Okuduğum bâzı yazılar var ki gönlüm onların kaybolup gitmelerine asla râzı olmaz. Çünkü bunlar geçmişe tutulmuş ayna, geleceğe çevrilmiş projektör gibidir. Vazgeçemediğim bu satırlar “Biz”i yâni Türk’ü ve ülkücülüğü anlatır. Onlardan fikrimizin nasıl işlenip geliştirildiğini, hangi sağlam temellere oturtulduğu görürüz. Böylece gücümüzü anlar, istikbale sağlam adımlarla yürürüz. Arayan; gâyemizi, programımızı ve ülkümüzü onlarda bulabilir. Yahya Kemal’in 1921’de yazdığı ve Töre dergisinde yayımlanan “Teşkîlât Kâbiliyeti” makalesi bunlardan biridir. Zâten başlığın üstünde “fikrimizin eski Türk milliyetçilerinin görüşlerini nasıl geliştirerek devam ettirdiğini göstermek üzere” sunulduğu duyurulmuştur.(1)

Yahya Kemal bu makalesinde özetle diyor ki: “Son yıllarda zihinlere yerleşmiş bir fikirdir ki Türklerin tek bir meziyeti vardır: Askerlik. Avrupalılar birçok sebep yüzünden yalnız bunu inkâr etmediler. Çünkü askerlik hakîkaten çok büyük meziyetimizdi. Onların şerefli bir düşmanı idik. Şark’a bizim gibi iyi ve mert bir bekçi lâzımdı. Bekçiye şu kadarcık bir meziyeti bağışlamak gerekirdi. Avrupa’nın asıl ilmi, bizi hiç değersiz görmez. (Orada) Asıl ilim üniversite dâiresindedir, dışarıya pek çıkmaz. Fikirleri ise daha ziyâde âmiyâne ve siyâsî maksatlarla yazılmış kitaplar yayar. İşte biz, bizi bu kitaplardan biliriz. Bunların tesiriyle kendimizi hor görürüz. (…) Askerlik gibi mîmârîmiz de vardır. Göz önünde durduğu halde inkâr edilir. Bu mîmârînin her câmisi Müslüman’dan ve Türk’ten olmayan bir mîmarın adına mâl edilmiştir. Çünkü bütün bu eserler medeniyete işârettir. Halbuki bizim medeniyete kâbiliyetimizin bahsi bile arzu edilmez. Medeniyetin güzellikten başka bir de canlı tarafı vardır ki yeni tâbiri ile teşkîlâttır. İşte bu büyük meziyetimiz daha fazla bir taassupla inkâr olunur. Çünkü teşkîlât hayâta işârettir. Bizse îdama mahkûm bir milletiz. Bosphore gibi Beyoğlu gazeteleri ikide bir ‘Türk iyi, köylü ve mert askerdir.’ nakaratını tekrar eder. Türk’ün idâre ve teşkîlât kâbiliyetinden mahrum olduğunu, Yunanistan’ı Türk vatanında ortaklığa kabul ederse çok mesut olacağını söyler. (…) Çevremizdeki bir kısım kafaları aşılanmış gördüler, şimdi yaymaya çalışıyorlar. Türklüğün inkâr olunamayan tek meziyeti bu kâbiliyet, Türk’te yine vardır. Göz önündeki misâli de Millî Mücâdele’dir. İstiklâlinin tamamı ile tehlikeye düştüğünü gören bu millet, üç sene gibi bir zamanda Anadolu’nun göbeğinde hükûmetiyle, meclisiyle, ordularıyla, mülkî şebekesi ile yeni bir varlık gösterdi. İstiklâl, varlığımızın dayanağıdır. Hâlâ var olan askerlik, teşkîlât ve idâre kâbiliyetlerimize evvelâ inanmak, sonra onları bu asra göre teşkîlâtlandırmak lüzumu bir an hatırımızdan çıkmasın. İstiklâlin sırrı, bu îtikatta gizlidir.”

Gerçekten askerlik Yahya Kemal’in dediği gibi Türklüğün tek meziyeti değil, inkâr olunamayan tek meziyetidir. Nasıl inkâr etsinler? Yılmaz Öztuna’nın ifâdesi ile Niğbolu’da bütün Avrupa birleşmiş, Yıldırım’ın Osmanlı Devleti’ni yenememiş, daha sonra bunu en az on defa denemiş ve hepsinde yenilmiştir. Meselâ Almanya ve Rusya İmparatorlukları yanlarında Nadir Şah’ın İran’ı bulunmasına rağmen yine yenememişler, I. Mahmut üç imparatorluğu da bertaraf etmiştir. Avrupalılar pâdişaha bu sebeple XIX. asrın başlarına kadar “Büyük Türk” ve “Büyük Hükümdar” demişlerdir. Çünkü biz ordu-millettik. Her Türk asker sayılırdı. At ile aramız iyiydi. Silâh kullanmayı severdik. Atalardan kalma otoriteye ve disipline bağlılığımız vardı.

