Sevgili kardeşim, bugün bizim açımızdan çok önemli bir konuya değinmek istiyoruz. Bir Türk genci İslâm’ı nasıl öğrenmeli? Çocukluğumuzda neredeyse her yıl âilemiz bizi câmilerdeki Kur’an kurslarına gönderirdi ve orada mahallemizin diğer çocukları ile hem sosyalleşmemiz hem de Kur’an-ı Kerim okumayı öğrenmemiz sağlanırdı. Şahsım ve kardeşlerim en az üç dört yaz tatilimizde bu faâliyete katıldık. Alfabeden başlayıp Kur’an-ı Kerim’in okunmasına geçinceye kadar süren kurslar; Kuran’a geçtikten sonraki beş on gün içinde biter ve ardından ertesi yıl aynı senaryo baştan yaşanırdı. Bu süre zarfında temel ibâdet esasları da câmi hocası tarafından öğretilmeye çalışılırdı.
Çocukluğumdan hatırladığım dinle temâsım bundan ibâretti ve eminim bizim neslin de büyük çoğunluğunda durum benden farklı değildi. Sonrasında okullarda din kültürü ve ahlâk bilgisi dersleri görmeye başladık. Bu derslerde adı üzerinde dinle alakalı genel kültür ve ahlâkî bilgi vermeyi hedefleyen ve bu çerçevede büyük ölçüde suya sabuna dokunmayan derslerdi.
Câmilerde verilen Kur’an kursları ve okullardaki din kültürü derslerinin ciddî bir dinî ve ahlâkî eğitim veremeyişinden dolayı dindar ve milliyetçi âileler büyük ölçüde çocuklarına bu eğitimi ya âile içi metotlar ile vermeye çalışıyorlar ya da daha büyük bir kısmı yakın çevrelerindeki cemâat çevrelerinin organize ettiği kurslara çocuklarını gönderiyorlardı. Bundan daha da vahimi bu âileler çocuklarının sâdece dinî eğitimini değil bütün eğitimlerini cemâat okullarına bırakarak kendi yüklerini hafifletirlerdi. Bu durum 1980-2010 dönemi içerisinde Türkiye’de faâliyet gösteren dinî cemâat ve tarîkatların palazlanmasının da önemli nedenlerinden birini oluşturuyordu.
Dinî eğitimin bu şekilde yapılması ilk anda çok doğal bir süreç gibi görünse de yıllar geçtikçe bunun aslında ne kadar sakıncalı bir durum ortaya çıkardığını hepimiz gördük ve anladık. Neydi bu eğitim şeklinin yarattığı sıkıntı? Bu sıkıntı millî bağı kuvvetlendirmesi gereken ortak unsurlardan olan kültür ve dînin zaman içerisinde bağlayıcı özelliğini yitirip ayrıştırıcı, bölücü bir rol oynamasını sağlaması idi. Nasıl mı? İzah etmeye çalışayım.
Bu konuyu anlamak için cemâat ve tarîkatların daha önceki bâzı yazılarımızda da değindiğimiz bâzı özelliklerine tekrar değinmekte fayda var.
1) Türkiye de faâliyet gösteren cemâat ve tarîkatların büyük kısmı belirli şahısların (ölmüş ya da hayatta) fikirleri etrafında kümelenmiş yapılardır. Bu çerçevede cemâatlerin ortak paydaları son derece azdır.
2) Türkiye’de faâliyet gösteren cemâat ve tarîkatların büyük kısmı mensuplarından burs, himmet, hizmet, hayır, zekât ve sadaka adı altında para toplarlar. Toplanan bu paralar zaman içerisinde ciddî rakamlara ulaşmıştır. Bu sermâye ile farklı iş kollarında faâliyet göstermeye başlayan bu yapılar zaman içerisinde holdingleşmişlerdir.
