Türkiye’de ateistler Müslümanlara kul hakkı yemenin haram olduğunu anlatıyorlar diye bir ucu gerçeğe dayalı söylemler duyuyorsanız, işler epey sarpa sarmış demektir. Yalnız siyâset değil ahlâk ve din de yara almaya başlamış demektir. Ahlâk ve dîne kendi alanları içinde bakmak, gündemden ve güncelden çıkmak olmaz diye düşünüyoruz.

Kelime anlamını da gözeterek ahlâkı, huy ve özellikleri insânî kurallara uygun şekilde kullanmanın ilkeleri diye tanımlamakla başlayabiliriz. Bu uygunluk ve düzgünlük, varlığa, yâni tabiata, topluma, değerlere, kabullere uyum demektir. Bundan sapmama demektir. Ancak bu, ahlâkın tabanındaki zorunlu basamak olduğundan, ahlâkı tanımlamaya yetmeyebilir. Bu tabana, toplumsal ahlâk diyoruz. Burada toplumun varlığı şart görünüyor. Faraza, yâni olmayacağını bilerek fakat meseleyi anlamak için, başka hiç kimse olmadan, tek kişi için ahlâk diye bir şey olmaz, deriz. Kimden bir şey çalacaksın? Kime, ne için yalan söyleyeceksin? Ancak bu farz-ı muhalde bile, insanın kendi kendine tutarlılığı ortadan kalkmaz. Ahlâkta, yalnız toplumla, tabiatla, yâni kendi dışındaki varlıklarla tutarlılık yetmez, insanın kendisiyle tutarlılık da işin içindedir. Kurda kuşa yalan söylemek, onları kandırmak, kendi kendisiyle tutarlılığına âit bir meseledir. İnsânîlik ile ilgilidir. İnsanın diğer varlıklardan farklı olması anlamı, hiçbir zaman kaybolmaz. Yapayalnız olsa da ay ve güneş ile uyumunu da bu çerçeveye sokarız. Denilebilir ki, toplum içinde yetişmeyen bir insan, yabanî bir varlıktır, hayvana yakındır. Bunu biliyoruz. Biz misâlimizde, insan olma özelliklerini kazanmış birinden söz ediyoruz. Kurda kuşa karşı tutarlılık derken, aklıma büyük hadisçi Buhârî ile ilgili rivâyet geldi. İşi gücü hadis diye söylenmiş sözleri toplayıp ilim süzgecinden geçirmek olan Buhârî’ye filan beldede, falan köyde çok hadis bilen bir zat var derler. Buhârî oraya gider, adamı uzaktan görür. Adam boş eteğini kıvırmış, ot var süsü vermiş, atını yakalamakla meşgul. Buhârî, “ben bu adamdan hadis falan almam, atını kandıran beni de kandırabilir” der ve oradan uzaklaşır.

Ahlâk, alt kademede düzenle ilgilidir ama aynı ilgi içinde olan hukuktan ayrılır. İnsan toplumun hukuk yoluyla istediğine uyar ama buna vicdanla, yâni isteyerek, iç düzeniyle katılıyorsa hareket ahlâkî olur. Burada dış mecbûriyetle iç mecbûriyet birlikte olmuştur. Gerçekte mecbûriyetler farklıdır. Meselâ yardım etmek veya etmemek hukukî bir meseleye ve işleme yol açmaz. Fakat ahlâkî meseleye yol açar. Yardım etmemek, hukuk alanında suç değildir. Yardım edebilecekken yardıma muhtaç birine yardım etmemek ahlâkî alanda suçtur. Bu suç, ahlâkın saklı kanunlarında söz konusudur. Böyle birine yönelmiş değerlendirme, ayıplama ve kınamadan başlar ve gittikçe çerçevesi genişleyebilir. Esas genişleme din alanına aktarılmada görülür. Bu gibi eylemler, esas din alanıyla bütünleşecek, ahlâk-din ilişkisine kapı açılacaktır.

