Toplumsal bellek, zaman içinde unutulmaya veya unutturulmaya yüz tutmuş toplumsal yapının yeniden hayat bulmasını sağlayan bir dejavudur. Zaman zaman sanki benzer hâdiseleri yaşıyormuş gibi düşündürüp hafızanın bir köşesinde yatan toplumun ortak yaşanmışlıklarını (bizâtihi deneyimlemesek dahi) bize hatırlatmasıdır. Bu hatırlatma, geçmişimiz ve geleceğimiz arasında köprü kurmakla beraber bize somut bir dayanak sağlar. Tarih boyunca sahip olduğumuz, günümüze taşıdığımız ve geleceğimizde yaşatacağımız kimliğimizin dayanağı.
Kimlik kavramı sosyal bilimlerde 1950’li yıllardan itibaren “Ben kimim?” ve “Ben nereye aitim?” gibi sorular ile üzerine yoğun bir şekilde düşünülmüş ve tartışılmış bir meseledir. Türk Dil Kurumunun Türkçe sözlüğünde kimlik; toplumsal bir varlık olarak insana özgü olan belirti, nitelik ve özelliklerle, birinin belirli bir kimse olmasını sağlayan şartların bütünü şeklinde ifade edilir. İşin hülâsası kimlik bir kaçıştır. Belirsizlikten, aidiyetsizlikten, zamanla kendi tarihselliğinden kopup belki de koparılıp tozlu raflarda yok olmaya yüz tutmuşluktan bir kaçıştır.
Kimlik, zaman ve mekân etrafında şekillenir. Kişinin ait olduğu toplumun kültürel, sosyal ve tarihî tecrübelerinden etkilenir. Tecrübe, kişinin dünyaya gelişiyle başlayan hayatındaki deneyimlerin bütünüdür. Deneyimler, düşünce yapısı inşa etmekle birlikte kişiye bir bakış açısı kazandırır. Bu bakış açısı yaşanılan deneyimler çerçevesinde yaşamı tanıma, anlamlandırma ve yorumlama gibi çabaları beraberinde getirir. Bu çaba da balalıktan gelir. Yaşamı anlamlandırıp tanırken uğradığımız ilk duraklardan biri oyunlardır.
Türkmencede, Uygurcada, Özbekçede, Kırgızcada oyun; Kazakçada oyın; Tatarcada uyın; Altayca, Şorca ve Sagaycada oyin şeklinde Türkçemizin farklı lehçelerinde boy gösteren oyun kavramı; Türk Dil Kurumunun Türkçe sözlüğünde yetenek ve zekâ geliştirici, belli kuralları olan, iyi vakit geçirmeye yarayan eğlence şeklinde tanımlanır. Dilimize yalnızca gerçek anlamıyla değil mecaz anlamıyla da yerleşmiştir. Bunun en büyük örnekleri; oyuna gelmek, çocuk oyuncağı haline getirmek, oyun bozmak; yenik pehlivan oyuna doymaz, er oyunu üçe kadar, abdal düğünden çocuk oyundan usanmaz gibi sözlü kültürümüzün mirasçıları olan atasözlerimiz ve deyimlerimizdir.
Oyun kavramının Türklerde ne ifade ettiğini daha iyi anlayabilmek için kökenini kurcalamakta fayda görüyoruz.
Oyun kelimesinin Türkçenin en eski kelimelerinden olduğu; kökeninin şamanlığa dayandığı düşünülmektedir. Günümüzde Türkmenistan’da hâlâ şaman törenlerinin tamamına oyun adı verilmesi de buna kanıt gösterilebilir.
Şamanlar yapılan törenlerde; ritimler, ezgiler ve çıkardıkları birtakım sesler eşliğinde çeşitli figürler ve danslar sergilerlerdi. Şamanların tuttuğu ritimler, mırıldandıkları ezgiler ve çıkardıkları birtakım ezgiler yaşadıkları tabiat temelliydi.
Bugün Anadolu’da oynanan eski oyunların taş, sopa ve ip gibi herkesin ulaşabileceği araçlar üzerine kurulu olduğunu görülebilmektedir. Buna binâen diyebiliriz ki oyunların şamanistik dönemden kalma ayinler gibi yereldir, milletin içindendir. Hâliyle millet kadar eski ve köklüdür. O halde biraz eski ve köklü belleğimizde yolculuğa çıkalım. Türk kültürünün yazılı ve sözlü kaynaklarını inceleyelim. 11. Yüzyıla, Karahanlılara, Kaşgarlı Mahmud’a bilinen ilk Türkçe sözlük Divan-ı Lûgati’t Türk’e uzanalım.
