atı bir anda Somuncu Baba olup da “A oğlum ne acelen vardı, neye yetişiyordun?” demesin mi? Gerçekten de Beyazıt’ın aceleyle yaptığı her iş, milletinin başına belalar getirmiştir.
Aynı şekilde Timur’un da yaptıklarından çıkarılacak dersler vardır. Osmanlı’nın yeniçeri düzeni karşısında kendi düzenini ölümsüzleştirmek istemiş ancak bu isteği, doğru hasletlerle dengelenemediği için milletinin başına belalar getirmiştir. İnsanın ölümsüz olmak istemesi bahsine biraz eğilelim:
Her canlı bir gün ölecektir. İnsanın burada diğer canlılardan bir ayrıcalığı vardır. Akıl ve irade sahibi olan insan yaşamın amacını sorgular. Ölürken “Geride yapmadığım şeyler kaldı, sevdiğim şeyler var” der, iç geçirir. Bu yüzden insan o sevdiklerinden ayrı kalmamak için ölümsüz olmak ister. Aslında insan, ölümsüzlüğü bulmuştur.
Ölümsüzlük insanın gâyesinden geçer. Her insanın “benim gâyem ne?” diye sorması ve cevaplandırması gerekir. Herkesin gâyesi farklı olabilir. Daha çok çalışıp para kazanayım, en zengin olayım, ailemi rahat ettireyim vb. Peki her gâye insanı ölümsüz yapar mı? Yapmaz. Yani niceleri bu hayatta parasıyla, soyuyla, makamıyla ölümsüz olmak istemiş ama hepsi de ölmüş, unutulup gitmiş, belki de bayramlarda mezarına ziyaretine geleni bile kalmamıştır. O hâlde bizi ölümsüz yapan gâye nedir?
Bu gâye insan ömrünü de aşmalıdır ki insan ölümsüz olabilsin. Dolayısıyla burada ihtiyacımız olan kavram, insan ömrünü aşan gâye anlamına gelen ülküdür.
Bizi Allah’ın rızası için mücadele etmek ülküsü ölümsüz yapar. İnsan, dünyayı imar, inşa ve ihya ettikçe ölümsüz olur. Milletinin nesiller sonrasındaki gençleri için mücadele ettikçe ölümsüz olur. Türk gibi yaşayıp Türk’ün varlık tasavvuruyla varlığı anlamlandırdığında ölümsüz olur. Türk, Allah’ın rızasını kazanmayı tasavvurunun temeline oturtur, böyle bir tasavvur da Nizâm-ı Âlem için gerekli olan tüm meziyetleri bünyesinde barındırır. İşte bu Türklerin bu ülküsüne “mefkûre” denir. Mefkûre yolunda ilerlerken akıl ve yürek dengelenmelidir.
Başka bir meseleye dönelim. Beyazıt Han neden Alaaddin, Orhan Beyler ve Çağrı, Tuğrul Beyler örneğindeki gibi birbirini tamamlarcasına hareket etmemiş de kardeşini öldürmüştür? Öncelikle şunu belirtmek gerekir. Her dönem farklıdır, her insan farklıdır ve tarih bunlar göz önüne alınarak değerlendirilmelidir. Bugünden bakarak “kardeş katli caniliktir” demek; bir milletin tarihi seyrini değiştiren bu kritik durumu anlayamamaktır. Çağrı ve Tuğrul Beyler, kendilerine yapılan baskılardan, zulümlerden kaçarken “kim bizim devletimizin başı olsun?” kavgasına girmemiştir. Sonra Alaaddin ve Orhan örneğinde de Alaaddin’i, Şeyh Edebali kendi himayesine almıştır. Yeni yeni filizlenmenin canlılığındaki çınardan “bir dal da ben koparayım” davasına düşmemesi için onu yetiştirmiştir. Zaten Alaaddin de bırakalım Orhan Bey’i tökezletmeyi, her daim yanında durmuştur.
Biraz da Beyazıt’ın vaktinde durum nasıldı ona bakalım. Devlet askerî gücüyle zalime vurdukça vurmuş ve sınırlarını genişletmiştir. Öyle ki bazı yerler Türk’ün adaletine güven duyarak kendiliğinden teslim olmuştur. Yani çok güçlü dönemlerdir. Bununla beraber siyasette devşirmelerin rolü artmış ve fitneler – ayrışmalar başlamıştır. Zamanla Yakup Bey de bu fitnecilere karışma tehdidiyle karşı karşıya kalır. Yakup Bey’in bu fitnelere ve ayrışmalara karışma ihtimali bile Osmanlı Devleti’nin ahvalini derinden etkiler. Bu yüzden Beyazıt, canından can gidercesine kardeşini öldürtür.
