Kültürün tarifi hakkındaki geçen yazımızda dil, din, örf ve âdet, hukuk, iktisat, ahlâk, sanat, edebiyat ve teknikten kurulu ve kültürün ayrı bir milleti temsil ettiğini milletlerin ancak kültürleri sayesinde var olabildiğini kültürün bulunmadığı yerde milletinde mevcut olamayacağını belirtmiştik. Millet ve kültür öyle iki kuvvettir ki birbirlerinin hayat kaynağını teşkil ederler. Millet, kültürü meydana getirir kültür de milleti yaşatır. Kültür, millet tarafından zenginleştirilip yükseltilirken kültür de millet topluluğuna hız vererek onu yeni aksiyon ufuklarına doğru iter. Kültür hayatında meydana gelen değişiklikler mühim sosyal hareketlerin başlangıcı olduğu gibi, büyük çaptaki siyasî ve iktisadî faaliyetler de kültüre yeni istikametler çizer. Millî hamleler millet-kültür işbirliğinin ortak mahsulleridir. Şu halde, milletleri ilerletme ve geliştirme gayretleri millî kültürlere dayandırılmak icap eder.
Topluluklar arası kültür alış-verişlerinin de milletlerin yükselişini sağlayan âmillerden biri olarak gözönünde tutulması gerektiği mâlûmdur. Kültür mübadelesi, kuvvetli dış tesirler altında ezilmemek şartıyla faydalıdır. Türlü yollardan yabancı tesirlere maruz kalan bütün kültürlerde dış baskıya mukavemet bakımından aynı sağlamlığı beklemek elbette doğru değildir. Burada da hayatiyetin her cephesinde görülen bir ölüm-kalım mücadelesi cereyan eder. Tazyik karşısında tutunamayan kültürler temsil ettikleri milletle birlikte silinip giderler. Ancak müesseseleşmiş bir hukuk nizamının, kuvvetli mânevî temellere dayalı bir dinin, insanî değerleri aksettiren bir edebiyat ve sanatın yaşattığı bu sebeple basit değil, fakat “millî” vasfına lâyık gelişmiş kültürlerdir ki, dıştan gelen telkinleri benimsemek veya reddetmek yahut kendi karakterine uygunluk derecesine göre seçmeler yaparak onları millet yararına malzeme olarak kullanmak imtiyazına sahiptir.
Roma uzun bir cumhuriyet devri geçirmişti, onu diktatörlük, daha sonra imparatorluk takip etmişti. O çağlarda ordu ve kültür yönlerinden Dünyanın en büyük ve en zengin ülkesi olan Roma’dan üstün ve onun idarî ve siyasî rejimini değiştirmeğe muktedir, bir dış kültür baskısı tasavvur edilmezdi. Buna karşılık, felsefe ve sanatta ileri olan Grekler site teşkilâtından kurtulamamış, hakikî mânâsıyla bir devlet tesis edememişlerdi. Hâlbuki eski Yunanistan ile Roma birbirleri ile sıkı münasebetler kurmuş olan yakın komşu memleketlerdi. Birinde, devlet hukuku mevzuunda, nihayet küçük bir şehir sınırlarının aşılaması, diğerinde ise, çeşitli kavimleri idareye elverişli bir imparatorluk nizamının vücuda gelmesi, herhâlde, aralarında büyük farklar bulunan Grek ve Roma kültürlerinin iç gelişmeleri ile izah edilebilecektir.
Batı medeniyetine dâhil milletlerin hukukî, iktisadî, tutumları, sanat ve edebiyatlarındaki ayrılıklar da dış tesirlerin millî kültürlerde köklü değişiklikler yaratamayacağını gösterir. Yoksa, millî kültür farkları çoktan ortadan kalkarak onların tek topluluk hâline gelmeleri beklenirdi. Kısaca diyebiliriz ki, millet ve kültür gerçeklerinden asıl tâyin edici, yön verici unsur millî kültür olup, topluluk hayatında büyük-küçük her hâdise onda temellenmekte, ondan muhtevâ istikâmet ve aksiyon kabiliyeti almaktadır. Gelecek ile ilgili her neticenin temel faktörünü millî kültürde aramak lâzımdır. Milletleri yeni bir görüş ve hayat tarzının içine atan gelişmeleri dışa mâl etmek, meselâ bir meydan muharebesini başka düşünüş ve imkânları hazırlayan tek ve kesin âmil saymak eski tarih anlayışı alışkanlığından doğan yanlış hükümlerden biridir. Tarihteki “dönüm noktaları” gerçekte kültürlerin meydana getirdiği ilerlemeler ve yenilenmelerle alâkalıdır. Fransız ihtilâlinde tâyin edici sebep herhâlde 1789 Temmuzunda kendindi gösteren fiilî hareket değil, fakat ondan nesillerce evvel başlayıp gittikçe gümrahlaşan hürriyetçi fikirlerdir. Voltaire, Montesqieu, Diderot, Rousseau gibi “ihtilâl” fikri taşıyıcıları yanında Robes Pierre, Danton vb.leri hukukî ve felsefî cereyanın, yani Fransız kültüründe kesifleşen itici kuvvetin cazibesinde heyecanlı kişiler sayılırlar.