Ahlâkı anlamada çok önemli bir konu mevcuttur: “Olan” ve “olması gereken” kavramları. Bunu yorumlamamız gerekir. Hayvan “olandır”, insan “olması gereken” bir varlıktır. “Olan” ona yetmez. Yeterse insan olma seviyesine çıkamamış olur. Şu var ki hayvan “olan”da kalmakla, ne ahlâksız ne suçlu ne de sorumludur. İşte ahlâk, bu “olması gereken”le ilgilidir. Dikkatli bakılırsa, olanda özgürlük yoktur. Zorunluluk, determinizm vardır. İçgüdü, mecbûrî uyulan bir program demektir ki zorunluluk âlemine âittir. Özgürlüğe ulaşmak için olması gerekene yönelmelidir. Ancak, başıboşlukla özgürlük aynı şey değildir. Bunun farkında ve bilincinde olmak önemlidir. “Olan” başıboş olabilir ama özgür değildir. Özgürlük yukarısı içindir. Ahlâk da olması gerekenle ilgili olduğuna göre, ahlâk, alt kademenin uyum ve mecbûriyetini aşmak, özgürce bir hareket seviyesini kazanmak durumundadır. Felsefeci der ki: İnsan zincirler içinde uyanır fakat kendi cehitleriyle birer birer bu zincirleri kırarak özgürlüğünü kazanır.1 İnanma, buradan îtibâren başlayacak, ahlâk ile din ilişkisi de özgür irâdede düğümlenecektir.

Ahlâkta sebep, kendi kendinin sebebi olmak şeklindedir ama yukarı doğru çıkmıştır. Alt kademedeki bağlılık, felsefî, psikolojik, hatta dînî de olsa, sebep toplumdur, kurallardır, geleneklerdir. Yukarı çıkınca artık kontrol edici kendisidir. Bunu vicdan dediğimiz cevherimizle yaparız. Her işte olduğu gibi ahlâkî eylemde de hareket noktası niyet ama olması gereken iyi niyettir. Niyet ancak eylemi yapacak olan tarafından bilinir. İslâm bunu çok önemsemiş olduğu için “ameller niyetlere göredir” demiştir. Ahlâkta şart da aranmaz. Şarta bağlı olursa o, ahlâkî eylem olmaktan çıkar. Meselâ, “kanunlara uymazsan iyi biri sayılmazsın,” kanunlara uymazsan cezâya çarptırılırsın” gibi şartlar, ahlâkîliği îzah etmez. Ahlâkî olması için şöyle olmalıdır: “İyi insan olduğun için kanunlara uymalısın.” Ahlâk, bu dünya için karşılıksız da kalabilir. Ahlâkî eylem, sonsuzlukta yerini ve karşılığını bulacak bir karaktere sâhiptir. Kant’a göre alt bağlılıklar ve şartlar fenomen âleminin görünüşleridir. Oysa ahlâk “numen”2 âlemine dayanmalıdır. Görev numendir. “Görev ile” yapmak değil, “görev için” yapmak ahlâkîdir. Bir baskı, bir menfaat, bir ödül için görev yapmak “görev ile” yapmaktır. Görev olduğu için görev yapılmalıdır. İnsânî şahsiyet; vâsıta değil, gâyedir. Bir anlamda “olması gereken”dir. Ahlâkta esas, görevini yapmaksa; özgürlük içinde, en iyi şekilde, hiçbir şarta bağlanmaksızın, zorlama ve baskı altında olmadan ve aynı zamanda eğer varsa zora ve baskıya rağmen, beklenti olmadan yapılmalıdır. Böylece ahlâkî hareket evrenselliğe ve genel geçerliliğe ulaşmış olur. Kant der ki: “O şekilde hareket et ki hareketin bütün zaman ve mekân için bir düstur hâlinde ifâde edilebilsin.” Numen’e dayalı ahlâk, geçici de değildir, izâfî de. Geleneklere, örf ve âdetlere dayalı ahlâk, izâfîdir. Oysa ahlâk, genel ve genel geçer olmalıdır. Gelenekler ve örf-âdetler, kötü bir şey olmayabilir. O toplumun yazısız hukukudurlar. Fakat toplumdan topluma değişebildiği için genel geçerliliğini şartlarla ve bağlılıklarla kısıtlamıştır. Ahlâk, özgürce, inançla, kendinden, bağlılıklardan tamâmen kopmamış olsa bile ayıklanmış, her yerde ve her zaman insânî ve vicdânî olacaktır. İşte tevhid dîniyle bütünleştiği yer de burasıdır. Çünkü gerçek din izâfî olmaz. Dinde de ahlâkta da zaman ve mekân üstü ilkeler söz konusudur. Ahlâkın temel ve genel geçer ilkelerinden biri şudur: “Kendin için istediğini başkası için de isteyecek, kendin için istemediğini başkası için de istemeyeceksin.” İslâm, bunu böyle yapmayan mümin değildir, diyerek din ile bütünleştirmiştir. İslâm’a göre, ahlâk din ile bütünleşecek, hatta tamamlanmış olacaktır. Hz. Peygamber, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” demiştir.

