
Nargin’deki Esir Türkler ve Azerbaycan’ın Kardeşlik Destanı:
Dünya tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri olan Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti için bazı kazanımlar sayılmazsa büyük bir hüsran olmuştur. Neticede Osmanlı yıkılmış ve büyük bir mücadele sonucunda bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
Türk tarihi açısından Birinci Dünya Savaşı’nın en büyük felaketlerinden biri hiç şüphesiz Sarıkamış Harekâtı olmuştur. Aslında harekât iyi başlamış ancak sonrasında büyük bir acıya dönüşmüştür. Savaşın sonucunda binlerce Mehmetçik şehit olurken yine her yaştan binlerce Türk, Ruslar tarafından esir alınmıştır. Bu yazıda elimizden geldikçe esir alınan bu Türklerden ve Azerbaycan’ın esir Türkleri için verdiği mücadeleden bahsedeceğim.
Felâket Günleri
Ruslar, Sarıkamış’tan sonra önlerine çıkan asker, sivil, yaşlı, genç, kadın ve çocuklardan oluşan 10 bin kişilik bir grubu esir alarak Bakü yakınlarındaki Nargin Adası’na götürdü. Türk esirler, Bakü sokaklarından geçirilince şehirde büyük bir infial oluştu. Tüm Bakü ayağa kalkmıştı. Hatta öyle ki dönemin Bakü Valisi’nin Petersburg’a gönderdiği mektupta, halkın Türk esirlere karşı büyük bir hassasiyet gösterdiği ve onların esir edilmesine katlanamadığı ifade ediliyordu.
Bakü’nün sol görüşlü liderleri bile bu duruma dayanamayarak olaya müdahale etti. Neriman Nerimanov’un talebiyle, Bakü Duması (Meclisi) bir komisyon oluşturdu ve meclis üyelerinden özel bir heyet, Rus ve Ermeni kolluk kuvvetlerinin kontrolündeki Nargin Adası’ndaki Türk esirleri ziyaret etti. Adada gördükleri vahşet karşısında komisyon üyeleri dehşete kapıldı. Bununla ilgili M. E. Resulzade’nin çıkardığı “Açık Söz” gazetesi şu satırları yazıyordu:
“Adada yaşanan korkunç manzaranın izlerini gören komite üyeleri, hıçkıra hıçkıra ağlamaktan kendilerini alamıyorlardı. 400 kişi kapasitesine sahip hastanede 1200 hasta, adeta balık istifi gibi üst üste yığılmıştı; kimisi can veriyor, kimisi ise ‘Efendim, su!’, ‘Efendim, yemek!’ diye haykırıyordu. Bir yanda ise o gün ölmüş 40 esirin cesetleri üst üste yığılmış halde duruyordu. Her gün 40’a yakın esir açlıktan, susuzluktan ve soğuktan hayatını kaybediyordu. Ne giyecek kıyafetleri ne de yakacak odunları vardı. Birçoğu başlarının altına tuğla koymuştu. Kuru tahta üzerinde yatmaktan çoğunun yanlarında büyük yaralar oluşmuştu. Sivil esirler arasında 80 yaşındaki yaşlılarla birlikte 2 ila 15 yaşları arasında masum çocuklar da bulunuyordu.”