3) Türkiye’de faâliyet gösteren cemâat ve tarîkatlar eğitim metodu olarak başlarındaki lider, hoca ve şeyhe mutlak itâati öngördükleri için bu kitlelerin değişik alanlara (doğru, yanlış ayrımı gözetmeksizin) yönlendirilmeleri ve kullanılmaları çok kolaydır. Bu kolaylık bu kitleleri değişik yerli ve yabancı siyasî yapılar, yabancı istihbârat örgütleri tarafından kullanılmaya açık hâle getirmektedir. Çünkü bu yapılar, cemâat veya tarîkatın başındaki veya yönetimindeki sınırlı sayıdaki insanı kontrol ederek tüm cemâatin siyasî eğilimlerine yön verme imkânı bulmaktadırlar.
4) Bu kolay kontrol kâbiliyeti, cemâat yöneticileri tarafından da siyâset= ticâret şeklinde kolay kazanç yolunda kullanılmaktadır.
5) Cemâat ve tarîkatların vermiş oldukları din eğitimi ağırlıklı olarak Türk kültür, târih ve inanç havzasından beslenmeyip tam tersi Arap, Hint ve İran ekollerinden beslenmektedir. Dolayısı ile yetiştirdikleri insan tipi Türk kültüründen uzak ve Türk Müslümanlığına yabancı olan bir insan tipidir. Hatta çoğu zaman bu anlayışa sapık gözü ile bakmaktadırlar.
6) Cemâat ve tarîkat mensuplarının büyük çoğunluğu ayakları yere basmayan siyasal ümmetçilik fikrinin zaman içerisinde savunucusu ve payandası hâline gelmişlerdir. Siyasal ümmetçilik de kendi sistematiği içinde millet değil de târihte hiçbir zaman gerçek bir sosyal grup olamamış soyut ümmeti baz aldığı için bu yapılar millî menfaatlerimize zarar veren birçok fikri, farkında olarak veya olmayarak destekler hâle gelmişlerdir.
7) Cemâat ve tarîkatların birkaç küçük istisnâ hâriç neredeyse tamamı cumhuriyetin kurucu kadrolarına, başta Mustafa Kemal Atatürk ve kurucu fikri olan Türk milliyetçiliği ile problemlidir. Ve cemâat içinde verdikleri dinî eğitimin tamamlayıcı bir parçası olarak muhakkak ilerleyen zamanlarda kendi mensuplarını “Atatürk, Cumhuriyet ve Türk Milliyetçiliği” düşmanlığını aşılarlar.
Tüm bu ortak paydaları değerlendirdiğimizde çocukluğundan îtibâren belirli cemâat ve tarîkatların eğitimini almış olan gençler, yetişkin bir insan olduklarında kişilikleri tamamen cemâat tarafından şekillenmiş, tercihlerini tamamen cemâat menfaatleri lehine kullanan, çok sıklıkla içinden çıkmış oldukları milletin değerleri ile çatışma içinde olan insanlar hâline gelmektedirler.
“Cemâat menfaatlerini ön plana almak neden kötü olsun ki? Sonuçta bunlar alınları secdeli, ağızları duâlı insanlar değil mi?” diye düşünenleriniz var ise söyleyeyim söz konusu özellikle devlet yönetimi ya da herhangi bir sosyal kurumu idâre etmek olduğunda kişide esas aranması gereken özellik liyakattir. Hazreti Peygamber kutlu bir sözünde şöyle buyurur: “Ben iki âdil zamanında dünyâya geldim.” Peygamberimizin bu sözünde adâletle vasıflandırdığı kişilerden biri Habeşistan Kralı olan Hristiyan Necaşi diğeri ise İran Kralı olan Mecusi Nuşi Revan’dır. Bu şahıslar farklı din mensubu olsalar dahi Hazreti Peygamber bu kişilerin kendi toplumlarını adâletle yönetmelerini övmüştür. Yine Mekke fethedildikten sonra Peygamberimizin Kâbe’nin bakımını yapması için Kâbe anahtarlarını eski görevlisi olan müşrik Osman Bin Talha’ya, emânetlerin lâyık olanlara verilmesi prensibi çerçevesinde verdiğini biliyoruz. Buradan da cemâat, tarîkatların bugünkü yozlaşmış yapıları içinde her türlü idarî ve devlet görevini kendilerinden olanlara vermelerindeki yanlışlığı bir kere daha görmüş oluyoruz. Kaldı ki yukarıda belirtmiş olduğumuz son maddedeki düşmanlıklar dikkate alındığında bu zihniyete sâhip kişilerin devlet aygıtında yapabilecekleri tahrîbâtı siz de tahmin edebilirsiniz.
