Balkanları ziyâret etme fikrimiz her ne kadar Ahi Çelebi Câmisi’nde gördüğümüz kutlu bir rüyâ neticesinde ortaya çıkmamış olsa da o rüyâyı vesile edinerek cihânı seyahat fethine çıkan Evliya Çelebi rahmetlinin torunları olmakla mükellef olduğumuz yükün şuurunda olarak yola revan olduk.

Yaklaşık iki haftalık Balkanları ziyâretimizin her ânı ve ayak bastığımız her karış toprağı sayfalarca anlatılmaya lâyıktır. Bir coğrafya tahayyül edin ki yalnız toprakların değil bilhassa gönüllerin fethedildiği, bu fethin yüzyıllarca kutlu bir nişan gibi göğüslerde taşındığı ve en nihâyetinde göğsünden sökülüp alınmak istenen bu nişana canı pahasına hâlâ sâhip çıkan insanların bulunduğu bir yurt. Bir toprak parçası bundan daha şerefli bir tâlihe sâhip olabilir mi? Sanmam… İşte Balkanlar dediğimiz kutlu coğrafya bu şerefe nâil olmuş ender toprak parçalarından biri.

Öncelikle şunu belirtmekte fayda görüyorum: Normal şartlarda seyahat ederken aşağı yukarı nelerle karşılaşacağınızı bilirsiniz. Dikkatinizi hiç celp etmeyecek ya da sizi büyüleyecek yerleri kestirebilirsiniz. Lâkin bizim için Balkanlar bu genellemenin oldukça dışında kalan bir coğrafya oldu. Ziyâretimiz esnasında karşılaştıklarımız, bizi tahminlerimizden koparıp bambaşka diyarlara götürdü. Mesela; dağ başındaki bir köy câmisinde üç kişilik cemaatin, Türk olduğumuzu öğrendiklerinde yüzlerinde beliriveren o içten tebessüm, bizim nezdimizde beş yüz yıl evvel o dağ başına Türk’ün yüksek estetik zevklerini sâdeliğinde barındıran o ahşap câmiyi inşâ eden dedelerimize idi. Sözün kısası bu coğrafyada bir giz, keşfetmekle tükenmeyecek bir zenginlik olduğu âşikâr…

Balkanlara dâir izlenimlerimizi yalnızca bir yazıda aktarmamız mümkün değil. Bundan mütevellit bu yazıda bizden bir parça olduğunu her karışında yüreğimizin derinliklerinde hissettiğimiz bir köyden bahsedeceğiz: Poçitel’den.

Köye dışarıdan bakıldığında ilk olarak dikkat çeken Neretva Nehri ve taştan yekpâre bir âbide gibi bizi selâmlayan târihî bölge oldu. Bu iki yâreni birbirinden ayrı düşünmek imkânsızdı. Öyle ki Neretva buradan kıvrılıp akmasa o yekpâre taştan âbidenin sanki tüm tılsımı bozulacak; sanki Poçitel buraya kurulmamış olsa o meşhur Neretva’nın boynu bükük usul usul akacaktı. İşte bu hislerle Poçitel bize “Merhaba!” dedi.

Poçitel çevresindeki tüm ulaşım ve iletişim hatlarının şah damarı olan anayola hâkim tepede, kayalık bir kütlenin üzerine kondurulmuş küçük bir kalenin eteklerine kurulmuştur. Târihi 1383 yılına dayandırılan Poçitel’in kelime anlamının “başlangıç noktası, sınır noktası” olması pek mânidardır. Zîra yüzyıllar boyunca burada hâkimiyet kuran devletler için bir sınır karakolu görevi görmüş olan bu köy, bulunduğu coğrâfî konum îtibâriyle bu ismi hak etmiştir.

Bu köyün stratejik önemi yalnız bizim değil, kurulduğu andan îtibâren çevresindeki diğer ülkelerin de dikkatini çekmiştir. Şöyle ki Poçitel, Adriyatik Denizi’nden Neretva Vadisi’ne kadar olan bölgenin ulaşım ve iletişim hatlarının ortasında konumlanmıştır. Başka bir deyişle Poçitel’i elinde tutan ülke, Dubrovnik’ten Balkanların içlerine kadar olan geniş alanın da hâkimiyetini elinde bulundurma ayrıcalığına sâhip olacaktır.

Poçitel’in Türklerle olan münasebeti on beşinci yüzyılın ikinci yarısında başlamıştır. Hersek Sancak Beyi Hamza Bey tarafından fethedildiğinde Dubrovnik’i elinde bulunduran Venediklilerle komşu olunmuştur. Fethinden itibaren Türklerin Balkanlardaki en stratejik noktalarından biri olan Poçitel, yüzyıllar sonra Osmanlı’nın yavaş yavaş erimesiyle bizlerle olan coğrâfî iltisakını da yitirmiştir.

