“İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.”
Hz. Ali
Düşünme/fikir üretme, insanoğlunun sahip olduğu en önemli kabiliyetlerden birisi olarak karşımıza çıkar. İnsan, tabiatı anlamak, anlamlandırmak ve buna yönelik davranışlarda bulunabilmek için sürekli olarak düşünmeye/fikir üretmeye ihtiyaç duymuştur. Tabiatla iç içe yaşayıp ona kayıtsız kalamayan insan, onu idrak etmeye çalışır. Her idrak ise bir başka idrak edişin temelini oluşturan merakı besler.
Ancak olguların bilgisini edinmek, onu idrak etmenin ötesinde bir durumdur. Mesela ateşin yaktığını, suyun susuzluğu giderdiğini idrak eden insan her ateşin yakıp yakmadığını ya da her suyun susuzluğu giderip gidermediğini ve bunların neden gerçekleştiğini sorgulamaktan kendini alamaz. İşte bu sorgulamalar insanı, olguları idare eden kanun veya kanunların var olup olmadığı sorusuna cevap aramaya iter.
**“Evrenin ve olayların bir bölümünü deneye ve gerçeklere dayanarak inceleyen ve bunlara ait yasaları çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, bilim”** olarak tarif edebileceğimiz ilim kavramı da bu sorgulamalar sonucunda elde edilen bilgilerin sistemleştirilmiş bir bütünüdür. İnsanoğlu bu düzenli bilgiler neticesinde birtakım neden-sonuç ilişkisini kurabilmiş, çeşitli tezler ve teoriler ortaya atarak tabiatı daha iyi anlayabilmiştir.
Tarihî seyre baktığımızda tabiatı anlamlandırmada felsefenin daha eski ve temel bir sistem olduğunu söyleyebiliriz. İlimlerin ve ideolojilerin temelini oluşturan felsefe, tabiata nasıl mânâlar yükleneceği ve varlık âleminin niçin var olduğu gibi birtakım sorulara cevap arayan insanın, bu sorulara vermiş olduğu cevaplar neticesinde insanın ve toplumun hâl ve hareketlerini düzenlemede de temel rol oynar. Tam bu noktada toplumların din anlayışlarının da en az felsefi düşünceler kadar önemli bir düzenleyici rol oynadığını belirtmekte fayda var. Öyle ki insanın varlık âleminde kendisini konumlandırdığı yer neticesinde edindiği vazifeler ve sorumluluklar gerek içinde yaşadığı toplumun dinamiklerinde gerek toplumlar arası kurulan münasebetlerin yapısında gerekse de kurmuş olduğu devletlerin temelinde kendisini bariz şekilde göstermekte ve toplumun hayatı buna göre şekillenmektedir.
İnsanlık çeşitli tarihî vetireleri atlatırken yeni tecrübeler edinmekte, yeni bilgiler ve teknik vasıtalar üretmektedir. İnsanlığın bilgisi gitgide artmakta ve bu artış her zaman bir öncekinden daha fazla ve hızlı bir şekilde gerçekleşmektedir. Artan bu bilgiler ve tecrübeler insanlığı sürekli olarak anlam arayışının içerisinde tutar ve insanoğlu sürekli şekilde birtakım sorulara cevap vermek mecburiyetinde kalır. İnsanın cevap vermesi gereken önemli bir soru da ürettiği bilgilerin, geliştirdiği teknik vasıtaların ne için kullanılacağıdır. Zaman içinde öğrenilen bilgiler, gerçekleştirilmiş olan ilmî gelişmeler tek başına bu sorunun cevabını aramada insana yardımcı olamamaktadır. Zira ilim, yanında bir gaye barındırmadığı sürece insanın ne için o bilgiyi kullanması gerektiğini söylemekte yetersiz kalmakta ve hatta hiçbir şekilde söylememektedir. Çünkü objektif olarak tabiatı inceleyen ilimin tek gayesi, yapmış olduğumuz ilim tarifinden de anlaşılacağı üzere tabiat olaylarını inceleyip bunlar üzerine teoriler üretmektir. İlim bunun ötesinde bir gaye barındıramadığından yapılan ilim sonucunda üretilen bilgi de yalnızca tabiatın işleyişini anlayabilmede insana yardımcı olur.