Târihî süreçte ahlâkla ilgili nazariyeler şunlardır:

  1. Haz üzerine kurulu ahlâk nazariyesi. Epikuryen anlayış. Hedonizm.
  2. Mutluluk üzerine kurulu ahlâk nazariyeleri. Daha üstün iyilik ve mutluluk. Eflatun ve Aristo.
  3. Menfaat üzerine kurulu ahlâk nazariyeleri.
  4. Mukavemet ahlâkı. Stoacılık. Epikürcülüğün zıddı.
  5. Akıl üzerine kurulu ahlâk nazariyeleri. Eflatun, Aristo, Saint-Thomas, İbn Sina, Descartes, Kant.
  6. Sorumluluk üzerine kurulu ahlâk nazariyeleri, Kant.
  7. Toplum anlayışı üzerine kurulu ahlâk nazariyeleri. Sosyolojik ahlâk görüşleri Comte, Durkeim v.b.

Felsefî ahlâk nazariyeleri olduğu gibi, sırf psikoloji kaynaklı ahlâk nazariyeleri de vardır:

  1. Korku üzerine kurulu ahlâk nazariyeleri.
  2. Sevgi üzerine kurulu ahlâk nazariyeleri.
  3. Ümit üzerine kurulu ahlâk nazariyeleri.

Psikolojik altyapılar, ahlâkta geçerlidir ama ahlâkta bunları aşan bir tavır olmalıdır. Ancak o zaman ahlâk anlamını kazanır. Allah korkusuna vurgu yapan İslâm bile bunu Allah rızâsı ile aşmıştır. Ancak Allah korkusunu da Allah rızâsını da dikkatli ve doğru değerlendirmelidir. Buradaki korku, bir canavardan, silâh çeken birinden, karanlıktan korkmak şeklinde bir korku değildir. Kendisine cezâ verebilecek babadan korkmak gibidir. Daha güzel benzetme ana korkusu gibidir. Bir çocuğun, sonunda yine sığınacağı ana kucağından mahrum kalma korkusudur. Bu kabaca benzetmeler yanında şunlar da söylenebilir. Birini kırmaktan, incitmekten korkmak, sevdiği ve güvendiği birinin sevgisinin ve güvencinin kaybolacağından korkmak gibidir. Allah korkusunda cezâ, hemen uygulanan bir motif değildir. O korku da bu dünyâyla sınırlı olmayıp sonsuzlukla birleşen bir korku hâli oluşur. Bu, sonsuz geleceğe âit bir hâldir. Buna açılan kapı ölüm korkusu ve ölümdür. Öyleyse bu psikoloji, îman ile ilgilidir. Vicdan ve îmânı ilgilendiren bir meseledir. Ne olursa olsun yine de korkudan söz etmekteyiz. Onun için “Allah rızâsı” bunu aşacaktır. Fakat insan, son derece girift bir varlık, sırlara büründürülmüş bir mahlûk olduğu için, Allah rızâsını da kendisi için kullanabilir, yâni istismar edebilir. İstismârını bertaraf edersek, rızâda hiçbir menfaat gözetilmez. Ümit bile hesap edilmez. Aksi halde ahlâk, ticârete döner. Yarın dünyâda, daha büyük şeylere sâhip olabilmek için ferâgata katlanıyorsak, bu, rızâya bağlanmak değil, gelecek ümîdine esir olmak demektir. Menfaatini terk ederken, daha büyük menfaatler kazanmayı düşünüyorsak, ustamın -Hilmi Ziya Ülken- dediği gibi, tüccardan farkımız kalmaz. Ahlâk, gelecek içinse, bu dünyâ hayâtını aşmalı, sonsuz geleceğe âit olmalıdır. Ahlâk ancak o zaman tamamlanır. Onun için Hz. Peygamber “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” demiştir.