1664’te ziyâret eden Evliya Çelebi’nin, “Poçitel Kalesi küçük ama sağlam bir yapı. Kalede surların, kulelerin ve komutan konutunun yanı sıra ambar ve küçük bir câmi de yer almakta. Kale dışında 150 hane var. Evler taş, tuğla ve kiremitten yapılma. 1562’de yapılmış bir de köy câmisi var.” şeklinde seyahatnamesinde tasvir ettiği Poçitel, ilk görüşte bizi kendine hayran bıraktı. Geçtiğimizin yolların ve aştığımız dağların ardında böyle bir hazîne tarafından beklenmek bizi ziyâdesiyle heyecanlandırdı.

Yüzyıllarca bozulmadan muhafaza edilmiş bu köye, daha doğru bir deyişle kale ve eteklerinden müteşekkil târihî alana ulaştığımızda bizi ilk olarak karşılayan saat kulesi oldu. Köydeki tüm eserlerde izi olan Şişman İbrahim Paşa tarafından inşâ edilen bu saat kulesindeki çan, 1993 yılına gelindiğinde Hırvat güçleri tarafından eritilerek silah yapımında kullanılmıştır. Bu büyük eksikliğe rağmen kule ihtişamından hiçbir şey kaybetmeden gururlu vaziyette Paşa Kulesi’ne selâm vermektedir.

Saat kulesini geçtiğimizde kalenin eteklerine giden taştan örülü yolda karşılaştığımız manzara bizi bir süre zamana hapsetti: Karşımızda mütevazı ancak bir o kadar da göz alıcı bir câmi, taştan bir hamam, taş evler ve konaklar, taştan bir meydan ve yukarıda tüm bu taştan yapıları kucaklayarak Neretva Nehri’ne göz kırpan görkemli bir kale… Bosna köylerinde yaşanılan iklim ve orman bolluğundan dolayı ekseriyetle ahşap yapılara rastlanır. Ancak Poçitel sınır bölgesinde olmasından mütevellit bir ‘savunma kasabası’ görevini üstlendiği için hâkim mîmârî de taş malzemeden oluşmaktadır.

Saat kulesinden geçerek devam ettiğimiz yolun bir süre sonra kıvrılması ve dikleşmesi kaleye de yaklaştığımızın habercisiydi. Bu yolu tırmanırken taştan evlerin çatılarını daha yakından inceleme fırsatımız oldu. Bizim kayrak dediğimiz, orada ise ‘arduvaz’ olarak adlandırılan ince yapraklar hâlinde ayrılabilen taş cinsinden örülmüş çatılar birer mîmârî hârikadan başka bir şey değillerdi. Bu muazzam çatıları ve kalenin eteklerine serpiştirilmiş diğer yapıları inceleyerek nihayetinde kaleye ulaştık. Kalede yalnızca bir kule bulunmakta ve Paşa Kulesi olarak adlandırılmaktadır. Kulenin içine adım attıktan sonra o girdabı dakikalarca minicik merdiven basamaklarıyla aşarak kulenin tepesine ulaştık. Neretva’nın kıyısında yüzyıllardır bekçilik eden bu küçük kulenin penceresinden kalenin eteklerinde kurulmuş yerleşim yeri ve hemen yanı başında kıvrılıp giden nehrin ahenkli bütünlüğü tüm yorgunluğumuzu alıp götürdü. Böyle bir yerde insan düşünmeden edemiyor: Bu manzarayı keyifle seyre daldığımız kale yüzyıllarca nelere şahit olmamıştır ki? Ordular, zaferler, mağlubiyetler, burayı bir türlü aşamayan mağrur kumandanlar ve muzafferâne bir özgüvenle bizimle aynı pencereden aynı manzarayı seyreden komutanlar… Târihin bu debdebeli akışı içerisinde kendimize de bir yer bulduğumuz için ziyâdesiyle mutluyuz. Seyre daldığımız bu manzara Ekrem Hakkı Ayverdi’nin, “Osmanlılar kolları sıvayıp o şirin, mûnis vâdîye bakan haşin sel yatağını zebercedden oyulmuş bir bileziğe takılı nefis bir gül demeti hâline sokuvermişler.” derken ne kadar da haklı olduğunu gösteriyor.

Bu muhteşem manzarayı ardımızda bırakarak yavaş yavaş kalenin eteklerinden Kanuni Sultan Süleyman döneminde Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayrettin tarafından inşâ edilmiş olan Hacı Aliya Câmisi’ne doğru indik. Câmi on yedinci yüzyılda Şişman İbrahim Paşa tarafından onarıldığı için Şişman İbrahim Paşa Câmisi olarak da bilinmektedir. Câminin avlusuna adım attığımızda bizi muhtemelen câmiyle yaşıt ya da daha yaşlı bir selvi ağacı karşıladı. Hayatın ağaçla tasvir edildiği bir medeniyette, ezel ve ebedin daimî sahibi Yüce Yaratıcının mâbedinin de uzun ömürlü bir ağaçla süslenmesi Türk milletinin Tanrı’sıyla olan kuvvetli bağının bir kanıtıdır.