Rönesans’ta da aynı şeyi tespit etmek mümkündür. Antikçağ medeniyetini canlandırmayı hedef tutan bu hareket din skolastiği zihniyetine cephe almaktan doğmuş, fakat müsbet düşünce ve sanatta aristokratik kalmış, halka inememişti. Çünkü bağlı bulunduğu Batı Ortaçağı kültürü icabı, bir yandan kilise, bir yandan da derebeylik onun kaynaklarını teşkil ediyordu. Mevcut bir kültür sistemi 16.yy cemiyetlerine başka bir istikamet veriyor, diğer taraftan, gerek Rönesans’ın getirdiği ilim, felsefe, sanat değerleri, gerek Büyük İhtilâlin hürriyet, eşitlik, adalet ve kardeşlik prensipleri her millî kültüre göre ayrı mânâ, muhteva ve şekil kazanıyordu. Zamanımızda bile türlü siyasî rejimler ve iktisat sistemleri milletlerin kendi temayüllerine bürünmekte değil midir?
Türk Milleti de, şanlı mazisinden anlaşıldığı üzere, kudretli kültür sahibi bir millettir. Bozkırlarda kurulan eski kültür safhasından bugüne kadar istek, emel, sevinç ve eylemlerimizi, yapmacık edebiyattan uzak, tam bir sadelik ve katıksız bir samimiyet ile ifadeye muktedir. Anadilimiz, insana saygı duyguları ile bezenmiş hukukumuz, derin iman gücümüz, realist ruhumuzun şekillendirdiği sanatımız ile daima ilerlemeğe, gelişmeğe hazır, hamleci, engin Türk kültürü dört bin yıldan beri mevcut olmuştur. Tarihimizde sayısı bilinmeyecek kadar çok, zaferlerle süslü, meydana muharebeleri, başka hiçbir millete nasip olmayan genişlikte fütuhat, her bir devresi bir tarihi doldurmağa yeter ölçüde “dönüm noktaları” yüksek, sağlam Türk millî kültürünü inkâr kabul etmez şahitlerdir. Her kudretli kültür gibi, Türk kültürü de temasa geldiği yabancı topluluklardan beşerî değer taşıyan kültür belirtilerini benimsemiş, onları ihtişamlı tarihî yapısını hizmetinde kullanmıştır. Fakat kendisi de başka milletlere hak anlayışı, sür’at mefhumu, adalet ve insan sevgisi gibi mânevî inşa unsurları ile istiklâl uğruna ölmek gibi milletlere ebediyete götüren dersler verilmiştir. Bunun en son örneği MİLLİ MÜCADELE’dir. Vatan müdâfaasında Türk hürriyet aşkının şahlanmasından, esaret zincirine karşı, Türklüğün erkekçe direniş destanından ibaret olan İstiklâl Savaşımız şüphesiz kadim ve köklü Türk millî kültürünün en tabiî neticesinden başka bir şey değildir. Yine şüphesiz Cumhuriyet devride aynı kültürün mes’ut bir meyvesidir. Cumhuriyet’i Millî Mücadele ile başlayan, unsurları itibarıyla yabancı bir “yeni kültür çağı” zannedenlere, İstiklâl Muharebesinin millî Türk kültürü tarafından gerçekleştirilmiş bulunduğunu hatırlatalım ve sonra belirtelim ki, içinde yaşadığımız devir, sinesinden Atatürk gibi dâhi bir kahraman çıkaran daha önceki Türk millî kültürünün ancak bir devamıdır. Türk Milletinin varlığı karşısında bunun böyle kabul edilmesi zarureti meydandadır.
Kültürlerin akışında tespit edilen bu gerçek, vatanı koruma ve milleti yükseltme savaşında takip edilecek şu yolu da aydınlatmıştır: Bütün cehit ve gayretleri millî kültür üzerine inşâ etmek!
Fakat başarının bu biricik sırrına ulaşmak için ilk şart Türk millî kültürünü yakından tanımaktır. Unutulmaması gereken diğer nokta da, Türkiye’nin hattâ bin yıllık mazisi ile Türk millî kültürünün bütününü temsil etmediğidir. Türk kültürü yalnız sağlam ve derin değil aynı zamanda çok yaygındır. Bugün bile Çin Seddinden Balkanların ötesine kadar kadim Türk kültürünü yaşamaktadır. Bu iklimlerdeki milyonlarca Türk’ün kendi kültüründe elbette hissesi vardır. Millî kültürümüzü iyi kavrayabilmek onu bütün olarak ele almakla kâbildir. Batılı ilim adamlarının kültür gelişmeleri mevzuunda vardıkları netice de bizi teyit eder. Fransız bilgini G. Montandon iki kültür şekillenmesi müşahede etmiştir. Biri, millî kültürün aslî unsurlarını kucaklayan “Kültür dairesi” (Cycle Cultuvel), diğeri, bu ana kültürün zaman ve mekân içinde uzantısından meydana gelen ”Kültür cepheleri” (Facies culturels). Amerikalı sosyal-antropolog Albert K. Kohen’in tasnifi de böyledir: Culture (Kültür dairesi karşılığı) ve Sup-culture (Kültür dalı). Bu bakımdan Türkiye Türk kültürü, çeşitli coğrafî bölgelere yayılmış büyük millî kültürün ancak bir cephesi veya dalı, yani bir parçası olabilir. Nitekim Türk millî kültürünü Azerbaycan, Irak-Suriye-Kıbrıs, Balkanlar, İdil-Ural ve Orta Asya cepheleri veya dalları mevcuttur. Bütünü parçalardan tâyin etmenin mümkün olamadığı, fakat parçaları anlamak için bütünü tanımak gerektiği tâ Aristoteles’ten beri bilinen bir mantık kaidesidir.
Millî kültürün kudretine inandığı ve ilmin gösterdiği yönde ilerlediği müddetçe Türk genci için millet hizmetinde hiçbir güçlük bahis mevzuu değildir.
Kaynakça
Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, 2017 Basım, Sayfa 62.