Üretilen bilgilerin ve geliştirilen teknik vasıtaların ne için kullanılacağı sorusuna cevap arayan insan, burada ilimden ziyade ideolojiden -daha basit tabiriyle dünya görüşünden- yararlanmaktadır. Daha önceleri üretmiş olduğu felsefeyle tabiata ve kendisine yön vermeye çalışan, dünya görüşünü buna göre oluşturan toplumlar insanoğlunun bilgi birikiminin artması neticesinde sahip oldukları felsefi düşünceleri, içinde yaşadıkları toplumun din anlayışıyla, kültürüyle ve o toplumun şartları ile birleştirip sahip olduğu fikirleri sistemleştirerek daha üst bir çerçeve çizme yoluna gitmiştir. Fikirlerin sistemli hâle getirilmesi sonucunda ortaya çıkan bu ürünün ideoloji olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlık tarihîne ve felsefe tarihîne nazaran ideolojilerin yani sistemli fikirlerin, insanoğlunun daha yeni bir ürünü olduğunu söylemek de mümkündür.
“İçtimaî bir öğreti oluşturarak kişilerin, toplumların, devletlerin davranışlarına yön veren siyasî, iktisadi, hukuki, dinî, felsefi düşünceler bütünü, sistemli fikir” olarak tarif edebileceğimiz ideoloji kavramının ne olduğu, muhtevasında neleri barındırdığı, temele aldığı değer yargılarının neler olduğu, tabiatın merkezine neyi koyduğu gibi sorulara verilen cevaplar bizleri farklı fikir sistemlerine götürmektedir. Kavram olarak ise ideoloji ilk defa 18. yüzyılda kullanılmakla birlikte sonrasında bu kavram üzerine fikir üreten düşünürler çeşitli ideoloji tanımları yapmışlardır. İdeolojilerin ne olduğu sorusuna verilen cevaplarda bazı çeşitlilikler, çelişkiler ve bu tanımlamalardan hangisinin daha doğru, iyi ve güzel olduğunu anlayabilmede çektiğimiz birtakım güçlükler vardır. Bu güçlükler sebep olarak bize şunu göstermektedir ki herhangi bir dünya görüşünden bağımsız olarak fikir üretemeyen insan, ideoloji kavramına da aslında ideolojik bir açıklama getirmektedir. Dolayısıyla ilimde olduğu gibi objektiflikten ziyade subjektifliğe dayanan ideoloji kavramı bizleri daha büyük tartışmalara, çatışmalara ve hatta insanlık tarihînin de tecrübe etmiş olduğu gibi savaşlara götürmektedir.
İlimde cevapları aranan sorular daha çok tabiattaki olayların neden olduğu, bunların arasındaki neden-sonuç ilişkilerinin nasıl ortaya çıkarılacağı sorularıdır. Bunun yanında olayların nasıl gerçekleştiğini de mümkün olduğunca izah etmek ilmin kapsamı içerisindedir. Bu bakımdan ilim objektif bir zemine otururken tabiattaki bu ilişkilerin sonucunda elde edilen bilgilerin ne için kullanılacağı veya tabiattaki bu ilişkilerin nasıl olması gerektiği sorularına verilmeye çalışılan cevap içerisinde insanın değer yargılarını, anlam dünyasını ve varlık tasavvurunu barındırdığı için bizi daha subjektif olan ideolojinin sahasına itmektedir. İşte burada yapmış olduğumuz ayrım ilim ve ideolojinin en temel farklılıklarından birisidir, yani bu iki kavramın farklı sorulara aramış oldukları cevaplardır. İlim temelde neden sorusuna ve bunun yanında yer yer nasıl sorusuna cevap vermeye çalışırken ideoloji daha çok bilginin niçin kullanılacağı sorusuna cevap vermeye ve mevcut olguların nasıl olduğundan ziyade nasıl olması gerektiğini cevaplandırmaya çalışır. Nasıl olması gerektiğine verilmeye çalışılan cevap insanı, ilmin statikliğinden ideolojinin aksiyonerliğine götürür. Yani durağan bir bilgi üreterek tabiatı açıklayan ilim, karşısında dinamik olan ve bu statik bilgileri kullanarak insanı dinamik bir değer üretmeye götüren ideolojiyi bulur.
Hadiseye değer üretme penceresinden bakıldığında ideolojiler, insanı değer üretmeye götürürken insana tercihte bulunma görevini yükler. Tercih yükleme de ideoloji ile ilmi ayıran bir diğer önemli husustur. Bilgiyi ne için kullanacağını yani nasıl bir değer üreteceğini insana söyleyen ideoloji, o ideolojiyi oluşturan felsefenin, kültürün, din anlayışının, toplum şartlarının ve ideolojinin esas aldığı ahlaki değerlerin doğrultusunda insana tercih yaptırır ve ideolojinin topluma vadettiği cenneti kurmak için insanları harekete geçirir.