Türk bala oyunlarının ilk yazılı kaynağı olarak kabul edebileceğimiz Divânu Lugâti’t-Türk, oyun ile ilgili pek çok kavrama bünyesinde yer vermiştir. Birkaç misal verecek olursak: İlk durağımız Çelik-Çomak.
Er topiknı adhn bile tuldı.
(Adam topu çatal değnekle vurdu.)
Çelik-Çomak, çeşitli ebatlardaki sopalarla oynanan bir bala oyunudur. (DLT I, 22-23) Divân-ı Lugâti’t Türk’te Çelik-Çomak oyunundan benzetme yoluyla bahsedilmektedir. “Bu, bir Türk oyunudur. Şöyle oynanır: Oynayanlardan birisi oyunun kendi tarafından başlamasını istediği zaman yukarıda anlatıldığı şekilde çatal değnekle topa vurur. Bu işte, kuvvetli vuran oyuna başlamış olur. Çelik-Çomak oyununun vurmasında dahi böyle denir.” (DLT II, 22-23)
Türkçe sözlükte de “Balaların, çomakla çeliğe vurarak oynadıkları oyun” olarak ifade edilen, Türkistan’da ise Çüllük, Çiling Ağaç, Çüyke, Tayak, Pre Atgi, Baliçuk gibi isimlerle bilinen çelik-çomak oyunu, değnekle oynanan oyunlardan en yaygınıdır desek yanlış olmaz sanıyorum. En az ikişer kişiden oluşan iki grupla oynanan bu oyunda, öncelikle düz bir zemine çukur açılır, çukurdan 20 adım geriye bir çizgi çizilir. İlk hangi grubun başlayacağı seçimle belirlenir. Oyunda biri uzun diğeri kısa olmak suretiyle iki sopa bulunur. Karşı gruptan bir kişi elindeki uzun sopayı açılan çukurun üzerine yatay biçimde koyar. Seçimi kazanan gruptan bir kişi çizilen çizgiden, elindeki küçük sopayı çukur üzerindeki uzun sopaya atar. Eğer isabet ederse oyun başlar. Elindeki büyük sopa ile küçük sopayı havaya kaldırır ve vurur. Küçük sopanın düştüğü yere kadar oyunu kaybeden gurubun oyuncuları sekerek ilerler.
Çelik çomak oyunu böyle devam eder. Bizde bahsi geçen diğer oyunumuz ile devam edelim, Karaguni.
Divânu Lugâti’t-Türk’te “akşamleyin balaların oynadıkları bir oyun” şeklinde ifade edilir. Gizlenmeşik ve Karageldi isimleri ile de bilinen Karaguni; oyunculardan birinin ebe olması ve saklanan arkadaşlarını bulması temeline dayanan bir bala oyunu olan saklambaç ile oldukça benzerlik gösterir. Karaguni, oyunların birçoğunun değişmeden Anadolu’ya taşınmış olduğunun en büyük örneklerindendir.
Buna bir diğer örnek ise sıradaki oyunumuz, Çengli Menglidir.
Oyun, Lûgât’ta “Bu bir bala oyununun adıdır.” Şeklinde ifade edilmiştir. Hâlihazırda tüm Türk toplumlarında salıncak ile oynanan oyunu Uygurlar daha farklı şekilde yorumlamışlardır. İlk olarak avlulara tahterevalli benzeri bir mekanizma kurulur İki çocuk karşılıklı olarak mekanizmanın iki tarafına oturur ve yukarı aşağı mekanizmayı kaldırıp indirir. Bu esnada ayakları yerden kesilen çocuk;
Liñgir liñgir taq taq
(Lingir lingir tak tak)
Hecexan çapaq
(Hecehan kirli)
Hecexanniñ bir qızı bar
(Hecehanın bir kızı var)
Yüzliri qasmaq
(Yüzü gözü pis.)
Liñgir liñgir taq taq
(Lingir lingir tak tak)
İkkimiz inaq
(İkimiz yakın)
Daim retlik oynaymiz
(Daima düzenli oynarız)
Yüzimiz appaq
(Yüzümüz apak)
Şeklindeki Lingir Taq Taq tekerlemesini söyler ve oyun bu şekilde bilinenden daha farklı bir formatta devam eder.
Bizse yolumuza bildiğimiz yerden, bir sonraki oyunumuz olan Ceviz oyunundan devam edelim.
Günümüzde az da olsa, açık havada, 10-15 yaş arası balacıklar gruplar hâlinde nişancılık hünerlerini ceviz oyunu ile sergilerler.
Lugât’ta oyunun muhtevâsından bahsedilmez yalnızca atıç kelimesiyle, “Çocukların ceviz oynadığı çukur”; eteçlik kelimesiyle de “Ceviz oynamak için çukur açılmış yer” şeklinde mekânsal olarak ele alınır.