Neriman Nerimanov’u bile adadan döndükten sonra kaleme aldığı “Gözyaşı Döktüren Cezire (Ada)” adlı yazısında duygularını şu ifadelerle dile getirdi:
“Keşke bu adaya gelmeseydim. Keşke bir deri bir kemik bedenleri, yüzsüz gözleri, inleyerek yardım isteyen insanları görmeseydim. Keşke ‘Efendim, su!’, ‘Efendim, yemek!’, ‘Efendim, giysi!’ sözlerini duymasaydım. Keşke çıplak, soğuktan titreyen dudakları, solgun yüzleri olan, yetim kalmış küçücük çocuklarla konuşmasaydım. Keşke hastanede başlarını tuğlalar üzerine koyarak can veren yiğitlere rastlamasaydım! 1200 masum insan, ölüm sırasına girmiş bekliyor. 6000 kişi daha bu sıraya katılmaya hazırlanıyor. Bunları adada kim kurban edecek? Tifüs mü, veba mı, yoksa başka bir bulaşıcı hastalık mı? Hayır, hayır! Açlık, susuzluk ve soğuk… Müslümanlar, ‘Efendim, su!..’ diye gözlerinize baktığında, sanki demek istiyorlar ki: ’Siz insan mısınız? İnsanlığa dair yasalarınız var mı? Siz bir milletin evladı mısınız?’ Zavallı millet çocuklarına vereceğiniz cevap nedir? Sizi yargılayan, size bakan bu gözlerde bu sözleri okuyor musunuz? Okuyup da yüreğiniz sıkışmıyor mu, gözleriniz istemsizce yaşarmıyor mu? Ben dayanamayıp istemsizce ağladım… Ağlamamak mümkün mü? Bir zamanlar anne babasının göz bebeği olan, sonra çocuklarını koruyan bir baba, ardından vatanı için savaşan bir kahraman olan biri, şimdi susuz bir adada, yılanların yuvasında can verirken çatlamış kuru dilini dışarı çıkarıp şöyle diyor: ‘Efendim, su!’, ‘Efendim, yemek!’, ‘Efendim, giysi!’ Şimdi ben de duyabilen kulaklara, vicdanı uyanmış olanlara dönüyor ve o zavallı ada esirlerinin sözlerini tekrarlıyorum: ‘Efendim, su!’, ‘Efendim, yemek!’, ‘Efendim, giysi!’ Gözyaşı döktüren bu ada sizi bekliyor, size umut bağlıyor. Emin olun ki eğer siz de benim gördüğümü görseydiniz ve elinizden bir şey gelmediğini düşünseydiniz, siz de benim gibi şöyle derdiniz: ‘Keşke bu adaya gelmeseydim!’”
Bakü Duması, konuyla ilgili acil toplantıya çağrıldı. Burada bir konuşma yapan Nerimanov, Türk esirlerle ilgili şunları söyledi:
“Adanın hâli her açıdan korkunçtur. Buradaki yapılar insan yaşamına uygun değildir. Bu yapılar; karanlık, pis kokulu ve soğuk barakalardan oluşmaktadır. Soğuk olmalarının sebebi yalnızca soba yakılmaması değildir. Hayır! Burada hiç soba yakılmaz. Çünkü odun yoktur. Bu barakaların soğuk olmasının sebebi, tahtaların arasındaki boşluklar ve camsız pencerelerdir.”
“Sağlamlar için pişirilen çorbayı gördüm: Köpeğini seven bir adam bunu köpeğine vermezdi.”
“Su ise burada çoğu zaman bulunmaz. Burada insanlar susuzluktan can veriyor.”
“Bu zavallı esirlerin durumunu daha iyi anlatabilmek için bazı rakamları paylaşmak istiyorum. Şu anda her gün 40-45 kişi ölüyor. Bu ada bir mezara dönüşmüştür. Bu mezarın kenarında 1000 kişi ölüm sırasına girmiş bekliyor ve 7000 sağlıklı kişi daha bu sıraya katılmak üzere.”
“Bir insan, bu kadar vicdansızlığa ancak taş kalpli ise dayanabilir. Belki öfke ve hiddet anında insan böyle bir zalimliği yapabilir ama her saat, her gün, haftalar, aylar, yıllar boyunca bu şekilde davranmak insanlığa sığmaz.”
“İnsan evladına böyle bir muamele, yalnızca özgür Rusya’da değil, en vahşi toplumlarda bile görülmemelidir.”
