EMANET

4.3
(4)
EMANETMehlika Sarıtaş

O gece Denizli sokakları; sıcak, nemli ve bunaltıcı bir haldeydi. Aynur ve Bahar, sokak sokak geziyor, yüreklerindeki sancıyı dindirecek bir deva bulamıyorlardı. İki dost, iki gardaş ne zaman bunalsalar birlikte dertleşirler, dertlerini bir bir dünyaya akıtırlardı. Onlar sussa da birbirlerini anlar, birlikte yürüdükçe yükleri hafiflerdi. Evlerine içleri ferahlamış bir şekilde gidebilirlerdi. Ertesi gün olduğunda mücadelelerine, haksızlıklara karşı gelmeye, güzellikler yaymaya devam ederlerdi.

İkisinin gönlü de zihinlerinin neden olduğunu bilmeden Fesleğen Mahallesi’ndeki evlerinin arka tarafındaki parka götürdü. Parkta yaşlı-genç, kadın-erkek birçok kişi vardı. İnsanlar telaşsızca vakit geçiriyor, sohbet ediyorlardı. Çocuklar bağrışsalar da huzurla oyunlarını oynuyorlardı. Elbette herkesin bir düşüncesi vardı. Kimisi parasızlıktan kimisi çocuklarından dert yanıyordu. Öyle bir iki dertle de bitmiyordu ki; ev, iş, okul, arkadaşlar… Hepsi her biri için farklı ve ortak sorunlardı. Lakin bizim iki dostun derdi başkaydı. Başkaydı başka olmasına ama halktan ayrı değildi. Bu iki dost, görüp görmediği diğer insanlar ve milletinin her ferdi için dertleniyordu.

Bir kaldırım kenarına oturdular. Önce sessizce evlerin ışıklarını takip ettiler, sonra gönülleri susmaya razı olmadı, konuşmaya başladılar.

-Bacım, rahat nefes alamıyorum. Sanki tüm yurdun derdi gelip oturuyor yüreğime. Şimdi onca yapılması gereken iş var. Milletin hâli hâl değil. Benim destanlarda, türkülerde dinlediğim, kitaplarda okuduğum o yüce millet hani nerede? Ataları gibi Türk gibi yaşamıyorlar, bir dünya koşturmacası alıp gidiyor ömürlerini. Nasıl olacak bu işin sonu, nasıl baş edeceğiz?

-Üç-beş kişiyle olacak iş midir? Benim de aklım almıyor. Bazen ailemle konuşuyorum. Bana “Bu dünyayı sen mi kurtaracaksın?” diye soruyorlar. Daha beni en yakınlarım anlamaz ve bana inanmazken ben nasıl başaracağım?

-Bizlere canandan çok can lazım. Canımızı canı göreceklerin olduğu, kan bağı değil gönül bağı kurulan bir dost sofrası lazım.

-Bak yine Osman ağabeyin evinin yanına geldik. Her seferinde kapıdan çıkıp çocuklar gelin derdinize derman bulalım deyip bizi çağırsın istiyorum. Bir yol gösteren olsun, onun can verdiği bu davada mücadeleyi yürütelim istiyorum. Ah ağabey şimdi bir yerlerde bizi dinliyorsun, bize bir çıkar yol göster.

O insanın içini kavuran Denizli gecesinde ikisinin de içi bir nefes canla doldu. Bir ürperti geldi ve serinlediler. Ne zaman bu sokakta vakit geçirseler, Osman ağabeyden söz etseler bu yaşanırdı zaten. Yüzlerine kan, can gelirdi. İkisi de inanırdı ki ağabeyleri orada onlarla birlikte olurdu, onlara mücadele dermanı verirdi. Onlar da yeni bir imanla tazelenir, yola devam ederlerdi.

Biraz öylece Osman ağabeyleriyle dertleşen kızlar saatin farkına varıp birbirlerine baktılar. Aynur hiç ayrılmak istemediğini belli eden asık suretiyle:

-Sabah onca iş bizi bekliyor, hadi eve dönelim artık.

