Süleymaniye ve Beyazıt Kütüphâneleri modern şekilde tâmir ve tanzim edildi. Kırk yaşını geçmiş insanlar, buralarda yazma ve basma bütün târih, hukuk, edebiyat vs. dallarındaki eski eserlerimizden mürekkep millî kültür hazînemizle temasa gelebilirler.
Bu nesil öldükten sonra ne olacak? Eski harfleri ve eski Türkçeyi bilmeyen genç nesiller, bu kütüphânelerimizden faydalanamıyor ve faydalanamayacaklar. Hepsinin kapılarını kapatmak zorunda mı kalacağız?
Umûmî kütüphâneler birkaç mütehassıs için değil, umûm içindir. Her memlekette halk ve gençlik, buralarda geçmişin ilim, san’at ve edebiyat mîrasından kültür payını alır. Bizde ise bugünün ve yarının gençliği, hemen hiçbirisi yeni harflere çevrilmemiş ve topyekûn çevrilmesine de imkân olmayan, olsa da dilini anlayamadığı bu eserleri okuyamaz. Ne Peçevî, ne Naîmâ, ne Cevdet Paşa, ne Dîvan, Tanzîmat ve Servet-i Fünûn şâir ve nâsirleri, ne Fecr-i Âti yazarları, hatta ne de bizim neslin eserlerinin bir kısmı Latin harflerine çevrilememiş edebiyatçıları bugünün ve yarının gençliği için dünyaya gelmemişten farksız olacaklardır.
***
Hiçbir devlet ve hükûmet reisimizin, hiçbir maârif vekilimizin önünde bir sâniye durmadıkları bu kültür fâciasının dehşeti içinde kalan veya buna aldırmayan gençlerimiz vardır. Aldırmamakla kalsalar, nelerden mahrum edildiklerini bilmedikleri için mâzur görülebilirler. Fakat aralarında bâzıları, bu bahis açıldığı zaman hakârete uğramış gibi öfkelenirler. Bu atom çağında eski eserlerin, mütehassıslardan başkaları için değeri olmadığını ileri sürerler. İngiltere’de Shakespeare’i, Fransa’da Racine’i, Corneille’i, Montaigne ve Rabelais’yi anlamaktan âciz bir tek lise genci mevcut olamayacağını bilmezler veya hatırlamak istemezler. Son Osmanlı şâirlerinden Ahmet Haşim’in nisbeten bugünkü dille yazılmış birkaç şiirini anlamayı, onu kavramak ve tam ölçüde değerlendirmek için yeter şart sanırlar. Geçen gün bir mektubundan bahsettiğim genç, ikinci bir mektubunda kullandığı bâzı kelimelerden dolayı özür diledikten sonra, daha çirkin bir edâ içinde kelimelerini tekrarlıyor ve soruyor: “Sizin dilini ve edebiyatını bilmediğiniz yabancı ediblerden sevdikleriniz yok mudur?” Bu genç, o yabancı edibleri Fransızca veya Türkçeye tercümelerinde okuyabileceğimizi düşünemiyor, okuyup anlamadan hiçbir edibi sevmemize imkân olmadığını hâlâ kabul etmiyor, hayretimizi arttıran bir anlayışsızlıkla bâtılda ısrar ediyor. Mektubunun sonunda da aynı tehdit: “Bu korkunç iddialarınıza karşı, şu meşhur edeb ve terbiye ölçülerini kaçırmamak gayretini ileride pek çok konuda gösteremeyeceğim.”
Artık mizah vâdîsine girdiğimiz için, bu gence birçok genç okuyucularımın verdiği cevapları gülerek gözden geçirebiliriz.
Bir tânesi, Süleymaniye Câmi karşısında Muammer Başar, boyunun 1.77, kilosunun 77 olduğunu haber veriyor ve diyor ki: “O tüysüz delikanlı sizin gibi muhterem bir zâtı döğüşe dâvet ediyorsa, aşağıya açık adresimi yazıyorum; istediği yerde, istediği şekilde, istediği zaman onunla boy ölçüşmeye hazırım.”
Ankara Üniversitesi Zirâat Fakültesinde Yalçın Doğaner de yine o gence yüksek tahsil gençliğinin tercümanı olamayacağını hatırlattıktan ve gereken cevapları verdikten sonra, şu ihtarda bulunuyor: “Fikirle karşı çıkamayacağın bir alanda pazı kuvvetine başvurursan, pazısı seninkinden daha kuvvetli bir genç senin kafanı patlatır.”
Daha böyle imzâlı ve imzâsız birkaç şirin mektup.
Maçka dullarının beni tehdit ettikleri zaman da birçok dost okuyucum beni bir müdâfaa çemberinin içine almak, azılı sosyete hanımlarımıza karşı korumak istemişlerdi.
Teşekkür ederim. Fakat kendimi müdâfaadan âciz ve himâyeye muhtaç bir hâle geldiğimi zannetmiyorum. Sonra ortada gençlerimizi birbirine düşürecek bir umûmî harp sebebi de yok. Bütün târihiyle millî kültürümüzü gençliğimize tam ölçüde tanıtmak ve sevdirmek bahis mevzûudur. Bu özlemimde gençlerimizin çoğu beni yalnız bırakmıyor. Gereğinin yapılması ilgili makama düşer. O makam da Atletizm Federasyonu değildir.
Kaynakça
Peyami Safa, Eğitim Gençlik Üniversite, Sayfa:263, Ötüken Yayınları
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.