Mesele sadece konuşmayla kalmamış, Bakü Duması o gün esirlerle ilgili şu kararları alarak Tiflis’teki Kafkasya Genel Merkezi’ne telegraf ile göndermiştir: 1. Adaya artık esir gönderilmeyecek. 2. Adada tutulan yaşlılar, savaşta yer almamış siviller ve çocuklar ya memleketlerine gönderilecek ya da yardım kuruluşlarının himayesine verilecek. 3.Hastalar acilen adadan çıkarılıp şehirde tedavi edilecek. 4.Adada kalanların yiyecekleri artırılacak ve giysilerine özen gösterilecektir.
Konuyla ilgili olarak, Nerimanov’dan önce de Azerbaycan aydınlarından Alimerdan Bey Topçubaşov ve Aliakber Bey Refibeyli, Rusya’nın Tiflis’te bulunan Kafkasya Genel Valiliğine müracaat etmiş ve esirlere yardım edilmesini talep etmiştir. Azerbaycan Türkü aydınlar, bu yardımın Rusya yerine 1905 yılında kurulan Bakü Müslüman Hayriye Cemiyeti eliyle yapılmasını teklif etmiştir. Ancak bu teklif, Kafkasya Genel Valiliği tarafından reddedilmiştir.
Buna sinirlenen Aliakber Bey Refibeyli, Rus hükümet yetkilisine şu sözleri söylemiştir:
“Siz Osmanlı Türkiye’si ile savaşıyorsunuz, bu sizin kendi işinizdir. Bize izin verin ki Türk esirlerin sahipsizlikten ölüp gitmesine göz yummayalım. En azından ölenlerin kefenlenmesine ve defnedilmesine yardım edelim…”
Türk esirlerinin durumunu öğrenen Bakü halkı da büyük bir şok yaşamıştı. Şehrin hemen her köşesinden esirlere yardım çağrıları yükseliyordu. Tezepir Camisi imamı, fetva yayımlayarak Müslüman halkın Türk esirlere yardım etmesi gerektiğini duyurdu.
Hem aydınların yoğun talepleri hem de halkın büyük baskısı sonucunda Rus yönetimi geri adım atmak zorunda kaldı. İlk etapta, adada bulunan 80 yaş ve üstündeki ihtiyarlar ile 2 ila 15 yaş arasındaki çocuklar serbest bırakılarak Bakü’ye getirildi. Bu kişilerle ilgilenmek üzere o dönemde faaliyet gösteren yardım derneklerine ek olarak, yeni cemiyetler de kuruldu ve ihtiyaç sahiplerine acil yardım sağlandı.
Bu süreçte “Kardeş Yardımı”, “Türk Esirlerine Yardım Komitesi”, “Muhtaçlara Yardım”, “Bakü İslam Hayır Cemiyeti” ve “Müslüman Kadınlarının Hayır Cemiyeti” gibi kuruluşlar, Türk esirleriyle ilgilenen başlıca cemiyetler arasında yer aldı.
Bakü halkı, elinde avucunda ne varsa Türk esirlerine yardım için ortaya koyuyordu. Bakü’de kadınlar gece gündüz çalışarak esirler için çorap, atkı, kazak gibi sıcak giysiler örmeye başladı. O kadar çok yardım toplanmıştı ki bunların adaya taşınması ancak bir ayda tamamlanabilmişti. Türk esirlere yardım konusunda özellikle bir kişi öne çıkıyordu: Bakü milyoneri Kerbalayi İsrafil’in hanımı Sona Hacıyeva. Aynı zamanda Bakü Müslüman Kadınları Hayriye Cemiyeti başkanı olan bu zarif ve aydın hanımefendi, toplanan yardımları şahsî gemisiyle adaya taşıyordu. Sadece bununla da kalmıyor, dönüşte Rus memurlara rüşvet vererek geminin kontrol edilmesini engelliyor ve adada bulunan üst rütbeli Türk subaylarını yardımcı ve hizmetçi kılığında gizlice Bakü’ye getiriyordu. Bakü’ye gelen Türk subaylarına sahte kimlik ayarlıyor ve onları İran üzerinden Türkiye’ye kaçırıyordu. Ancak yalnızca Sona Hanım değil, özellikle gençler başta olmak üzere her meslekten ve her yaştan Bakülüler gizli cemiyetler kurarak balıkçı tekneleri ve sallar aracılığıyla Nargin Adası’ndaki Türk subaylarını, fark edilmeden Bakü’ye kaçırıyordu. O dönemde Bakülüler için Türk esirlerine yardım etmek büyük bir şeref ve onur meselesiydi.
