“Baktım gözüne kaşına,

Benzettim Hümâ kuşuna,

Beni hicran ateşine,

Yakan dilber kiminsin sen…”

Hümâ kelimesinin dilimizdeki yaygın anlamları; cennet kuşu, devlet kuşu, tâlih kuşu, saâdet, kut, uğur ve mutluluk olarak bilinmektedir. Türkiye Türkçesinde Hümâ şeklinde kullanılan kelime bâzı Türk lehçelerinde Kumay ya da Umay şeklinde de telaffuz edilir. Telaffuz şekli farklılık gösterse de hemen hemen bütün Türk topluluklarında Hümâ’ya yüklenen değer ve anlam bir bütünlük arz etmektedir. Türk mitolojisinde Hümâ kuşu için tam anlamıyla bir mekân tasvir edilememiş, onun yaşadığı yerin gözle görülemeyecek kadar yüksek ve akıl almayacak kadar eşsiz bir yer olduğu düşüncesi, Hümâ kuşunun çeşitli Türk boyları tarafından ongun olarak kabul edilmesine de sebep olmuştur. Bilindiği gibi eski Türk geleneklerinde var olan ve ongun ya da onkun şeklinde ifâde edilen inanışa göre her Türk boyunun kendine has bir ongunu olmuştur. Yaratıcının varlığının yeryüzündeki yansıması ya da varoluş biçimi olarak kabul edilen ongunlar, o boyun koruyucusu ve aynı zamanda kağana ve boya tâlih getiren bir figür olarak kabul edilmişlerdir. Genellikle şâhin, doğan, kartal gibi güçlü kuşlar olarak belirlenen ongunlar destanlarda soyundan gelindiğine inanılan kurt ya da bir koç olarak da karşımıza çıkar. Bu inanış çerçevesinde yedi kat göğün üzerine çıktığına ve doğrudan Allah’a ulaştığına inanılan Hümâ kuşu da Çepni Türkleri tarafından ongun olarak kabul edilmiştir. Oğuz Kağan’ın eşinin de Hümâ’yı ongun olarak kabul ettiği anlatılagelen rivâyetler arasındadır.

Hümâ kuşunun yedi kat gökler üzerinde uçup yaratıcı ile konuşabildiği inancı Hümâ’yı cennet kuşu olarak tasvir etmemize sebep olurken üzerine gölgesinin düştüğü kişinin hükümdar olacağı inancı ile de devlet kuşu özelliği ön plana çıkmaktadır. Bâzı kaynaklar günümüzde de sıkça kullanılan “başına tâlih kuşu konmak” sözünde bahsi geçen kuşun Hümâ olduğunu söylemektedir. Hümâ kuşunun yere kırk arşından fazla yaklaşmadığı, bir yere konmaya ihtiyaç duymadığı için ayaklarının olmadığı, göklerde yumurtlayıp yavrularını havada çıkardığı, asla canlı bir şekilde ele geçirilemediği, hiçbir canlıya zarar vermediği ve onu kasten öldürenlerin kırk gün içerisinde ölecekleri genel bir kabul olarak karşımıza çıkar. Hümâ’ya kasten zarar verenlerin kırk gün içinde ölecekleri inancı, aslında tahtı ve hükümdarlığı Hümâ sâyesinde kazanan kağana karşı kasten bir hareket içinde olanlara yapılmış sert bir uyarı olarak da değerlendirilir. Hükümdâra karşı haksız yere başkaldıranların Hümâ kuşunu öldürenlerle aynı âkıbete uğrayacağı düşüncesi dolaylı olarak Hümâ’ya kağanı ve devleti koruma görevini de yüklemiştir. Bu mânâda ele alındığında Hümâ kuşunun Türk devlet felsefesinde önemli bir yer edindiğini söylememiz mümkündür. İslâm öncesi Türk târihinde sıkça karşımıza çıkan Hümâ, eski Türklerde doğa üssü güçleri olan bir tür tanrıça olarak kabul edilen Umay’la aynı kabul edilmiştir. 16. yüzyılda eserler veren Azerbaycanlı şâir Saib Tebrizi, “Bir Humay’dan doğup sonra Humay olduk biz.” diyerek Hümâ’yı insanlığın ilk annesi olarak tasvir ederken bu mitolojik figürün aynı zamanda annelerin çocuklarına bakmasına da yardımcı olduğuna inanılır. Bu inanış aynı şâire şu dizeleri yazdırmıştır: “Humay kuşu dadımdı benim, ben doğduğumda başucumda.” Bütün bu özellikleriyle Hümâ, eski Türk inanışlarında var olan hayat ağacı ve hayat suyu figürlerinin yanında üçüncü önemli motif olarak kabul edilmiş, sâdece Türk mitolojisiyle kalmayıp Roma ve Fars mitolojilerinde de yer almıştır.