Şu satırlar Yahya Kemal’in hakkımızı teslim ettiğini söylediği birine âittir ve onu ne kadar haklı çıkarmaktadır: “Osmanlı İmparatorluğu Roma İmparatorluğu kadar büyük, hemen hemen onun kadar geniş bir sâhaya yayılmış ve onun iki katı bir müddet mevcûdiyetini devam ettirmiştir. (…) Osmanlıların küçük bir beylikten büyük bir imparatorluğa ve sonunda bir cihan devletine dönüşmesindeki ve bilhassa bu dönüşümün hızındaki başlıca sebepler şunlardır: Askerî vasıflarının üstünlüğü, muhârip bir ruha sâhip olmaları, disiplinli ve müessir bir toplum olmaları, meslekî kâbiliyetleri, zaman ilerledikçe o zamanın dâima en iyi silâhlarına sâhip olabilmekteki dikkatleri, dâimî ve meslekten gelme bir ordu kurarak Avrupa’da ilk devamlı ordu sâhibi devlet bulunmaları ve askerî düzenleri karşısında Hristiyan şövalyeliğinin düzensiz bir yığın olduğunun ortaya çıkması.” (Lord Kinross’un 1973’te bir mecmuaya yazdığı makaleden)(2)

Yaşadığımız olaylar günümüzde de Şark’a bizim gibi bir bekçinin lâzım olduğunu ortaya çıkardı. Bilhassa “sığınmacılar” konusundaki tartışma ve yardım görüşmeleri bunu çok net gösterdi. Zamanımızda çok meşhur olan “Batı, Türkiye ne olsun ne ölsün ister.” sözü kâbiliyetlerini inkâr etmiş, kendisini hakir gören ve Avrupa’ya muhtaç bir bekçi olarak kalmamızın arzulandığının ifâdesidir.

Bir başka yanlış iş de Türk’ü hor görmektir. Bunun haksızlık olduğunu başka hiçbir kaynak olmasa da Yılmaz Öztuna’nın 14 ciltlik Büyük Türkiye Târihi adlı eserinde, eski-yeni çağlardan ve Doğu-Batı ilim çevrelerinden yaptığı alıntılar anlatmaya yeter. Artık Yahya Kemal’in ortaya koyduğu yanlışların tekrarından vazgeçmek zamanı çoktan gelmiştir. Zîra Yılmaz Öztuna’nın ifâdesi ile bir imparatorluk ırkı olan Türkler, dün teşekkül etmiş mâzî fukarâsı kavimcikler değildir. Türk mîmârîsi nasıl inkâr edilebilir? Selçukluların Anadolu’yu donattıkları âbideler akıl alır şey değildi. Osmanlılar Selçuklulardan aldıklarını geliştirerek bir îmar hummâsına giriştiler. Bu îmar hummâsı, devamlı fetihlerle devlet büyürken yirmi-otuz düşman devletle birden savaşılırken bile durmamıştır.

“Avrupa’da îmar hummâsı XIV. Louis zamanında Fransa’da görülmüştür. 1684’te 22.000, 1685’te 36.000 işçi çalıştırmıştır ki bunların hemen hemen hepsi askere alınan zavallı köylülerdir ve boğaz tokluğuna çalıştırılmışlardır. Bilhassa Versailles ve Marly saraylarının inşâ edileceği sâhadaki bataklıklar kurutulurken yüzlerce işçi ölmüştür. Târihimizde böyle bir düzen, böyle bir olay da yoktur.(3) Nitekim Süleymaniye ve Selimiye külliyeleri yedişer yılda tamamlanmıştır. Avrupa’da bu çapta büyük eserlerin bu müddet içinde gerçekleştirilmesi mümkün değildi. Roma’da Saint Pietro (Vatikan Saint Pierre) külliyesi tam yüz on yıl, Londra’daki Saint Paul ise otuz beş yıl süren inşaatlardan sonra tamamlanabilmiştir.(4)

Bu tablo bizim hem teşkîlât kâbiliyetimizi hem medeniyet seviyemizi gösteriyor. “Târih felsefesinin çok ünlü bir ismi A. J. Toynbee: ‘Târih boyunca bütün Yakın Doğu’yu hâkimiyetinde birleştiren tek devlet, Osmanlı İmparatorluğu’dur. Buna ne Pers ne Roma ne Arap İmparatorlukları muvaffak olabilmişlerdir. (…) Osmanlıların Yakın Doğu’da yerlerine geçen Avrupalı veya yerli hiçbir devlet, bu bölgeyi Osmanlılar kadar iyi idâre edememişlerdir.’ der.”(5)