Peki, gelecek ümîdinde, âhiret ve cennet saklı değil midir? Korkuda cehennem olduğu gibi. Evet ama oralar, bizim irâdemizin dışındaki işlere âit bir âlemdir. Hepsi Allah’ın vaîdi, irâdesi içine girer. Bizi niçin yarattı gibi bir sebebe dâhildir bunlar. Belki ideal üstü olacak ama Allah, hiç öbür tarafı yaratmasa bile, ahlâklı olmamızın ticâret dışı sebeplerini bize verecek, bizden isteyeceklerini bizim tabiatımıza (fıtratımıza) koyacak kudrete sâhiptir.

Allah korkusu ve Allah rızâsı algıları ile vicdan muhâkemesi ilişkisi, ahlâk ve din birlikteliğini bize anlatmış olmaktadır. Allah inancı araya girmeden ahlâk olmayacak mıydı? Olacaktı ve olmaktadır da. Ama bu, yukarıda belirttiğimiz gibi topluma, kanun ve kurallara, düzene uyma mecbûriyetinden doğan alt kademede, adına yine de ahlâk denen bir bağlılık, yâni bir uyum ve itâat olacaktır. Bunu insanın kendi iç düzenine, vicdâna bağlayarak, ahlâkı anlamlandırmak istedik. Her yer ve her zamandaki insanla birlik kurarak genel geçer kılmaya çalıştık. Hukuktan, kanunlardan, örf ve âdetlerden ayırdık, onların üzerine çıkardık. Ancak şu müphemlikten kurtulamıyoruz. Vicdan, son nokta, son makam, sorumluluğun tek kaynağı olabilir mi? Kimin vicdânı, hangisi diye bir izâfîliğe düşme ihtimâli yok mudur? Vicdânı kontrol eden akıldır desek ki öyledir, o zaman ahlâkla akıl arasında mutlak bir bağ kurmuş oluruz. Aklı kullanma, ahlâk dışılık dâhil her yöne doğru çevrilebildiğine göre, bir üst akıla ihtiyaç doğmaz mı? Ahlâkta ister istemez sorumluluk doğacağına, sorumluluk mutlaka bir makama karşı olacağına göre, bu zinciri nasıl sonlandıracağız? Vicdânın kendisini sorumluluğun dayandığı makam olarak alsak, yâni başka bir makama ihtiyaç yok, kendi kendine karşı sorumludur desek, hangi vicdan diye yan çizmeye başlamıştık. Ayrıca, insanlık okyanusu dışarda mı kalacak? Birine göre vicdan, birine göre tabiat kanunları, birine göre toplum, birine göre insanlık, birine göre Allah sorumluluk makamı olacak, gerçekte ahlâk sâhipsiz kalacaktır. Ahlâk insanla ilgili bir konudur ama kendi başına kaldığında işin içinden çıkamıyoruz. Vicdan, insanlık, toplum hepsi insanla ilgili ve insanla sınırlıdır. Kendinin kendisine karşı sorumluluğu bir gerçek fakat yetersiz bir gerçektir. Kendi kendine oluşa, felsefede “totoloji” deniyor. Totolojik durum doğruluğu kendinden, kendi kendine doğru, aynı yere dönüş anlamını taşır. Ev, evdir gibi. Subjektifliğe açılır. Kendi başına bilgi vermez; başka bir şeye bağlanmadan, kendi kendine bağlanıştır. Halkımızın deyişiyle dön dolaş aynı yere varmaktır. Subjektifliğe gidince, ahlâkî eylemde sorumluluk, şartlardan, menfaatlerden, baskıdan, “desinler”den kurtulamaz, kurtulsa bile boşlukta kalır. Sorumluluk öyle bir makama bağlanmalıdır ki sonunda totolojiden kurtaran, değişmez, geçiciliğin daha ötesi olmayan, mutlak varlık makamı olsun. Buna inanmama hâlinde insancıllık, insanlık, insanın tepede bulunduğu insancılık anlamında hümanizm, dayanak ve sorumluluk makamı olmaktadır. Bütün bunlar Allah inancı hâriç insanla ve dünyâyla sınırlıdır. Her biri veya toptan yok olunca, yokluğun kendisi sonsuz olunca, her şey eşit hâle gelmekte, ahlâkî olanla olmayan, doğru-güzel olanla olmayan, iyi olanla olmayan farksızdır. Çünkü yok olunca, her şey geçici olmakta ve boşluğa düşmektedir. Din karşıtları, ateistler somutu sevdiklerine göre, esas kriz, soyut-somut meselesinde başlamaktadır. Toplum gerçek, objektif bir varlıktır fakat insanlık muhayyel bir tasavvurdur. İnsanlıkta fânî olmak yeterli ise diyecek yoktur.