Türklerin İslâm dînini kabulü sonrasında da edebiyat başta olmak üzere içtimâî hayatın pek çok noktasında kendine yer bulmuştur. İslâm inancında var olan yaratıcının herhangi bir mekândan münezzeh tutulması Hümâ kuşunun yaşadığı yerin belli olmaması ile özleştirilmiş ve “hümâ-yı lâ-mekân” ifâdesi ortaya çıkmıştır. “Hümâ-yı beyzâ-i dîn” ile de Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in Allah katındaki temizliği ve günahsızlığı anlatılmıştır. Yüksekten konuşan kimselere hümâ-pervâz, iyiliklerin yeryüzüne yayılmasına hümâ-sâye, yüksek dereceye erişen kimselere hümâ-pâye, tâlihi dönen yâhut hükümdar olan kimselere ise hümâ-yı ikbâl gibi ifâdeler kullanılmıştır. “Hümâ-yı evc-i izzet, hümâ-şeref, hümâ-tal‘at, hümâ-yı nûr-bâl gibi sözler de onun yüksekten uçması ve gölgesiyle ilgili inanışları yansıtır.

Hümâ kuşu, bütün efsânevî özellikleriyle hikâyeden şiire, türkülerden destanlara kadar Türk edebiyatının hemen hemen her alanında verilen eserlerde adından sıkça söz ettirmiştir. Âşık edebiyatında sevgiliye yapılan methiyelerde Hümâ’nın güzelliği üzerinden yâre övgüler düzülmüştür. Büyük Halk Ozanı Karacaoğlan bir şiirinde Hümâ kuşundan şöyle bahsetmektedir: “Karacoğlan der ki gönül uğruna, gökte melek yerde Hümâ yavrusu.” Bir başka halk ozanı yârine yine Hümâ kuşu üzerinden seslenir: “Baktım gözüne kaşına, benzettim Hümâ kuşuna, beni hicran ateşine, yakan dilber kiminsin sen.” Hümâ kuşu üzerinden yâre seslenenler sâdece Anadolu’da yaşayan ozanlar değildir. Başta Azerbaycan olmak üzere Türk Dünyâsının pek çok yerindeki aşıklar Hümâ, Hümây, Umay şeklinde telaffuz ettikleri bu efsâne kuş üzerinden yâre gönüllerini aşmışlardır. 16. ve 17. yüzyıllarda eserler veren Azerbaycanlı şâir Meşihi’nin “İsterdi ozan ala Humay’ı” mısrâsı bunlar arasında en bilinen ve en saf şekilde meseleyi anlatan mısra olarak karşımıza çıkmaktadır. Âşıkların pek çoğu yârini Hümâ kuşuna benzetirken kendisini Hümâ kuşuna benzeterek yârine “Ben Hümâ kuşuyum koldan uçurma, yazık olur sonra pişman olursun.” diye uyarıda bulunan şâirler de olmuştur. Bâzı şâirler de şiirlerini ya da doğrudan kendilerini övmek için Hümâ kuşu benzetmesi kullanmayı tercih etmişlerdir. Hümâ kuşuyla alakalı olarak günümüzde en çok bilinen eser ise Erzurum yöresine ait olan “Hümâ kuşu yükseklerden seslenir” isimli uzun havadır.