Tüm köy gibi câmi de Bosna Savaşı’ndan nasibini almıştır. Hırvat güçleri Poçitel’in Müslüman nüfusunun büyük kısmını etnik temizliğe mâruz bırakmış, kalanları binbir işkence ile yerinden etmiş ve köy mimarisine de kapanmaz yaralar açmıştır. Hacı Aliya Câmisi’nin minaresi bombalanmış ve düşen minare merkez kubbenin büyük bir kısmıyla beraber girişteki üç kubbeden birinin de yıkılmasına sebep olmuştur. Neyse ki câminin dört duvarı ayakta kalabilmiş, câmi içindeki kalem işi ve taş oyma süslemelerinin birçoğu orijinalliğini muhafaza edebilmiştir. 2003 yılında köy genelinde yapılan detaylı bir restorasyon süreci nihayetinde yıkılan yapılar ve elbette en önemlisi de Hacı Aliya Câmisi eski formuna kavuşturulmuştur. Câminin bahçesinde geniş bir kaidenin üzerinde sergilenen oymalı, motifli eski taş parçalar ise Bosna Savaşı’nda yaşanan dehşeti ziyâretçilere hatırlatmaktadır.

Câmiye veda ettikten sonra taştan sokakların sağına soluna kondurulmuş yapıları geçtiğinizde aşağıda bir meydan sizi karşılamaktadır. Burada görülen hamamın İstanbul’dan gönderilen ustalar tarafından inşâ edildiği söylenmektedir. Ayrıca meydanda bir han da bulunmaktadır. Vjekoslava Sankovic, makâlesinde nehre yakın olan kısımda, hanın çevresinde eskiden çarşı bulunduğunu; çarşının bir meydan ile bunu çevreleyen dükkânlardan oluştuğunu belirtmektedir. Meydanda hayvan takası, tahıl alışverişi ve başka malların ticareti yapılmaktaydı. Dükkânların ise büyük bir kısmı yıkılmış olduğundan sayıları ve işlevleri kesin olarak bilinememektedir. Çevrede cezbedici tarım topraklarının olmaması da burada yaşayan halkın geçimini zanaattan ve ticaretten sağladığını göstermektedir.

Poçitel’in en dikkat çekici özelliklerinden biri, ticaret bölgesi ile konut bölgesinin kesin olarak birbirinden ayrı olmasıdır. Kaynaklarda sivil nüfustan bahsedilmemiştir. Ancak sivil nüfusun sınırda güvenlik sağlanınca kalenin aşağısında nehrin karşısındaki bir alanda yerleştiği tahmin edilmektedir. Bu açıdan bakıldığında Poçitel, Osmanlı şehircilik anlayışının en nadide temsilcilerinden biridir.

Yüzyıllar boyunca sayısız sivil ve askerî kucağında besleyen, târihin akışına yön veren bu “taş şehir” on dokuzuncu yüzyılda sınır ortadan kalkınca tüm işlevini yitirdi ve uzun yıllar süren bir uykuya daldı. Boşnak yazar Ćamil Sljarıć bu uykuyu şöyle tasvir etmektedir:

“Daha geniş ve topoğrafik açıdan daha elverişli bölgelerde, daha büyük şehirler ortaya çıktığı zaman, Poçitel’in ışıkları tıpkı bir köydeki gibi söndü. Okuyup yazan insanlar giderek azaldılar; yavaş yavaş her şey boşaldı: Dükkânlar, ambarlar, kasalar, ahırlar, baruthaneler ve en sonunda kasabanın kendisi… Yalnızca ölümsüz olan, varlığını sürdüren bir şey vardı: Otlara bürünmüş taşlar, ara sıra gıcırdayan bir kapı ve de Neretva’nın bitmeyen mırıltıları sessizliği bozuyordu. Çünkü nehrin kaybedecek bir şeyi yoktu: O ne değişebilirdi, ne de eskiyebilirdi.”

Bu derin uykunun ardından Poçitel Bosna Savaşı’ndan payına düşeni aldı ve daha da yalnızlaştı. Aradan geçen uzun yılların ardından toprağından koparılan Müslüman halk özlemini çektiği âbidevî köye dönmeye başladı. Yaralar zamanla sarıldı ve Poçitel yeniden dünyânın ziyâretgâhı hâline geldi.

Biz Poçitel’i dağ başını dahi îmar, inşâ ve ihyâ eden bir milletin çocukları olarak ziyâret ettik. Koskoca kayadan ufacık bir taşa varıncaya kadar medeniyetimizin numunelerini görmek gururumuzu okşadı. Lâkin Türk olarak bundan sonraki vazîfemiz yalnızca bu eserlerle gurur duymak değil; aynı zamanda bizi özleyen bu topraklara geri dönerek Türk’ün aslî vazîfesi olan îmar, inşâ ve ihyâya devam etmektir.

KAYNAKÇA

Büyükdığan, İlter. Bosna-Hersek’te İlginç Bir Osmanlı Kasabası: Poçitel. Vakıf Haftası Dergisi. 1993.

Ayverdi, E.Hakkı. Avrupa’da Osmanlı Mimari Eserleri, Yugoslavya. Cilt.2. İstanbul. 1981.

Sljarıć, Ć. Pocitelj, Yugoslavia, Syjetlost. Sarajevo. 1990

Kiel, M. Poçitel. 2012

Evliya Çelebi. Seyahatnâme (Dağlı). VI. sf 281- 282.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.