Ahlâk ile din ilişkisi bu kadar değildir. Daha birçok boyutu, geniş bir çerçevesi vardır. Klasik toplumsal ahlâk anlayışlarında, ahlâk toplumdan insana doğrudur. Önce toplum korunmalı ve kurtulmalı, sonra fert. Dinde önce insan kurtulmalı ki toplum kurtulsun. Toplum ahlâkı toplumdan başlar, din ve dînî ahlâk insandan başlar. “Fert olmayınca toplum, toplum olmayınca fert olmaz,” doğru ve ilmî bir değerlendirmedir, yâni bu iş tavuk-yumukta gibidir fakat başlangıç noktası önemlidir ve sonunda bir uyuma ulaşmalıdır. İnsandan ve insan özgürlüğünden başlayan din ile de uyuşmalıdır. Toplumdan başlayan ahlâk anlayışı, din ile uyumlaşırsa ikisi de insana âit olmuş olur.

Ahlâkta da dinde de özgürlük esastır. Fert, sınıf, zümre, rejim baskısı, tahakkümü kalkmadan ahlâkın da dînin de hayat bulması zordur. Ahlâk yerine zorla uyulması istenen kurallar geçerli olur. Kurallara özgürlük içinde, vicdânî kanaatle uyulursa, ahlâkî olur. Dinde de özgürlük esastır. Îman etmek için özgür irâde gerekir. Bu olmazsa buna, inanma değil, şu veya bu etkiyle inandırılma denir. “Dinde zorlama yoktur” İslâm’ın ilkelerinden (âyet) biridir. Kültür dîniyle veya dînin kültürleşmesiyle, din birbirine karıştırılmış olabilir. Dinde sırf şekilcilik, yobazlık dediğimiz daraltma ve katılık dinde gereken özgürlüğün yok olmasına sebep olur. Özgürlükte de birleşen ahlâk ile din, biribirini kuşatmıştır. Böylece hem din hem ahlâk tamamlanmış olur.