Teşkîlâtçılığımızı en iyi takdir edenlerden Rene Grousset’nin sözlerini tekrar ederek kapatalım: “Türk ırkının ikinci çarpıcı karakteri, yönetim ve kumanda etmeye olan kâbiliyetidir. Bilhassa karmakarışık olan halkları derleyip toparlamak hususundaki teşkîlât kâbiliyeti, târihte yalnız Romalılarla mukâyese edilebilir.”(6)

Medeniyet seviyemize gelelim. “Mûsikî Türk’ün en fazla müessir olduğu, tesir ettiği medenî tezâhürlerin başında gelir. Türk mûsikîsi sistemi, Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri ve Yakın Doğu’da geliştirdikleri bir sistemdir. Araplardan, İranlılardan, Yunanlılardan alınmış değildir.”(7) Bu satırları lütfen “Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi” adlı kitabın yazarının görüşleri olarak ele alıp değerlendirelim. O, “Arap, İran, Pakistan, Ermeni mûsikîleri doğrudan doğruya Türk mûsikîsi sistemini kullanmaktadır. Türk mûsikîsinin cihanşümul tesirinin Türklerin bütün diğer sanatlarından, edebiyatlarından, dillerinden, mîmârîlerinden, süsleme sanatlarından fazla olduğunu söyleyebilirim.” diyor. Sadettin Arel’in “Türk Mûsikîsi Kimindir?” eserini tavsiye ediyor.

Artık nakaratları dile getirmeyelim. Kendimize gelelim, büyüklüğümüze sâhip çıkalım.

Şu satırlar da Brayer’den: “Türklerin barbarlıkları hakkında pek çok kitap yazılmış olmasına rağmen bu iddianın aksini ispat eden vakalar ortadadır. Allah korkuları büyüktür, bütün hareketlerini Allah’ın gördüğüne ve tâkip ettiğine inanırlar. (…) Köle ve hizmetkârlarına en iyi muâmeleyi yapar, onları âile efradından ayırmaz, her türlü dertlerine devâ olurlar. Ağaç kesen adama katil muâmelesi yapar ve onu asla barındırmazlar. (…) Hadımların istisnâsız hepsi, Sudan ve Habeşistan’da çocukken hadım edilmişlerdir. Türkler asla böyle bir operasyon yapmazlar.”(8)

Medenî seviyemiz konusunu da yine Asya târihinin ve güzel sanatlarının büyük mütehassısı Rene Grousset’nin şu hükümleri ile bitirelim: “Bir târihçi için Bursa ve İstanbul’un hayran bırakan câmilerini, Türk şiirinin ince ve insânî güzelliğini ihmal etmek imkânsızdır. Bunları bizim müşterek Batı medeniyetimizin mahsulleri arasında mütâlaa etmek îcab eder.”(9)

Bütün bunlara rağmen bir inkâr gayreti vardır. Bu inkâr işini Prof. Dr. Muharrem Ergin “Türkiye’nin Bugünkü Meseleleri” kitabında şöyle anlatıyor: “Türkler dünyâda dâima akrabâ kavimlerin destek ve anlayışından mahrum, yalnız bir millet olarak hayat kavgasını sürdürmüşlerdir. Bir Ural-Altay kavmi olarak Türklerin Hint-Avrupa kavimleri karşındaki bu yalnızlığını, sonradan din unsuru bir kat daha artırmıştır. (…) Türkler İslâmiyet’in içinde de mühim bir akrabâ kavim desteği görmeyerek yalnızlık çemberinden kurtulamamışlardır. Türklerin bu yalnızlığı târihte dâima rol oynamış; muhârebe meydanlarından ilim ve kültür sâhalarına kadar Türk milleti dâima tehlikelerle, tarafgirliklerle, haksızlıklarla ve eşitsizliklerle karşılaşmıştır. Avrupa ilmi; eski bir eseri, bir değeri, bir meziyeti Türk’e mâl etmemek, Türk’ün hakkını teslim etmemek için elinden geleni yapmaktan geri kalmaz.”(10)

Bunun en son örneği, Dağlık Karabağ meselesiydi. Onca haksızlığa rağmen Türkiye’den başka Can Azerbaycan’a herhangi bir destek çıkan oldu mu?