Tasavvuf edebiyatında ise Hümâ âşığın muhtaç olduğu, bütün ömrü boyunca aradığı ve ömrünü sâdece ona vakfettiği bir ilâhî çaba olarak alınmıştır. Tasavvuf edebiyatımızın en önemli şâirlerinden Yunus Emre, “Hani erenler geldi geçti bunlar yurdu kaldı göçtü, pervaz urup Hakk’a uçtu Hümâ kuşudur kaz değil.” beyiti ile öte aleme göç eden erenlerin Allah’a kavuşmalarını Hümâ kuşunun yedi kat göklerde Allah ile bulaşmasına benzetmiştir. Yunus Emre ile aynı dönemde yaşayan ve tasavvuf alanında eserler veren Azerbaycanlı şâirlerin de Hümâ’ya neredeyse aynı anlamı yükledikleri görülmektedir. Azerbaycan’da vefat eden iyi kimselerin ardından günümüzde dahi kullanılan “Hümâ olup bu dünyadan ayrıldı.” ifâdesi yüzyıllardır kullanılmaktadır. Hümâ kuşunun asla leş yemediği, İslâm’da yenilmesi haram olan ve murdar -kirli şeklinde ifâde edilen bütün yiyeceklerden uzak durması ve sâdece kemikle beslenmesi Hümâ’nın gölgesinin üzerine düşmesini bekleyenlerin de aynı hassasiyetle yaşaması ve dünya hayâtına âdeta bir murdar gibi bakması gerektiğine işâret etmektedir. Dolayısıyla Hümâ’nın gölgesinin üzerine düşmesiyle hükümdarlık koltuğuna oturan kişi aslında bir tesâdüf ya da rastlantı netîcesinde değil hak ederek bu makâma erişmiştir. Bu durum tasavvuf edebiyatında şu beyitle dile getirilmiştir: “Sâdık âşıksan bu dünya yüzüne bakma ki Hümâ gayreti olan murdar olana konmaz.”  Yine bir başka beyitte “Üstühan ile Hümâ gibi yürü hursend ol, ne verirler bu şikem harelige fil gibi.” beyiti ile Hümâ kuşunun sâdece kemikle beslenmesindeki hikmet anlatılmış ve dünya malına tamah edilmemesi, tok gözlü ve kanaatkâr kimseler olunmasının mânâsı üzerinde durularak bu şekilde bir hayat süren Hümâ’nın Allah katındaki mertebesinin ne derece yüksek olduğu vurgulanmıştır. Hümâ üzerinde toplamış olduğu bütün iyi huyların yanında kimi şâirler tarafından da akıl sembolü olarak değerlendirilmiştir. “Akıl sahasında Hümâ adım var.” diyen şâir, muhataplarına Hümâ kuşu üzerinden meydan okuyarak onlar karşısında ne kadar üstün olduğunu vurgulamıştır. Hümâ kuşuna yüklenen bütün bu mânevî anlam ve değerlere rağmen yine de bâzı dönemlerde kimi şâirlerin hükümdârı övmek için hükümdâra yakışır bir avın ancak Hümâ olacağını söylemekten çekinmedikleri görülmüştür. Örneğin dîvan edebiyatının en önemli şâirlerinden biri olan Baki, Sultan II. Selim’e ithâfen şu beyiti yazmıştır: “Bâkî hümâ-yı evc-i saâdet zamânede, şâhin bakışlu Şâh Selîmün şikârıdur.”

Osmanlı Devleti döneminde devletin yönetildiği meclise Hümâ kuşunun baht, tâlih ve devlet kuşu anlamlarından hareketle Hümâyun adı verilmiştir. “Hümâ ak giydikçe hümâyun olur.” mısrâsı başta pâdişah olmak üzere devlet adamlarına yazılmış bir mısrâdır. Bu dize sâdece Hümâ’nın rengini söylemekle kalmaz, aynı zamanda Hümâyun’da alınan kararların ne kadar âdil bir şekilde alınması gerektiğine de vurgu yapar. Türk, İslâm ve dünya târihinde müstesna bir yeri olan Fatih Sultan Mehmet Han’ın annesinin ismi de olan Hümâ sâdece Dîvan-ı Hümâyuna verilmekle kalmamış; Ordu-yı Hümâyun, Donanma-yı Hümâyun, Fermân-ı Hümâyun, Enderûn-ı Hümâyun, Mâbeyn-i Hümâyun, Bâb-ı Hümâyun gibi devletin yönetim kademesindeki pek çok önemli kurum Hümâ kuşuna atıfla bu şekilde isimlendirilmişlerdir. Osmanlı Devleti ile birlikte başta Timurlular olmak üzere pek çok devletin armasında, bayrağında ya da devletin çeşitli yönetim kademelerinde sıkça karşımıza çıkan Hümâ, günümüzde de yedi bağımsız Türk Cumhuriyetinden birisi olan Özbekistan’ın resmî devlet armasında yer almaktadır.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.