Bahar hiçbir şey demedi. Kafasıyla onu onaylayıp ayağa kalktı. O sessiz ama çok şey taşıyan yüreklerindeki ürpertiyle evlerinin yolunu tuttular.

Evlerine vardılar ama bugün, diğer günlerdeki gibi tamamen rahat hissetmiyorlardı. İkisi de içinden “Ya nasip” deyip, birbirlerine hayırlı geceler dileyip yataklarına geçtiler. Bahar tavanı izliyordu, düşünüyordu ama işin içinden çıkamıyordu.

Bahar yavaşça gözlerini kapattı. Tam o sırada bir ses duydu. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Bu sesi daha önce hiç duymamıştı ama çok tanıdık bir sesti. Sese ulaşmak için yatağından kalktı. Ses onu çağırıyordu. Aynur’u uyandırmak istemedi. Koşarak merdivenlerden indi. Sabah olmuştu sanki her yer aydınlanmıştı. Ses ona gel demeye, varlığını hissettirmeye devam ediyordu. Bahar öylece yürüyordu ama tanıdık sokaklar yolun nereye çıkacağını önceden haber veriyordu. Hızlıca sesin geldiği evin önüne geldi. Tanıdık duvarları inceledi. Avlu kapısından yavaşça içeriye girdi. İşte tam o sırada ağabeyini gördü. Osman Kavcar ağabey bir masa atmış orada oturuyordu. Bahar arkasından bir koşuşturma sesi geldiğini duydu. Osman ağabey sessiz olmasını ve duvarın arkasına geçmesini işaret etti. Bahar hemen denileni yaptı. Bir çocuğun nefes nefese kapıyı açtığını, Osman ağabeyin yanına gittiğini gördü.

– Selamünaleyküm ağabey, geçen anlattığın konunun sorularını bir türlü yapamıyorum. Şu soruya bakabilir misin?

Bunu sorarken bir kitapçığı ağabeyin önüne koydu.

– Aleykümselam, dur hele soluklan bir bakalım.

Deyip çocuğa bir bardak çay doldurdu. Çocuk çayı içerken kendisi soruyu inceledi. Çocuğa baktı ve tane tane soruyu anlatmaya başladı. Soruyu anlatmayı bitirdiğinde ise:

– Seni çok iyi tanıyorum senin için bunların basit olması gerekli. Hayrola bir derdin mi vardı da odaklanamıyorsun?

– Yok ağabey, derdim yok ama geçen anlattığın destan aklımda dönüp duruyor. Kendimi oradaki bir yiğit gibi düşünmekten bazen dalıp gidiyorum.

– Bak sen şuna. Ama ben size hep ne derim? Senin günümüzdeki en keskin silahın kalemin ve ilmin olacak. Biz ona sarılarak günümüzdeki mücadeleyi kazanacağız. O yüzden geçmişi hatırlayıp ders çıkaralım ama günümüzde de oralarda yaşamayalım. İleriye gitmek için, çağlar üzerinden sıçramak için daha çok çalışalım. Elbet bir gün, bir yerde o yiğitlerle buluşuruz, aynı sofrada otururuz.

Osman ağabey cennette bir arada olmaktan bahseder, onlarla olmak için çok çalışmak gerektiğinden söz ederdi hep.

-Anladım ağabey, soruyu da anladım, söylemek istediğini de anladım.

Çocuk içten ve kahramanına bakar gibi Osman ağabeyin yüzüne bakarak gülümsüyordu. Gözleri saate ilişti.

-Ağabey vaktim kalmadı, anam çok kızacak.

Çocuk, masadan kalktı. Tam o sırada Ayşe teyze elinde sıcak kurabiyelerle dışarıya çıktı. “Nereye gidersin oğlum, yemeden mi gideceksin?” dedi.