Toplumsal ve siyâsî rejimler, din için de ahlâk için de önem arz eder. Siyâsî rejimlerde, kişi rejime isteyerek veya istemeyerek uyum sağlamışsa, ahlâkî hareket için rejime bağımlılığı ve onun psikolojik baskısını aşmak zorundadır. Ahlâkî hareket “rejime rağmen” olacaktır. Liberal-kapitalist bir rejimde, kişi bunu aşamamışsa, menfaate ve hesaplara uyum ve görev içindedir. Komünist düzende mecbûriyete dayalı bir uyum ve görev bulunur. İki rejimde de, ahlâkın kendi karakteri ender gerçekleşebilir. Bir toplumda “dünyevî yarın endişesi” ağır basıyorsa orada ahlâkî hareket, ancak kahramanlık özelliklerini taşır. Ahlâkî hareketin, kendi karakteristik doğallığının örnekliğe dönüştüğü şekiller, ancak bu durumda kendini gösterir. Gizli veya açık baskılar, beklentilere mecbur bırakmalar, ahlâkı da baskılamıştır.

Ahlâkın iç sebebi, dış sebebine mahkûm olmuştur. Ahlâkın iç sebebi, kendinde saklı olan sebeptir ki ancak özgürlük ortamında açığa çıkar. İç sebep, insan olmanın açığa çıkmasına yönelmiştir. İlk bakışta toplum kuralları gibi din kuralları da meseleyi dış yüzüyle değerlendirir. Yâni dış sebeptir. Ne zaman ki vicdânî hareket olarak, ihlâs denilen duyguyla bütünleşir, o zaman din, dış sebep olmanın ötesine geçer. Ancak bu noktada normal ahlâk ve din ilişkilerini değerlendirebiliriz. Din, kişinin görünen dindarlığıyla değil, dindarlığa götüren cevheriyle ilişki kurmuştur. Dindarlık özden uzaklaşmışsa, şekilden ibâret kalmışsa, ahlâk-din ilişkisinin anlamı ve geçerliliği kalmaz. Bu durumda, ahlâklı olan bir ateist, bugün olduğu gibi, çalıp çırpan, yolsuzluk yapan, yolsuzlukları destekleyen bir dindar görünüşleriyle alay eder hâle gelir. Ateist, din karşıtlığının haklılığı için zâten bahâne aramaktadır. Kendisine göreyse delil aramaktadır.

Ahlâk ve dinde önemli bir husus da iç sebebin sonuçsuz kalmamasıdır. Eylem önemlidir. Allah inancı, hiçbir zaman kendini belli etmiyor, eyleme dönüşmüyorsa; ibâdette, ahlâkta, insanlar arası ilişkide yansımıyorsa, kabul edilen din değil, kişisel bir felsefî kanaattir. Ahlâkta da durum aynıdır. Yüzlerce fakire binlerce lira para vermenin iyi olduğunu devamlı düşünmek yerine, bir fakire 10 lira vermek ahlâkî harekettir. Verecek durumu yoksa karşısındaki muhtâca, güler yüz göstermek, güzel söz söylemek, ahlâkî hayal kurmaktan iyidir. Paylaşmadıkça, paylaşma edebiyâtı veya paylaşmanın felsefesini yapmak, ahlâkîlik kazanmaz. Dinde de ahlâkta da eylem, olanda kalmayıp olması gerekene dönmek olacaktır.