Yukarıda saymış olduğumuz birçok nedenden ötürü cemâat ve tarîkatların vermekte oldukları din eğitiminin, toplumumuzda gerekli olumlu dönüşümü yaratamadığını görüyoruz. Geçtiğimiz on yıl bu durumun net görüldüğü bir dönem oldu. Bu ülkede cumhuriyet kurulduğundan beri cumhuriyetin kuruluş felsefesi ve değerleri ile problemli olan cemâat ve tarîkat tabanlı siyâsal İslâmcı hareket, özellikle 1980-2000 yılları arasında ezilmişlik edebiyatını en profesyonel şekilde yaparak 2000’lerin başında ülkemizde iktidâra geldi. İktidâra geldiği günden îtibâren hunharca cumhuriyetin tüm değerleri ile yetiştirmek istediği insan tipi ile savaşa girdi. Kendi kadrolarını oluşturabilmek adına cemâat ve tarîkatlara devletin her imkânını seferber etti ve kendi kadrolarını garantiye almak için ülkenin her tarafında binlerce imam hatip lisesi açtı.
Devletin sivil ve askeri bürokrasisini cemâatlere terk etti. Sonuç 15 Temmuz 2015’te bu ülke cemâat kökenli bir terör örgütünün darbe girişimine tanıklık etti. Bu sonuç durumu değiştirdi mi? Hayır. 2015 sonrası durumda bir cemâat yerini diğer cemâatlere terk etti ve hâlâ devlet içi yanlış yapılanma sürüyor. Asıl üzücü olan ise dinî referanslarla gelen bu iktidar döneminde ülkemizdeki ateist ve deist genç sayısının biraz da mevcut iktidâra tepki tabanlı olarak çok endişe verici sayılara yükselmiş olmasıdır. Cumhuriyet târihinde hiç görülmemiş bir ölçekte medyada, sosyal medyada, basılı ve yazılı kaynaklarda dinî referanslı yayınlar yapılırken; yine cumhuriyet târihi boyunca görülmemiş sayıda imam hatip okulunda din dersleri veriliyor. Cemâat, tarîkat faâliyetleri resmî ve gayri resmî vakıflar-yapılar üzerinden çok geniş tabanlı olarak sürdürülüyorken toplumda din düşmanlığının, ateizmin ve deizmin özellikle gençler arasında bu kadar yaygınlaşmış olması yapılan işte bir ârıza olduğunu bize net bir şekilde gösteriyor.
Peki ârıza nedir ve nasıl giderilebilir?
Kanaatimizce en büyük ârıza din eğitimi alanında tüm toplum nezdinde ortak bütünleştirici bir müfredatın oluşturulamamış olmasıdır. Devlet aygıtının başındaki kadroların özellikle eğitim ve kültür meselelerine bakışı siyasal İslâmcı ve mezhep-cemâat taassubu içinde olduğu için bu ortak payda sağlanamamıştır. Bunun sağlanabilmesi için önce devletin kendi kimliğini net algılayabilmiş olması gerekir. Hâlâ Türk kimliğini bir millet adı olarak değil bir etnisite olarak gören bir zihniyet milletleşmeye katkı sağlayacak bir millî din eğitimi politikası üretmesi mümkün değildir. Bu zihniyet tam tersine bugün yaptığı gibi milleti ümmete dönüştürmeye çalışan kozmopolit bir eğitim politikası ortaya koyar.
