İstiklâl, maddede kan ve gözyaşı, ruhta azim ve fedakârlık üzerine inşâ edilen bir eserdir. En önemli yapı taşı insandır. Temeli can ile atılır. Mutlaka can almak ister. Toprağa kök salabilmek için mecburdur. İstiklâl uğruna fedâ edilen canlar bâzen öz evlâtların bâzen de taşeron ülke çocuklarınındır. Ben ikinci seçeneğe “ikâme hayatlar” diyorum. Yerine yaşamak. Daha doğrusu yerine ölmek. Öz evlâtlarının acısına râzı olan devletlerin yaptığı gibi onurlu bir tavır değildir ancak ihtiyaç duyulan can sağlanmış olur. İki tür hîle ile elde edilir: Yalan ve korku. En yakın örneği, aziz milletin, savaşa taraf dahi olmayan milletlerle çarpıştığı Çanakkale Harbi’dir. Mehmetçik, Îtilâf Devletleri dışında, Anzaklar, İskoçlar, İrlandalılar, İngiltere’nin sömürgeleri olan ülkelerden gelenler, Fransız sömürgelerinden gelen Müslüman Senegalliler, Araplar, Yahûdiler ve hatta Hindistan ‘dan askerlerin bile aralarında olduğu, ismi telaffuz edilen devletlerin ikâmesi çeşitli ırklarla savaşmıştır.

 

             “Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,

Osrtralya’yla beraber bakıyorsun; Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk.

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi Yamyam, kimi bilmem ne belâ

Hani tauna da zuldür bu rezil istîlâ...”

 

Her hâl ve şartta mücâdelesini öz evlatlarıyla sürdüren atalarıma selâm olsun. Elde edilen zaferler için Allah ‘tan başka kimseye borçlu değiller. Türk ‘ün târih boyunca sömürgecilik yapmadan, boyun eğmeden bileğinin hakkını yediğini konuya başlamadan kısaca vurgulamak gerekliydi. Bu misyonu tamamladık.

 

İstiklâl, bağımsızlık demektir. Elbette yalnız millî marş ve bayrağın varlığı bir milleti bağımsız kılmaz. Bağımsızlık siyâsî, mâlî, ekonomik, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve serbestlik demektir.

 

Savaştan çıkmış devletin siyâsî başarısı, bağımsızlığını sürdürebilmesi için son derece önemliydi. Kültür, eğitim, güvenlik, adâlet gibi toplumu millet yapan değerlerin tamamı doğru kararlar alan dürüst, özverili ve vatanperver bir siyâsî irâdenin varlığına muhtaçtı. İstiklâl Mücâdelesi’nin ardından adlî yapının sağlığı dahi siyâsî otoritenin duruşu ve tavrı ile doğrudan ilgiliydi. Dolayısıyla siyâsî bağımsızlığını kazanamamış bir toplum, savaştan gâlip çıkarak devlet olsa bile bağımsız sayılamaz; bayrağı olan, marşı olan federal bir yapı taşı olarak yaşamaya mecbur olurdu. İşte, Türk Millî Mücâdelesi’nin en önemli noktası burasıdır. Mustafa Kemal başta olmak üzere siyâsî otoritenin kararlılığıyla çizilen siyâset üstü bir hedef: Tam bağımsızlık. Milletin âşık olduğu tam bağımsızlığa verilen isim ise İstiklâl Marşı’ydı. Cephede yazılan destanların ardından istiklâle verilen bu isim öksüz bırakılmamış, bayrağa ve hürriyete sâhip çıkılmıştır.

 

 “Uçurumun kenarında yıkık bir ülke… Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar… Yıllarca süren savaş… Ondan sonra, içeride ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet ve bunları başarmak için aralıksız devrimler…”

 

Mustafa Kemal ‘in bahsettiği yeni vatan, yeni devlet ve aralıksız devrimler, elimizde tuttuğumuz İstiklâl Marşı isimli anahtarın tam bağımsızlık kilidinde çevrilmesini ifâde etmektedir. Türk Milleti, göğsünde şerefle taşıdığı Kurtuluş Savaşı zaferinin ardından Mustafa Kemal önderliğinde hürriyet kilidini açmıştır. Nasıl ki Mehmet Âkif, “Korkma!” diyerek başlamıştı kahraman ordumuza hitabına, millette tam bağımsızlığa ulaşmak için korkusuz adımlar atmıştır. Cephedeki cesâreti savaş sonrasında da devam etmiştir.

 

İstiklâl Şâirimiz “Korkma” derken Mehmetçiğin cepheye değil şehâdete yürüdüğünün farkındaydı. Korkulan can vermek değildi, çiğnetmekti vatan toprağını. Korkularından emin olması için Mehmetçiğe verilmiş bir sözdü İstiklâl Marşı:

 

“Sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.”

 

Milletin ağzından Mehmetçiğe sesleniyordu İstiklâl Şâiri. Arkandayım diyordu. Çağlara yayıldı bu sesleniş. Yüz yıl sonra Mehmet Âkif ‘ten aldığım ilhamla şu satırları ekledim mısrâlarıma:

 

“Korkma! Vatan iyesiz kalmaz şehit olsan da,

Nefes alan tek nefer varsa O ‘da arkanda.

Sen ölürsen biter mi? Çiğnenir mi bu vatan?