Diğer bir hassas nokta şudur: Her şeye rağmen, bütün birleşme ve bütünleşme noktalarına rağmen, ahlâk ile din birbirinin yerine geçmez. İyilik etmek, yardım etmek, dürüst olmak, dînin de istekleridir ama bunlar Allah’a inanmanın, O’na ibâdet etmenin, diğer dînî emirleri yerine getirmenin yerine geçmez. Nasıl ki gereklerinden mahrum kalmış bir dindarlığın, ahlâklı olmanın yerine geçmediği gibi. “Doğruluk mâbedin, şeref kıblen olsun.”3 sözünde mâbed ve kıble, ahlâkın mâbedi ve kıblesi anlamındadır. Doğruluğun yönelişindeki kutsallıkları ifâde eder. Yoksa öbür mâbed ve kıble olmasa da olur anlamında değildir. Burada başvuracağımız ilkeler şunlardır:

  1. Bir doğru, başka bir doğruya karşı kullanılamaz, çünkü;
  2. Doğrular yan yana değil, iç içedir. Öyleyse;
  3. Doğrular, başka doğruları kaldırıp onun yerine geçemez.

Ahlâk ve din, ikisi de geneldir ama din, ahlâktan daha özel bir alana yönelmiştir. Din, Allah-âlem-insan ilişkilerinde bir anlam üzerinde yürümüş, önce anlamın yerleşmesini sağlamış (îman süreci), sonra bunun eylem ve davranışlarda yansımasını istemiştir. Din her türlü düşünce ve felsefî kabullerden ayrı, Allah-âlem-insan üçlüsünün ilişki ve hiyerarşisinde özellik gösteren bir sistem ve bir sosyal kurum hâline gelmiştir. Tevhid dîninin genelliği ve evrenselliği, Mutlak Varlıkla ilgilidir ve sonsuza açılır. İnanıp inanmamaktan dolayı din, izâfî görünse de izâfî değil; bilgi, bilinç ve kabuller isteyen bir alandır. Amacı, korumaktır. Ahlâkın amacı da insanı korumaktır. Ancak bunu, bütünü yâni toplumu korurken yapar, vicdânî ilkelerle hareket ettirerek insanı bu bütün içinde, bütünle birlikte korur. Din aynı amaca yönelmiştir ama insandan başlayarak ve ona özel bir bilgi, düşünme, bilinç alanı açarak, kabûlünü sağlayarak onu korur. Eğer din ile birlikte ele alınmazsa ahlâkta en geniş metafizik algı, “insanlık”tır. Dinde bu alan Mutlak Varlık Allah ve ebedîlik içinde ancak yerini alır. Din olmaksızın ahlâk, insanlığı hedefe koysa da bu dünyâyla sınırlı kalır. İnsan, doğar, yaşar ve ölür. Ölünce her şey biter. Ölen insan için ahlâk ve sonuçları bitmiştir. Hesap da bitmiştir. Yaşayan başkaları tarafından bir müddet hatırlanır, daha sonra unutulur; yâni yeni nesiller için kişi artık hiç olmamış, yaşamamış gibidir; zâten öyle bir varlığın farkında değillerdir, yokluk hâline dönüşmüştür. İnsanlık okyanusunda hiç iz bırakmamış mıdır? Yaşayanlar tarafından böyle bir iz tâkip ediliyorsa, elbette kişinin yaşaması boşa gitmemiştir. Ama insanın ve insanlığın bu dünyâda ebedî olmadığını da ilmen ve dînen biliyoruz. Ahlâk geniş çerçevede, bir izâfîlik ve geçicilik kazanmıştır. Bu izâfîlikten ve geçicilikten kurtulması ancak din ile birlikte olmasına bağlanmıştır.