Sinir bilimi (nöroloji) bu hususa somut bir misal olarak gösterilebilir. Vücuttaki sinir hücrelerinin yapısı ve hareketleri incelenerek insanın birtakım kararları nasıl verdiği ve davranışları nasıl ortaya koyduğu ilim insanlarınca tespit edilmeye çalışılmaktadır. Sinir bilimi ile uğraşan ilim insanları, sinir sistemimizin ve beynimizin tabiatı hakkında birçok yeni şey keşfetmiş ve insanı daha çok tanımamızı sağlamıştır. Ancak bunun sonucunda elde edilen bilgilerin objektif olmasıyla birlikte bu bilginin ne için kullanılacağı sorusuna verilen cevaplar subjektiftir. Söz gelimi bir doktor bu bilgileri sinir sistemiyle ilgili bir rahatsızlığı olan hastayı tedavi etmek için kullanırken bir pazarlamacı, tüketici davranışlarını ve kararlarını manipüle edip maddî kazanç sağlamak için kullanır. Çünkü insanın sahip olduğu dünya görüşü gerek meslek seçiminde gerekse de o mesleği ve mesleğin gerektirmiş olduğu bilgileri ne için kullanacağını tayin etmekte. Bir doktor için bilgiyi kullanma gayesi tedavi etmek iken bir pazarlamacı için aynı bilgi kazanç sağlama vasıtası hâline gelmekte. Hatta pazarlamacıya sürekli olarak kazancı düşünmesi gerektiğini söyleyen ideolojisi, ilmi bile kendi lehine çevirmeye çalışıp nöropazarlama gibi ilim disiplini gibi gözüken ancak tamamen bir ideoloji ürünü olan çalışma alanları yaratmakta.
Bu durumda insanlığın ürettiği bilgilerden ve teknik vasıtalardan hareketle ortaya koyulan değerler aslında zannedildiği gibi ilim ürünü olmaktan ziyade bir ideoloji ürünüdür. Bunun neticesinde de şunu söyleyebiliriz ki toplumlara ve tarihe doğrudan yön verenler ilim insanlarının ürettiği bilgiler değil mevcut ilmî bilgilerle dünya görüşünü birleştirip bilgiyi ne için kullanacağını bilen ve yön verebilme potansiyeline erişen, ideolojik düşünebilen insanlardır. Nitekim ilmin birikerek veya üzerine koyarak gelişmesiyle toplumların sahip olduğu ilmî bilgilerin ve kıymetli ilim insanlarının varlığı o toplumu yönlendirmede tek başına yeterli olamamaktadır. Son yüzyıllarda insanlığın sahip olduğu ortak hafıza, ortak ilmî birikim göz önünde bulundurulduğunda toplumların gelişmişlik seviyesi bu ilmî hafızayı kullanabilme yetenekleriyle doğru orantılıdır. Yeterli ilmî birikime sahip donanımlı ilim insanlarının yanında olayları ideolojik şekilde tahlil edebilen yöneticilerin bulunmayışı yahut o toplum için muarız ideolojinin gözüyle dünyaya bakan yöneticilerin varlığı toplumların gelişmesinde ve tarihe yön vermesinde o topluma kaçınılmaz zorluklar çıkartmaktadır.
İşte bu noktada da karşımıza çıkan ilmin ve ideolojinin objektiflik ve subjektiflik eksenindeki farkı bize göstermektedir ki toplumlar, yalnızca insanlığın sahip olduğu ilmî bilgilerle değil bunun yanında ve bundan daha öncelikli olarak bu birikimi ne için kullanacağını bilen, içinde bulunduğu cemiyetin felsefesinden, tarihînden, kültüründen, din anlayışından beslenen bir ideoloji ile varlığa bakan lider ve idarecilerin mevcudiyeti ile kalkınır ve tarihe yön verebilir.
Bir sonraki yazımızda çeşitli ideolojilerin ilimlerle olan ilişkilerini ve 21. yüzyılda bu ideolojilerin durumlarını incelemeye çalışırken ideolojilerin sonunun gelip gelmediği sorusuna cevap aramaya çalışacağız.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.