Politika sahnesinde sık sık rastladığımız kavramlardan iki tanesi üzerinde duracağız. Bunlar <<maddî kalkınma>> ve <<mânevî kalkınma>> terimleridir.

Materyalist politikacıya kalırsa <<kalkınma terimi maddî ve ekonomiktir, mânevî kalkınma sözü muhtevâsız, boş bir kavramdan ibârettir.>>

Öte yandan <<mânevî kalkınma>> sözünden ne anladığını kendisi de bilmeyen <<sözde mâneviyatçılar>> ise işi büsbütün karıştırmaktadırlar. Görülüyor ki terimlerin ifâde ettiği, mânâ, hiçbir yanlış anlamaya ve yorumlamaya fırsat bırakmayacak ölçüde berraklaştırılmalıdır. Bu yapıldığı takdirde görülecektir ki <<maddî kalkınma>> için dahi <<mânevî kalkınma>> zarûreti vardır. Maddî ve ekonomik kalkınmanın bile mânevî kalkınma tabanı üzerinde kurulup geliştirmesi esastır.

İlgili ilim adamları, ekonomiyi, insan-tabiat ilişkilerinden doğan insan-insan ilişkisi olarak târif ederler. Yani ekonomide tabiat ve grup halinde yaşayan insan iki temel unsurdur. Ekonomik hayat, zarûrî olarak bu iki unsur üzerine oturur. Bunlardan birini, meselâ insanı yok edin ekonomi diye bir değer kalmaz, <<ekonomik faâliyetler>> biter. Tabiat, ekonominin ham maddesidir, ekonomiyi ve ekonomik faâliyetleri doğuran insandır. Yani ekonomide mimar insan, malzeme ise tabiattır.

Türk-İslâm ülküsünde, <<maddî kalkınma>> terimi, insandan gayrı bütün tabiat güç ve varlıklarını (dünyada veya kâinatta bulunsun) ilim ve teknolojinin yardımı ile insanın hizmetine almak, zararlarını bertaraf etmektir. Yüce ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de bütün tabiatın insanın hizmetine verildiği, musahhar kılındığı, bildirilir.

Türk-İslâm ülküsünde, <<mânevî kalkınma>> terimi ise, bizzat insanın ilimle, sanatla, ahlâkla, din ile işlenerek yüceltilmesi, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik hayatın en önemli ve temel unsuru durumuna getirilmesi demektir. Türk-İslâm ülküsü, Allah’tan başka ilâh tanımayan ve Peygamberimizin (O’na selâm olsun) ahlâkı ile ahlâklanmış, duyguları en ulvî sanat eserleri ile incelemiş, çağdaş ilim ve teknolojiye sâhip ve hâkim bir kadro yoğurmaya <<mânevî kalkınma>> adını verir. Bu kadro dar değil bütün bir milleti içine almaya yöneliktir. Hatta ecdadımız << İlây-ı kelimetullah>> parolasıyla bu dâvânın âlemşümul bir karakter kazanması için <<asırlarca cihad>> etmiş bulunmaktadır.

Materyalist, insanın, vücut ve beynine bakarak onu sâdece, maddî elementlerin bir kompozisyonu yâhut bir protein deposu olarak kabul edilebilir. İnsanın bütün rûhî kıpırdanışlarını, <<organizmanın fonksiyonları>> zannedebilir. Biz, ilerde bu konulara çok genişçe yer vereceğiz. Ancak şimdilik şu kadarını belirtelim ki insanda öyle bir rûhî potansiyel vardır ki organizmasını aşar, insan beynini yetersiz bulur. Beyin sırf maddî elementler kompozisyonu olabilir, fakat, bizzat bu kompozisyonu kritik eden öyle bir <<iç aydınlığa>> sâhiptir ki kendi yetersizliğini, sınırlılığını, rölatif (izafî) oluşunu idrak eder, mutlak kemal sâhibine, sonsuz varlığı, Mutlak Varlığa ihtiyaç duyar. Bir maddeler kompozisyonu olan insan beyninin bu <<cehdini>> şimdilik sadece işâretleyip geçelim.

KAYNAKÇA                                                                                                                                                                                        Seyit Ahmet Arvasi, Türk İslâm Ülküsü, sayfa 244-245.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.