Osmanlı İmparatorluğu, klasik dönemde medreselerde okuttuğu müspet bilimleri, duraklama ve gerileme devirlerinde terk etmiş ve medreselerde dînî ilimler ile eğitime devam etmiştir. Fennî bilimlerden uzaklaşılması ve yeni gelişmelerin bid’at olarak görülmesi, bir devrin menkûbu olan imparatorluğu çağdaşlarının gerisinde bırakmıştır. Ekonomik, askerî ve sosyal geri kalış birçok alanda şiddetle tesirini göstermiş ancak ibret alınmamıştır. Nihâyet devlet yıllarca hükmettiği toprakları kaybedince bir uyanış ve fark ediş gerçekleşmiş, bu geri kalmışlıktan kurtulmak için çalışmalara başlanmıştır.
İmparatorluk bünyesine müspet bilimlerin tekrar girmesi, III. Selim döneminde Avrupa’da kurulan ikâmet elçilikleri aracılığıyla gerçekleşmiştir. Burada görevlendirilen elçiler, bulundukları yerlerdeki okul ve rasathâne gibi ilim mekânlarını incelemiş ve kendi memleketlerinin yararı için bu faydalı bilgileri sefâretnâmelerinde neşretmişlerdir. Avrupa’dan sonra, Osmanlı İmparatorluğu da kendi dâimî elçiliklerini kurmuş ve Avrupa’daki incelemelerini daha da genişletmiştir. Avrupa’ya gönderilen sefirler, bürokratlar, asker ve sivil mütehassıslar ve öğrenciler buradan aldıkları ilim ve terbiyeyi memlekete getirmişleridir. Avrupa’daki gelişmelerin Türk aydın ve öğrencileri tarafından ülkeye getirilmesi kültürel değişmenin ve aydınlanmanın yolunu açmıştır. III. Selim’in bu bilgiler ışığında başlattığı yenileşme ve bozuk fonksiyonlu kurumları ihyâ hareketleri imparatorluğun yıkılışına kadar devam ettirilmiştir.
1797’de Berlin elçiliğine atanan Ali Aziz Efendi ile Alman Şarkiyatçı Von Diez’in mektuplarında bilim, felsefe, güneşin mâhiyeti, cisimlerin cinsiyeti, dünyanın dönmesi, elektriğin yıldırımla münâsebeti gibi konuların konuşulması Türk tefekkür târihine büyük katkı sağlamıştır. Türk tefekkürünün en önemli isimlerinden biri de Ahmet Cevdet Paşa’dır. Devlet adamı, vak’anüvist, hukukçu, ahlâkçı ve mütefekkirdir. Büyük bir titizlikle ilk medenî kanunumuz Mecelle’yi meydana getirmiştir. İbn-i Haldun’un Mukaddimesini hatmetmiştir. Liberal fikirlere sâhip olmakla birlikte, maddeci felsefeyi ve taklitçi Batıcılığı reddetmiştir. III. Selim ve II. Mahmut zamanlarında devlet görevlisi olan Tunuslu Hayrettin Paşa, diğer bir fikir adamıdır. “Avrupa dünyası medenîdir. Peki İslâm dünyası nasıl medenî olmalıdır?” adlı soruyu sorup buna cevap aramıştır. Bir Türk ıslâhatçısı olan Küçük Said Paşa Osmanlı’da yetişen önemli devlet adamlarındandır. II. Abdülhamit ve genç Türkler dönemlerinde sadrâzamlık yapmıştır. Görevi sürecinde askerî, idârî alanlarda; mâliye, ekonomi, iktisat ve eğitim alanlarında büyük ıslâhatlar yapmıştır. Türk düşünce târihinde Arap kültürlü aydın Said Halim Paşa ise Osmanlı siyâsî ve içtimâî durumu hakkında “Buhranlarımız” adlı kitabında bilgi vermiştir. “1908 İslâm’da Teşkîlât-ı Siyâsiye İnkılâbı neden başarısız oldu?” sorusuna cevap aramıştır.