Çocuk “Ayşe teyze gitmem lazım, anam bekler ama o kurabiyeye de hayır diyemem,” dedi. Tabağın içinden iki tane alıp, “Ben varınca yerim, her şey için teşekkür ederim,” diyerek koşup avluda çıktı. Ayşe teyze zamanın çocukları der gibi arkasından baktı, gülümseyerek içeriye girdi.

Bahçede yalnızca Osman ağabey kalmıştı. Baharın durduğu duvara baktı, onun gelmesini ister gibiydi. Baharın kalbi çıkacak gibi hızlı atıyordu. Dinlediği, okuduğu, mezarına gidip dertleştiği, ruhunu ruhunda hissettiği ağabeyi, kanlı canlı karşısında duruyordu.

Olan biteni sessizce, sanki duvarın bir parça taşı olmuşçasına, oradan ayrılmaya hiç niyetlenmeden izlemişti. İrkildi, ağabeyinin onu çağırdığını fark etti. Sakinleşmeye çalışarak usul usul yürüdü.

-Gel gel, sakin ol, otur karşıma.

-Abi bu nasıl olur? Bir şey anlamıyorum. Şikâyet edip korktuğumdan değil ama anlam veremiyorum.

-Biliyorum kardeşim, sadece ziyaret edip biraz dertleşmek istedim. Sen şuraya otur. Gönlündekileri dök bakalım.

-Ağabey çok yoruldum, fizikî yorgunluk değil, beynim yorgun. Fizikî olsa dinlenirim, geçer ama bu geçmiyor, bitmiyor.

-Nedir seni yoran?

-Milletin hâlini görürüm, benim milletime hiç benzemez. Görünüşü, yaşayışı, inanışı hatta eğlencesi bile milletime benzemiyor. Ne yapmalıyım, nereden başlamalıyım bilmiyorum. Hem bir başıma ne yapabilirim? Birkaç dostum var ama yine de bir avuç insan ne yapabilir?

– Önce sakin ol ve birlikte düşünelim. Az önce giden çocuğu gördün mü? Sence ona yardım etmem, bir şuur aşılamam millete ne fayda verecek?

– Bilmiyorum ağabey, bir küçük çocuk ne yapabilir?

Osman ağabey gülümsedi; kıpırdanan, sallanan güllere baktı ve konuşmaya başladı:

– Elbette şu an bir şey yapamaz ama bir gün büyüyecek, vatana, millete faydalı işler yapacak. Belki lider olacak, yol gösterecek, belki ilim ışığını tutacak. Diyelim ki olamadı, sıradan bir fert oldu, yoluna öyle devam etti. En azından düşman safında bir nefer olmamasını sağlayabilirim. Böyle kaç çocuk var, bilemem. Ben onların zihnini tutuşturur, millet sevdasını yerleştiririm. Onlar da benim yaptığımı yaparsa halka halka genişleriz. Belki o kutlu günleri biz göremeyiz ama gelecek nesiller için bir fidan yeşertiriz. Millet olmak da bunu gerektirmez mi? Millet bugünden mi ibarettir? Hayır değildir, biz geçmiş ve geleceğimizle bir bütünüz. Ve bizler her çağın ülkücüleriyiz, emaneti teslim alıp bir sonrakilere teslim ederiz. Emaneti kimlerden aldık bilmek ister misin?

Bahar sadece kafasını sallayabildi. O sırada sular yukarıya akmaya, gün batıdan doğmaya, ağaçların yaprakları yerde, kökleri gökte durmaya başladı. Zaman rüzgâra karıştı, kuşları dayanak yapıp bir zamana gittiler. O zamanda öyle bir yer buldular ki; arılar petek petek bal yapmış, sular aka aka serinliğin doruğuna ulaşmış. Öyle bir yer ki sanki dünya denen o yaşam alanı ayaklarının altına serilmişti. Bahar; buradan daha serin, daha ferah bir yer ne duymuş ne görmüştü. Bahar’ın zihni yavaş yavaş yerine gelmeye başladı. Osman ağabeyle birer kayanın üzerine otururken buldu kendini, bir tepeden aşağı bakıyorlardı. İzlediği yer tanıdık geldi. Burası Cankurtaran mevkisi olabilirdi. Ama çok yukarıda, zirveye yakın bir yerlerdeydi.