Bakü’deki esnaflar da kendi aralarında gizlice anlaşmıştı, dükkânlarına gelen Türk esirlerine her şeyi bedava veriyordu. Ancak bir gün, Türk subaylarından biri yanlışlıkla Azerbaycan Türkü sandığı bir Ermeni’nin dükkânına girince her şey açığa çıktı. Ermeni dükkân sahibinin ihbarı üzerine harekete geçen Rus yetkilileri, adadaki esir sayılarının kayıtlarla uyuşmadığını ve birçok esirin adada bulunmadığını fark etti. Bunun üzerine kapsamlı bir soruşturma başlatıldı ve başta Sona Hanım olmak üzere birçok kişi gözaltına alındı. Sadece Sona Hanım’ın ifadesi 110 sayfayı buldu. Hatta bu soruşturmalar Sovyetler döneminde bile devam etti; Türk esirlerine yardım edenler, Sovyet döneminde “repressiya” denilen aydın kıyımına maruz kaldı. Tüm baskılara rağmen Azerbaycan Türkleri, Türk esirlere yardım etmeye devam etti. Bu esirler arasında ilerleyen yıllarda Kafkas İslam Ordusu’nun gelmesine vesile olanlar da vardı. Hatta Kafkas İslam Ordusu gelene kadar oluşturulan Azerbaycan Mahallî Kuvvetlerinin eğitimi, birçok bölgede adadan kaçırılan Türk subayları tarafından veriliyordu.
Tarihimizin bize öğrettiği bir gerçek var: Azerbaycan ve Türkiye, sadece iyi günlerde değil, en zor zamanlarda da birbirine kardeşlik bağlarıyla kenetlenmiş, elinden geleni esirgememiştir. Bizim kardeşliğimiz, işte bu tarih süzgecinden geçerek bugünlere ulaşmıştır. O yüzden çok şükür ki kardeşliğimizin mayası sağlamdır. Allah kıyamete kadar bizi ayırmasın!
Yazıya Azerbaycan’ın şairi büyük Türk Milliyetçisi Hüseyin Cavidin nargin adasındaki Türk Esirleriyle ilgili yazdığı “Türk Esirleri” adlı şiiriyle sonlandırmak istiyoruz:
Erkek, kadın, asker, çocuk, ihtiyar
– Esir – diye binlerce Türk evladı:
Issız bir adanın koynunda sızlar,
Sorulmaz derdi, duyulmaz feryadı.
İşte kinli bir mezarlık ki her gün
Yığın yığın insan yutar da doymaz.
Sağlam vücutlar bile düşkün, ölgün,
Ümitsiz bir heykelden farkı olmaz.
Gülümserler fakat hep gözlerinde
İntikamlı şimşekler çakar durur.
Çırpınırlar, solmuş benizlerinde
Birçok gizli, sönük emeller uyur.
Yalnız soğuk, yağmur, boran, fırtına
Okşar durur bu mahzun gönülleri.
Üryanlık, hastalık, açlık bir yana,
Susuzluktan hep kurumuş dilleri.
Amansız kartalın vahşi pençesi,
Masum yavruları didip parçalar!
İşte adalet! Yılanlar yatağı
İnsanlara mesken verilmiş karar!
Nerde o sarhoşlar ki hep “kardeşlik
Birlik, beraberlik” diye sayıklar!
İşte bir vahşet ki, çekilmez artık,
Dost değil, düşman bile görse ağlar!
Ey Türk yurdu! Ey milyonlar ülkesi!
Sakın duyma nedir bu hal, bu dehşet!
Titretmesin seni bu kardeş sesi,
Körlük, sağırlık… O da bir saadet!