Bizim bu konuda ki önerimiz şudur. İlk olarak tüm Müslümanların ortak paydası olan Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesinin tüm okullarda zorunlu ders olarak okutulması gereklidir. Böylelikle hangi mezhepten, cemâat ve tarîkat yapısından gelirse gelsin her Türk evlâdının Allah’ın din nâmına en öz bir şekilde ne bildirdiğini kendilerinin okuyup anlaması imkânı sağlanmış olur. Daha sonra peygamberimizin hayatı ve mücâdelesi herhangi bir mezhep gölgelemesine imkân vermeden ve efsanelere bulaştırılmadan net bir şekilde aktarılmalıdır ki Kur’an’ın da bize anlattığı “İnsan Peygamber” ilahlaştırmadan onun mesajının ve en önemlisi ahlâkının örnek alınabilecek yönleri bugünün gençlerine ulaşabilsin.
Bundan sonraki süreçte vurgulanması gereken Türklerin İslâm’a girişi sonrası medeniyet iddiası sâhibi oldukları dönemlerde Türk milletinin inanç kodlarına uygun dinî yorumlayışı olarak kabul ettiğimiz ve üç aşamada ifâde edilen Türk Müslümanlığının detaylı bir şekilde gençlerimizle buluşmasının sağlanmasıdır. Üç aşama derken kastettiğimiz de Türk târihine damgasını vurmuş metotlar olan amelde Hanefîlik, îtikatta Mâturîdîlik, tasavvufta da Yesevilik çizgisidir.
Bugün Türk milletinin tekrar târihinde olduğu gibi yüksek ahlâklı bir millet olabilmesi ancak yeniden eğitim meselesini ele alıp ahlâklı bir nesil yetiştirmekle mümkündür. Ahlâk meselesini dinden bağımsız seküler bir ahlâk olarak kurgulamaya çalışmak akıntıya karşı kürek çekmek demektir. Çünkü bugün seküler ahlâk çerçevesinde pazarlanmaya çalışılan evrensel insanî değerlerin tamamının kaynağı yine dinlerdir. Ancak son kırk yıllık tecrübemiz bize din meselesinin eşek sırtından toptancı bir şekilde câmilerde Kur’an kursu ve okullarda din kültürü ahlâk bilgisi dersleri ile geçiştirilemeyeceğini gösterdi. Bu durum fıtrî bir ihtiyaç olan din eğitimindeki boşluğun yanlış mercilerce doldurulacağını ve bu sefer yağmurdan kaçarken doluya tutulacağımızı bize tekrar anlattı.
Ümitsizliğe kapılmamıza gerek yok. Özellikle iletişimin, sosyal vâsıtaların cep telefonları ve internet üzerinden evlerimizin içine kadar girmiş olduğu bu dönemde doğru bilginin doğru bir sunumla çok çabuk topluma mâl edilebileceğini biliyoruz. O zaman yapılması gereken şey iki kanaldan doğru bilgi ile gençlerimizi buluşturmaktır. Yâni millî eğitim sistemi üzerinden yukarıda değindiğimiz müfredatın ivedi bir şekilde okutulmaya başlanması ve bununla birlikte bu müfredatın içeriğinin doğru bir sunum tekniği ile gençlerin rağbet gösterdiği sosyal iletişim platformları üzerinden yaygınlaştırılmasıdır. Bu gerçekleştirildiği takdirde insan fıtratına en uygun din olan İslâm’ın doğru anlatılışı, baharda toprağa düşen yağmur damlalarının çorak toprakları yeşertmesi gibi kırk yılı aşkın bir süredir çoraklaştırılmaya çalışılan gönüllerimizi yeniden yeşertecek ve bir medeniyet hamlesinde Türk milletini bütünleştiren ve kenetleyen kültürümüzün mayasını kuvvetlendirecektir.
Gayret bizden başarı Allah’tan…
Tanrı Türk’ü korusun ve yüceltsin.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.