– Bahar, orada ileride bir inşaat görüyor musun?

– Evet, ağabey.

– Burası emaneti aldığınız o şanlı kimselerin kendi elleriyle yaptıkları cami inşaatı.

– Burada dağın başında ne yapıyorlar?

– Emaneti taşıyorlar. O emanet ki Orhun Vadisi’nden Talas Vadisi’ne, oradan Malazgirt’e, Anadolu’ya ve Balkanlara göç etti. Emanet bir yol dervişinden bir sultana yolculuk etti. Niceleri yüreğinde taşıdı, uğruna can aldı, can verdi.

– Bu emanet nedir peki ağabey?

– Yüreğine sor, elbet bir cevabı vardır.

Bahar bir şey demedi ağabeyi cevabı kendi bulsun istiyordu.

– Peki insanlar o emaneti burada nasıl taşıyabildi?

– Burası öyle bir yerdir ki memlekete girmek isteyen dost, düşman, niceleri buradan geçmelidir. Bu insanlar dostlara yol gösterir, sofralarını ve dertlerini bir ederler; düşmanlara pusat gösterir, memleketin güvenliğini sağlarlar. Ve bu insanlar çokça dua eder, Allah’ı zikrederler. Onlar bizim yaşadığımız memleketlerin temel taşlarıdır. Onlar olduğu için biz rahatça yaşayabiliriz.

Bahar bir süre çevreye baktı. Gönlü hafiflemişti. Artık kendini yalnız hissetmiyordu. Silsilenin devamı bir parçası olduğunu hissediyordu. Yine de endişelendiği bir şey daha vardı.

– Ağabey onlar başarıyor çünkü birlikteler. Omuzlarını yaslayacak kimseler var. Bak görüyorsun yorulup oturduklarında sırtlarına vuran, hadi gardaş deyip su verip nefes aldıran kimseler var. Peki ben ne yapacağım?

– Sabret ve bekle. Sen emaneti almaya niyetlen ve yola çık. O ülküdaşlar yolda seni bekliyorlar.

– Nasıl ağabey, kim onlar?

-Sessiz ol, bak buraya gelenler var. Merak etme karşılaştığında yüreğin onları tanıyacak.

Gelenler ellerinde bir sancak tutuyorlardı. Önlerinde iri yarı bir kimse vardı. O kişi daha fazla yaklaştı:

-Selamünaleyküm, bana Kazak Abdal derler. Size emaneti getirdim.

-Aleykümselam, emanetin yeni sahibi geldi. Merak etmeyin.

-O halde görevim tamamlandı. Allah’a emanet olun.

Kazak Abdal sancağı Osman ağabeye uzattı. Osman ağabey ise Bahar’a uzattı. Bahar bir süre durdu, sancağı aldı. Ağabeyine bakıp gülümsedi. Gözlerini göğe dikti. Yavaşça gözlerini kapattı, sancağı tüm gücüyle sıktı. Gözlerini açtığında yatağında hareketsiz yatıyordu. Emanet sancak damarlarından sızmış gönlüne girmişti. Baharın gözünden bir damla yaş damladı. O esnada telefonun ışığı yandı. Eline alarak ekrana baktı.

Bir bildirim gelmişti: “Yeni Ufuk. Yeni Ufuklara Doğru” yazıyordu…

Bu yazı ne kadar faydalıydı?

Puan vermek için bir yıldıza tıklayın!

Ortalama puan 4.3 / 5. Oy sayısı: 4

Henüz oy yok! Bu yazıyı ilk siz değerlendirin.

Bu yazıyı faydalı bulduysanız...

Bizi sosyal medyada takip edin!

Bu yazının sizin için faydalı olmamasından dolayı üzgünüz!

Tell us how we can improve this post?

Yorum bırakın