Ahlâk ile din ilişkisini anlamada, aracı bir alana da ihtiyaç duyarız. Bu alan ilim ve din alanıdır. Din ve ilim dünyâsında temel iki soru vardır ve bunların cevapları önemlidir. Bu iki soru, nasıl ve niçin sorularıdır. Bu iki soru ilim ve din için âdeta ayıraçtır. İlim nasılla ilgilenir, niçinle ilgilenmez ve onun konusuna girmez. Meselâ insan şöyle bir varlıktır, şu şekilde ortaya çıkar, şu şu organları vardır, şu şekilde hareket eder, ârızalanırsa şöyle tedâvi edilir, vs. atomlarından, hücrelerine, organlarından organizmaya, çevresine, diğer insanlarla ilişkilerine, diğer canlılarla ve tabiatla ilişkisine kadar, her şeye bu nasıl içinde bakılır. İlişkiler ve kanunlar çıkarılır. Bu nasılların kendi aralarındaki niçinler, bizim sözünü ettiğimiz niçinden ayrıdır. Karaciğer niçin vardır, midenin salgı üretmesi niçindir, ilmin konusuna girer fakat insan niçin vardır, girmez. Felsefeye, ideolojiye kayarak tabiat kendinin farkına varılması için insanı oluşturmuştur, vb. fikir üretimleri ilimle ilgili değildir. İlmî metot, bu gibi fantezileri dışarda bırakır. Nasılı, insan zekâsı, merâkı, aklı, ihtiyaçları, zâten ister istemez araştırmaktadır. Biz istesek istemesek, nasılların objeleri, kendilerini bize tanıtıyorlar zâten. Dokunuyoruz, görüyoruz, kokluyoruz, işitiyoruz, tadıyoruz. Zekâ ve akılla da ileri götürerek varlığı anlamaya çalışıyoruz. Ama nakil yoksa, saydıklarımızın ötesi yoksa niçine âit bir şey söylemek mümkün değildir. Âlem niçin vardır, insan niçin vardır ilmî bir metot ve çerçeveye girmeyen sorulardır. “Öte” yoksa amaç, hedef ve olması gereken de yok demektir. Yarın ve yarınlar, bugün gibi hep yok olucudur ve yok olup gider. Bu anlamsızlıktan dîne yer kalmadığı gibi ahlâk da esas anlamını kaybeder. İnsanın varoluşunun bir anlamı, bir amacı, yâni niçinin cevâbı varsa, o zaman dîne de ahlâka da yer açılır. İkisi için de kaybolup gitmeyecek olan “yarın” önemlidir. Ahlâk da din gibi nasılla yetinmez, niçini kovalar. Yalan söylememeliyim. Niçin? İnsânî toplumu, düzeni korumak için. İnsanlığı korumak için. Bunlar sorunun cevâbıdır ama insanı tam olarak tatmin etmez. Her şey yok olup gidecek ve böylece yoklukta eşit hâle gelecekse, niçin günlük cevaplanmış olur.

Ahlâk, adâlete giden bir köprüyle de dîne bağlanır. İslâm’da adâlet, ihsan ile birlikte zikredilir. Allah, adâleti, ihsanı vermeyi emretmiştir (Nahl-90). Allah için tanıklık etmekle adâleti dimdik ayakta tutmak aynıdır (Nisa-135). Rabb’in sözü hem doğruluk hem de adâlet tarafından tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirecek hiçbir kuvvet yoktur (En’am-115). Adâlet Hakka dayanmaktır (A’raf-159). Ahlâkla köprü böyle kurulmuş olur. Adâlet, dinde ve ahlâkta kendini vazgeçilmez kıldığı şekilde, eylem kendini belli eder. Aksi halde hayalden ibâret kalır. İbâdeti tamamen terk eden biri için nasıl Hakkın yolu kapanmışsa, adâleti terk eden için de ahlâkın, özgürlük ve insanlığın yolu kapanmıştır. Özgürlüğün yolu kapanırsa, insan içgüdüler yumağı seviyesine düşer. Yâni doğal hâlinde, daha doğrusu tabiat hâlinde kalır. Olması gereken yok olur, olan egemen olur.

KAYNAKÇA

(1) Hilmi Ziya Ülken, Aşk Ahlâkı, s. 204.

(2) Varoluşsal öz. Görünen ve bilinenin arkasındaki asıl gerçek. Duyularla elde edilemeyen arka plan. Soinut fenomenin karşıtı. Kendi kendine varlık. İslâmi terminolojide kısmen “gayb alemi anlamıyla karşılanabilir.

(3) Nurettin Topçu.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.