Bu yazıya başlarken “âmiyâne ve siyâsî maksatlarla yazılmış kitaplar”dan alıntılar yaparak olumsuzlukları ortaya koyacaktım fakat “Avrupa’nın asıl ilmi”ne yönelerek oralarda hakkımızı teslim edenlere öncelik verdim. Alıntıları seçerken çok zorlandım. Bâzen kısaltarak aldım, bâzen alamadığıma çok üzüldüm.

Meselâ şu onlardan biridir: “Osmanlı mîmârîsinin mükemmelliği Avrupa’yı şaşırtır. (…) Türk mîmârîsi, mükemmel ve şaşırtıcıdır. Osmanlı şiiri, herhangi bir başka Asya milletinin henüz erişemeyeceği derecede gelişmiştir. Osmanlıların lirik şâiri Bâki, Asya şâirleri arasında Hâfız ve Mütenebbî’den hemen sonra yer alır. Osmanlılar, Arap ve Fars şiirini benimsemişler fakat bu şiirleri geçmişlerdir.”(11) Yukarıdaki tespitler Türk edebiyatının hemen bütün eserlerini asıllarından okumuş ve Bâki Dîvanı gibi bâzılarını Almancaya çevirmiş bir bilginin, Osmanlı târihini en iyi incelemiş bir yabancı târihçinin, Hammer’indir.

Sonuç olarak söyleyeceğim şudur: Mütehassıslar, âlimler bizi bu derece överken kâbiliyetlerimizi inkâr etmek, kendimizi hakir görmek asla doğru değildir. Kendimize haksızlık etmeyelim ve güvenelim. Öz kaynaklarımıza ve kendi kültür köklerimize ulaşamayanlara kucaklarımızı açalım, anlayışla gerçekleri göstermeye çalışalım. Görevli olanlar ve art niyetliler dışındakiler bizi kolaylıkla anlayacaklardır. Buradaki sıkıntı, bilmemiz gerekenleri yeteri kadar öğrenmemiş olmamız ve onları yayamamış bulunmamızdır. Unutmayalım ki haklı ve güçlü olan biziz.

Türkler, Hun Yabgusu Çiçi’den Atatürk’e hep istiklâl için ölmüşlerdir. “Ya istiklâl ya ölüm!” diyebilmek için ideal sâhibi olmak gerekir. İdeal sâhibi olmayanlar, kelleyi koltuğa alamazlar. Türk’ün ülküsü, mîlâttan önce VII. asırdan Alp Er Tunga’dan beri “Türk Dünya Devleti Mefkûresi”dir. Kaşgarlı Mahmut, Alp Er Tunga’ya “ajun beği” demiyor mu? Osmanlı hakanına “Cihan Pâdişahı” denmedi mi? Yılmaz Öztuna’ya göre “Meriç ile Ağrı Dağı arasında bir Türkiye, Adriyatik ile Pasifik arasındaki bir Türklük bu mefkûre sâyesinde vardır.”

Hâsılı Türk’ün fikri “Türk Dünya Düzeni Ülküsü”, zikri de “İnsanlık”tır. Türk milleti, Prof. Dr. Muharrem Ergin’in söylediği gibi gittiği hiçbir yere zulüm götürmemiştir, vahşet götürmemiştir, mecbûrî kültür değişmesi götürmemiştir. Ülkeler almış, imparatorluklar kurmuş fakat bunu sömürmek için değil cihana nizam götürmek için yapmıştır. Enternasyonalizm, Latin klasikleri demeden millî kültür ve ülkünün ihyâsı için çalışanlara selâm olsun!

Kaynakça

(1) Kemal, Yahya. Töre. Eylül, 1972. Sayı 16.

(2) Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Târihi. İstanbul: Ötüken Yayınevi. 8. Cilt. 1983. S 396-397.

(3) Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Târihi. İstanbul: Ötüken Yayınevi. 11. Cilt. 1983. S 161.

(4) Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Târihi. İstanbul: Ötüken Yayınevi. 11. Cilt. 1983. S 211.

(5) Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Târihi. İstanbul: Ötüken Yayınevi. 8. Cilt. 1983. S 368.

(6) Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Târihi. İstanbul: Ötüken Yayınevi. 8. Cilt. 1983. S 391.

(7) Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Târihi. İstanbul: Ötüken Yayınevi. 11. Cilt. 1983. S 236.

(8) Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Târihi. İstanbul: Ötüken Yayınevi. 11. Cilt. 1983. S 267-268.

(9) Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Târihi. İstanbul: Ötüken Yayınevi. 8. Cilt. 1983. S 392.

(10) Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Târihi. İstanbul: Ötüken Yayınevi. 8. Cilt. 1983. S 358.

(11) Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Târihi. İstanbul: Ötüken Yayınevi. 10. Cilt. 1983. S 482.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.