“Korkma” diye başlanıp ikinci dörtlüğün sonundaki “istiklâl” ile bitirilen ve adına marş dediğimiz istiklâl şiirine haksızlık edildiğini düşünürüm kimi zaman. İstiklâl Marşı’mız aslında bir şiirdir, yakarıştır, uyarıdır. Yangın yerinden geleceğe yollanan mektuptur. Şâirin bizlere cesâret verdiği ve al bayrağın gönlünü aldığı ilk iki dörtlüğü alışkanlıkla okumak, mektubun gerisine ise bakmamak şâire saygısızlık değildir de nedir?

İlkokuldan itibâren özendirilen önemli kazanımlardan biridir İstiklâl Marşı’nın tamamını ezbere okumak. Büyüklerimizin ve öğretmenlerimizin yüzündeki memnûniyeti elde edebilme isteğiyle boyumuzdan büyük dizelerin üstesinden gelmeye uğraşmışızdır çocuk aklımızla. Dilimizin dönmediği birtakım sözcüklerle birlikte sorgusuzca zihnimizde yer etmiştir şiirimiz. Gurur kaynağıdır bizim için on kıtayı bir solukta okuyup bitirmek fakat anlamadan, bilmeden sevmek; gururlanmak olur mu? Olmaz elbet. Önce kendimiz ne dediğimizi düşünmeli sonra çocuklarımıza ezberlemeyi değil anlamayı öğretmeliyiz kanımca. Ancak bu şekilde tam anlamıyla okumuş oluruz İstiklâl Marşı’mızı.

Her gün önünden geçtiğimiz bir evin bahçesinin güzel çiçeklerine dönüp bakmayız, görmeyiz bile. Birisi o bahçeden söz edecek olsa hayal meyal hatırlayıp “Evet, orada bir bahçe olacaktı.” deriz daha önce üzerine düşünmediğimizi fark ederek.  İstiklâl Marşı’mız da böyle bir güzel bahçe gibi geliyor bana. Doğduğumuzdan beri kulağımızda, alışık olduğumuz, tanıdık sözler bunlar. Ancak herhangi bir dörtlük ya da dize için şâirin ne dediğine dâir basit bir soru sorulacak olsa düşünme ihtiyacı hissedeceğiz. Dönüp bakmak gerekmiyor mu bu tanıdık bahçeye, şöyle dikkatlice?

“Ben ezelden beridir hür yaşadım” diyen şâir mübâlağa sanatıyla özgürlüğüne düşkün atalarımızı sığdırır bir dörtlüğe. Sonraki dörtlükte karşımıza çıkan “garp” dediği batılı devletler ise güçlü, çirkin bir canavardır âdeta. Beşinci dörtlükte arkadaşı olur, güç alırız Âkif’ten bu canavara karşı. Der ki bize “Karşındaki güç ne denli büyük olursa olsun sen kendi gücünün farkında olursan hürriyet senindir.” Sonraki iki dörtlük toprak, vatan ve şehit sözcüklerini öyle bir bağlar ki birbirine, ayırmak mümkün olmaz. Kefensiz yatan şehitlerin birer evlâdı olarak biz de içindeyizdir bu bağın. Bu dizeleri okurken toprak, toprak olmaktan çıkar; bir şehit yurdu oluverir. Toprağa “Burası vatandır.” diye imzasını atan şehit için sözcükler boğazda düğümlenmiyorsa, bu okumak değildir. Olsa olsa birtakım kelimelere ses vermektir.

Sekizinci dörtlük Mehmet Âkif’in ve kurtuluş savaşını gören diğer ataların duâsıdır. “Ateş düştüğü yeri yakar.” demişler ama bu öylesi bir ateş değil. Düştüğü yeri, etrafını, hatta rüzgâr savurursa yarını bile yakabilirdi. Söndürenler biliyordu ki ne kadar çetin bir ateşti, ne çok yer alev almıştı. Yurdun üstünde inleyen ezanlar oldukça yad ellerin yaktığı ateşler er geç sönecekti, söndü de. Şâir her zaman uzak olsun istiyor bu tehlike vatanımızdan. Son dörtlükte de şâirimiz al bayrağın gölgesinde huzurlu ve onurlu bir geleceği lâyık görüyor milletine. Bugüne dek ödediği bedelden dolayı Hakk’a tapan milletinin özgürlüğü hak ettiğini dile getiriyor dörtlüğe eklediği beşinci bir dizeyle.