Gelelim Beyazıt’ın Timur’a yenilmesi sonucunda her taraftan parçalanan Osmanlı’ya. Herkes, ayrı bir yerden beylik davası gütmektedir. Beylik davasının arasında Türk milletinin dünü, bugünü ve yarını yanmaktadır. Beylik davası güden de Türk’tür, beylik davasının zarar verdiği de Türk’tür. Belki de Nizam-ı Âlem davamıza en büyük katkıyı sunacak Osmanlı böylelikle paramparça olmaktadır. Kardeş katli tam da bu yüzden vacip olmuştur.
Yazımızın başında taşları Türk varlığından oluşan bir ev tasvir etmiştik. Bu evin taşları arasında Fatihler, Meteler gibi alnımızın akları vardır. Peki ya bu taşlar arasında Genç Osman’ı, Abdülaziz’i katledenlerin, Şeyh Bedreddin ve ayak takımı gibi milletimizin kuyusunu kazmaya çalışanların yani milletimizin kara lekelerine kapkara imzalar atanların yeri nedir? Onları reddetmekle evimiz her taşı özenle konmuş gibi mükemmel gözükebilir. Ama bu yapay olmaktan öteye geçemez. Çünkü hatasız olan sadece Hakk’tır. İnsan ne kadar doğruyum derse bir o kadar da yanlıştır. Tanrı aslında bize hata yapma lüksü vererek pişmemizi sağlamaktadır. Yeter ki hatamızın üstünde tekrar etmemeyi bilelim. Bizim yapmamız gereken böylelerini yanlışlarıyla kabullenip daha da ileride konacak taşlara yol göstermek, böylelikle de Allah rızası için gerekli düzeye gelmektir. Hata yapanlar, cezasını çekmelidir. Bize ibret vermeleri açısından tarihimizde onların da yeri vardır. Bizi, darağacından kurtaracak olan hatalarımızdan ders çıkarmaktır. Temennim odur ki hatalarımızdan ders çıkaran ve onları tekrarlamayan nesiller olabilelim.
Âşık, sevdiceğiyle konuşmaya çalıştığı zaman dili tutulan kimsedir. Gözü sanki dünyada sadece kendisiyle sevdiceği varmışçasına donar kalır. Onun için zaman durmuştur, maşuğu ile geçirdiği birkaç saniye, niceleriyle geçirdiği yıllara bedeldir. Elini nereye koyacağını bilemez, ilk defa parmakları ağır gelir ellerine. Dişini sıktıkça sıkar, elinde olsa kırıp atmak ister. Kafasında konuşmak için o kadar fazla şey döner ki keşke besmeleyi çekebilse… Yani mâşuğuna seslenmek, ona hitap etmek sancılı bir süreçtir âşık için.
Sepetçioğlu âşıktır. Maşuğuysa değerleriyle, yaşantısıyla, ezgileriyle, sevgileriyle kısacası her bir zerresiyle Türk’tür. Sepetçioğlunun yazdıklarından anlıyoruz ki o bu sancıyı çekmiş, çekmekle kalmamış gönlünden geçenler mürekkebi, yüreği de sahifeleri olmuştur. Bu sancılar sonucunda da bize deryalar sunmuştur. Sepetçioğlu deryası, bitip tükenmez.
Sepetçioğlu’nun bir Türk olarak yazmayı seçmesi, uçsuz bucaksız bir özgürlüğün içinde yapılmış bir tercihtir. Her tercih, beraberinde sorumluluk getirir. Sepetçioğlu da bu sorumluluğu yerine getireceğine yemin etmiş, söz vermiştir. Gerçek âşık verdiği sözden dönmeyendir. Sepetçioğlu da sözünden dönmemiştir. Hayatı boyunca yazmıştır. Onun vazifesi Allah rızası için Türk’ü anlatmaktır. O bunu romanlarıyla başarmıştır. Başarmakla kalmamış şu an memleketimizin dört bir yanında kalpleri aynı heyecanla atan biz milliyetçi gençlere de ilham olmuştur. 8 Temmuz onun bedenen aramızdan ayrılmasının sene-i devriyesidir. Ruhu şad, mekânı cennet olsun.