Fransız İhtilâli’nin yaydığı milliyetçilik ve özgürlük düşünceleri, Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesi üzerine, Osmanlı Hıristiyan tebaasını etkisi altına almış; Rumlar, Sırplar ve Ermeniler isyan etmiş, bağımsızlıklarını kazanmışlarıdır. Bu isyanlar sonucu kaybedilen topraklar ve Meclis-i Mebusan’da ortaya çıkan ayrılıkçı görüşler, imparatorluğu kurtarma fikri olan Osmanlıcılık cereyanlarını çürütmüştür. İhtilâlin yaydığı fikirler Osmanlı üst tabakasını da etkisi altına almıştı. Mîras, eğitim hakkı, sanat faâliyetleri, kişilerin îtibar hakları, basın hürriyeti, mal, can ve ırz güvenliği gibi konular Rıfat Paşa tarafından bir risâle ile neşrolunmuştur. Bu risâlenin Mustafa Reşit Paşa tarafından Gülhane Parkı’nda okunması ile Tanzîmat Fermanı îlân edilmiş, olumlu ve olumsuz birçok etki bırakmıştır. Özellikle Batı dünyasının her şeyiyle taklit edilmesi, Yeni Osmanlıların tepkisine neden olmuştur. Bu tepkiler İslâmcılık cereyanını doğurmuştur. Osmanlı aydınları ve II. Abdülhamit bundan sonra elde kalan Müslüman tebaayı imparatorluk bünyesinde tutmak ve halîfelik makamının nüfuzunu kullanarak ve kurduğu Hafiyelik Teşkîlâtı ile tüm dünya Müslümanlarını etkisi altına almak için İslâmcılık cereyanına sarılmışlardır. Öyle ki dünya üzerine saldığı hafiyeleri yoluyla Hindistan’dan Türkistan’a hatta Amerika’ya kadar İslâmcılığı yaymıştır. Hıristiyan isyanlarından etkilenerek Müslüman Arap ve Arnavutlar da isyan etmiş ve imparatorluk bünyesinden kopmuşlardır. Bu kopuşlar sonucu İslâmcılık fikri de tesirini yitirmiştir. Osmanlı Devleti’nin kurucu milleti ve hamisi olan Türkler, imparatorluğu kurtarmak için çok çaba sarf etmiş, çok çalışmışlardır. Öyle ki İmparatorluk içinde milliyetçilik fikirlerine en son Türkler sarılmıştır. Çünkü Osmanlı Devleti, zamanla Türklüğü İslâm içinde eritmiştir. Taşra Türkleri kimliklerini korusa da saray ve çevresinde Türklük köylülük olarak görülmüştür. Osmanlıların yerdiği Türklük îtibarı ve onuru Mustafa Kemal Atatürk tarafından tekrar Türk milletine armağan edilmiştir.
Nihâyet Türkçülük cereyanları doğmaya başlamış, Türk adı ve Türklük kavramı ilk defa bu devirde Ahmet Vefik Paşa tarafından zikredilmiştir. İlk ilmî Türkçülüğü de Ahmet Vefik Paşa yapmıştır. Türkistan Türkleri ve Türklerin kökeni hakkında bilgi verdiği “Şecere-i Türkî” bu dönemin en mühim eserlerindendir. Onu Ali Suavi izlemiş, Türk adı, Türk dili, Türk târihi ve Türk edebiyatı alanlarında incelemeler yapmıştır. “Hive Fi Muharrem” adlı eserinde Hive Hanlığının târihçesini, diğer Türk devletlerini ve Osmanlı ile ilişkilerini, Türkistan Türklerini ve Rusya’nın Türkistan’ı istîlâsını anlatmıştır. Süleyman Hüsnü “Lügat-ı Çağatay ve Türk-i Osmani” adlı eserinde Osmanlı Türkçesinin ve Türkistan Türkçesinin köken olarak aynı olduğunu anlatmak istemiştir. Kazan Türklerinden, Osmanlı bünyesinde yetişmiş, aydın, politikacı, mütefekkir ve târihçi Akçuraoğlu Yusuf “Üç Tarz-ı Siyâset” adlı eserini Türkçülük ve Pantürkizm fikirleri ışığında yazmıştır. Edebî ve siyâsî Türkçülük Mehmet Emin Yurdakul, Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı, Ağaoğlu Ali, Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin öncülüğünde yapılmıştır. Türklük bilincinin simgeleri 8. asırda Orhun Kitâbeleri, 11. asırda Kaşgarlı Mahmut’un “Dîvânu Lugâti’t- Türk” eseri, 15. asırda Ali Şir Nevai, 19. asırda yukarıda zikredilen isimler ve 20. asırda ise Atatürk’tür.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.