Bir dörtlüğü fark etmeden geçip gittim gibi görünüyor. Hayır, o dörtlüğe takılıp kaldım aksine; dokuzuncu dörtlüğe. Sözlükten yardım almanın yetersiz kaldığı, şâirin şâirliğini vurguladığı dörtlüğe… “O zaman vecd (kendinden geçme, coşkunluk hali) ile bin secde eder -varsa- taşım” diyor Âkif.  Sormadan edemiyorum: Ne zaman ey Âkif, ya bu taş neyin nesi? “Her cerîhamdan (yara), İlâhî, boşanıp kanlı yaşım”. Bu yaraların sebebi nedir, kanlı yaşlar ne için dökülüyor? “Fışkırır rûh-i mücerred (soyut, cisimsiz) gibi yerden na’şım/ O zaman yükselerek arşa (göğün en yüksek yeri) değer, belki başım”. Şiir değil bir resim duruyor karşımda. Çok etkileyici fakat tam olarak kavrayamıyorum bu resmi. Koyu gri ağırlıklı, al rengin karıştığı, doğa üstü bir anın dondurulduğu hissi veren, anlamı sanatçıda gizli bir resim gibi. Şimdiye kadar okuyup geçerken -daha doğrusu okuduğumu zannederken- nasıl oldu da bu tabloyu görmedim, şaşırıyorum. İstiklâl Marşı’nın dörtlüklerinin tek tek yorumlandığı yazıları biraz karıştırınca anlıyorum. Mehmet Âkif değil bu tablonun ortasındaki: bütün şehitlerimizi temsil etmek için seçilmiş genç bir beden. Kendisi uzanmış yatıyor da mezar taşı secde ediyor defalarca. Yaralarından akan kanlar acı vermiyor. Ölümü, sonsuz hayatında cennete açılan bir kapı… Bu yüzden üzüntü yok, korku yok yüzünde. Bu yüzden bir an evvel göğe yükselmek için istekli. Geride kalanlar için de hiç endişeli değil. Biliyor ki daha pek çok inançlı ve kararlı yoldaşı gelecek ardından. Diğerleriyse özgürlük marşını söyleyecekler bir zaman sonra. Bundandır ki bu tablonun kırmızısı ölüm değil, bayrak tonunda.

Taşlar yerine oturuyor. Bilinmez gibi gelen bir bilmeceyi çözmeye benzeyen rahatlık yayılıyor zihnime. Biraz da utanca benzettiğim garip bir duygu sarıyor etrafımı. Şimdi resimdeki kahraman beni izliyor gibi, ardında beliren ve tabloya sığmayan nice kahramanla birlikte. Şiir deyip geçemiyorum gerçeğin görüntüsüne. Sadece şiir değil bu artık benim için; târihin özeti. Okumak şimdi mümkün. Gerçekten okumak bundan sonra…

Aslına erince tüm dörtlüklerin, Fransızcadan dilimize geçmiş “marş” sözcüğü ne kadar soğuk duruyor “istiklâl”in al sıcağında. Yabancı geliyor. Yine de adına marş diyelim, zararı yok. Fakat bilelim, fark edelim bu tek heceye sığmayan dev eserimizi. Eserimiz diyorum, Mehmet Âkif’’ten hediyedir her birimize, bizimdir o. Üzeri tozlansın, kutunun içinde yıllansın diye değil; hakkıyla okunsun ve anlaşılsın diye verilmiş bir hediye. Allah’tan bir daha İstiklâl Marşı yazdırmamasını dilediği milletine… Silâhlı yiğitleri, kalemiyle en iyi gösterenlerden biri olarak; gördüğü ve görmeye ömrünün yetmediği milletine değeri ölçülemez bir hediye… Yazmak ona düşmüş, ne mutlu… Hakkıyla okumaksa bizlere…

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.