Hayır! Asla! Ben varım. Arkanda kurşun atan.”

 

Ardından, uğruna can veren yiğitler adına nazlı hilâle seslenirken bir serzeniş hatta bir tehdit oldu İstiklâl Marşı:

 

“Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl.

Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet bu celâl.

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl 

Hakkıdır Hakk ‘a tapan milletimin istiklâl.”

 

  Ne yazık ki her hak kolayca elde edilmiyordu. Hakkın olana sâhip olmak için mücâdele edilmeliydi. Esârete karşı savaşıp istiklâle kucak açmak gerekiyordu. Bu çarpışmada bir mermiydi İstiklâl Marşı esâretin göğsüne sıkılan:

 

“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.”

 

Ezelden beri hür yaşayan, bendini çiğneyen, enginlere sığmayan Âkif ‘in zâtında Türk Milleti’ydi. Bu millet Bağımsızlık Mücâdelesi’ni de yarım bırakacak değildi. İnkılâplar birbirini kovaladı. Sonunda, sağlam bir siyâsî otoritenin, parlak fikir insanlarının, bağımsız bir ekonominin varlığı kabul gördü. İstiklâl Marşı ile isimlendirilen hürriyet serpildi, gözü kara bir delikanlı oldu.  Kilitli kapılar ardına kadar açıldı. Millet tam bağımsızlık ile kucaklaştı. İstiklâl Marşı, usta bir kalemle şekillendirilen anahtardı. Kilitleri açmak için ve tüm kilitlerin sâhibine el açılarak yapılan bir duâydı:

 

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?

Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!

Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüdâ,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ. 

 

Ruhumun senden, ilâhî, şudur ancak emeli:

Değmesin mâbedimin göğsüne nâmahrem eli.

Bu ezanlar ki şahâdetleri dinin temeli,

Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.”

 

İstiklâl Marşı, millet için her şeydi. Bir isim, bir söz, bir sitem ve bir duâydı ama belki de en önemlisi çağların ötesinde bir uyarıydı:

 

“Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı:

Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.”

 

Bugün, Mehmet Âkif ‘in uyarısına rağmen geldiğim nokta ise son derece üzücü. Üstüne tek bir taş koymadığım bu vatanı sözle sâhiplenmenin riyâkârlığı altında boğulduğumu hissediyorum bâzen. Cephede dünya ile savaşan dedelerimin mirâsını yiyorum. Kendi inkılâbımı gerçekleştiremediğim takdirde geleceğim karanlık. Parlak geçmişin ışığı giderek cılızlaşıyor. Atalarım helâl etmiyor hakkını bana. Söylediklerine kulak asmamış ve teslim olmuşum umutsuzluğa. Yine Mehmet Âkif ‘in dizeleriyle biraz olsun açıyorum gözlerimi:

 

“Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak

Alçakça bir ölüm varsa budur ancak.

Dünyada inanmam, hani görsem de gözümle.

İmânı olan kimse gebermez bu ölümle:

Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’

Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

 

Yapmam gereken fedakârlık küçük ancak meşakkatli. Kanlı bir boğuşmanın içinde değilim, olmayacağım da. Dünya artık farklı bir yer. Bilimle koşulan, nesilden nesile devredilen bir bayrak yarışı. Üzerime düşen bu yarışta, bir metre bile olsa, bayrağı taşımak. Daha çok çalışmak. Ne yapıyorsam en iyisini yapmak. Öğrenciysem derslerime, doktorsam hastalarıma, hâkimsem adâlete dört elle sarılmak. Azmi elden bırakmadan, umutsuzluğa düşmeden.

 

“Hüsrâna rıza verme… Çalış… Azmi bırakma;

Kendin yanacaksan bile, evladını yakma!”

 

Kazanırken terlemeyen kaybederken ağlayamaz. Bu kadar basit ama bir o kadar zor. Düşündüklerimi başardığımda Âkif hakkını helâl edecek bana. Atam Kürşad, Alparslan helâl edecek hakkını. Fatih gurur duyacak benimle. Şanlı târihin nuru, gözümü alacak. İşte bu yüzden uyumamalıyım. Üstelik, uyutmamalıyım da. Kelimeler birer raptiye olmalı.

 

Kalemin akışı her zaman aynı değildir. Bâzen usulca kayıp gider. Hoş bir his bırakır tende, ruhta. Bâzen de sivridir. Acıtır. Rahatsızlık verir kâğıda dökülenler. En çok da kendimi rahatsız ederim. Can yakıcı bir savaş verir yaptıklarım ve yetişemediklerim. En çok kendim kanarım, gerçek devâyı bulmak ve öncesinde irini boşaltmak için. Sonra savaş genişler. Cepheler büyür. Yüzlerce zihin kendisiyle kavgaya tutuşur. Kazanan, aklın güçlü tarafı olur. Tıpkı Mehmet Âkif ‘in yaptığı gibi. Tâcettin Dergâhı’nın duvarlarına tırnaklarıyla kazıdığı İstiklâl Marşı’nı aslında milyonlarca insanın zihnine kazıdı. Öncesinde kendi savaşını tamamladı. Ardından aydınlattı vatanperver dimağları.

 

Önce kendi savaşımı tamamlamak istiyorum.

Ardından mazlûm milletlere ses olmak…

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.