Biraz oyundan bahsedecek olursak, düzlük bir alana 20 santimetrelik daire ve daireye 4-5 metre mesafeden bir çizgi çizilir. Her oyuncu birer ceviz koyduktan sonra çizilen çizginin arkasına geçer. Küçük taşları cevizlere doğru sırayla fırlatırlar. Atan oyuncu dairenin dışına çıkardığı cevizleri alır. Sıra ikinci oyuncudadır. Cevizler bittiği zaman tekrardan konur. Cevizi biten oyundan çıkar. En çok ceviz alan oyuncu kazanmış olur.
Balkarlardan Hakasya’ya; Başkurdistan’dan Çuvaşya’ya; Türkistan’dan Anadolu’ya…
Son durağımız UNESCO’nun maddi olmayan miraslar listesinde yer alan ve unutulmaya yüz tutmuş binlerce yıllık oyun, Aşık Atma.
“Ol meniŋ birle aşuk sürtüşdi.”
“O, aşığı sürtmede ve düzgün hale getirmede benimle yarıştı.”
Lugât’ta yalnızca adından söz edilen oynanışına dair bilgi verilmeyen, zannımızca Türkistan’dan atalarımızla beraber önce Erzurum’a taşınan Aşık Atma buradan diyâr diyâr tüm Anadolu’ya yayılmıştır.
Adından da anlaşıldığı üzere aşık oyununun aracı; oğlak, koyun ve keçi gibi hayvanların ayaklarından çıkan aşık kemikleridir. Aşık kemiğinin parmaklar arasında tutulmaya ve fırlatılmaya uygun olmasının yanı sıra kolay ulaşılabilir olması onun çeşitli oyunlarda zar görevi görmesini sağlamıştır.
Aşıklar isteğe bağlı boyanır. Boyanan aşıklara kınalı denir. Ortaları delinerek ağır olması için kurşun akıtılır. Bu işleme ise eneke denir. Her oyuncunun süslenmiş, kınalanmış bir enekesi olur.
Aşıkların yüzleri çig, şeg, tög, mire, alçı gibi isimler alır. Bir daire içerisine dizilen aşıklar bir kaç metre uzaktan atılarak daireden dışarıya çıkarılmaya çalışılır, bu oyuna “çizgi oyunu” denir. Çizgi dışına çıkarılan her aşık, çıkaran oyuncunun olur. Aşık çıkaramayan oyuncu, sırayı rakibine bırakır. Aşıkların tamamı daire dışına çıkıncaya kadar oyun devam eder. Aşıkları biten oyuncuya “ütüldü” denir.
Tataristan’da, Dağıstan’da oyunlarımız unutulmaya yüz tuttu. Balkarlarda, Hakasya’da Tuva’da Moskoflar mirasımızın köklerini kazıdı.
Yöresel kıyafetler ile bahçelerde oyun oynayan Kazak analarının yerini kültür emperyalizmi içine doğmuş Kazak balaları aldı.
Anadolu’da vaziyet daha vahim. Küçük yaştan itibaren aşık oyununu oynadığını söyleyen Gürbüz ağabey, “Küçüklüğümüzde köyde oynadığımız en güzel oyundu. Şimdiki çocuklar bu aşık oyununu bilmezler.” diyor.
Eskiden sokaklarda, bazen de evlerin damlarında oynanırdı oyunlarımız. Artık hiçbirinin esamesi okunmuyor. Varlığımızın devamlılığını sağlayan mirasımız, oyunlarımız bilinmiyor. Bilinse dahi oynanmıyor. Kültürümüz kökünden kuruyor.
Peki biz Türk milliyetçileri olarak bu vaziyete karşı nasıl bir tavır takınmalıyız?
Evvelâ sahip çıkmalıyız, bilmeliyiz; bildiğimizi anlatmalı ve uygulamalıyız. Belki günümüze uyarlamalıyız. Belki gelecek nesillere aktarmak için derlemeliyiz. Temelinde kastettiğimiz husus devamlılıktır, oyunların yok olmamasıdır.
Bizler üzerimize düşen görevi yapadururken diğer taraftan uygulanacak milli olan eğitim politikaları ve yasalar yoluyla oyunlarımız güvence altına alınmalıdır.
Teoride kalmayıp 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı, Nevruz gibi bayramlarda oyunlar oynanmalıdır.
Oyunlarımızın oynanmaması, yok olma raddesine gelmesi yalnızca Anadolu sathında değil tüm Türk milleti için tehlike teşkil eder. Bu ortak mirasa hepimizin sahip çıkabilmesi için Ziya Gökalp’ın daimî vurguladığı gibi; Türkler, kültürel bir sahada birleşip dil ve kültür birliği kurmalıdır. Bugün bizler, bu birliğin var olması, devamlılığı ve başarıya ulaşması adına Ziya Gökalp’ın sosyolojisini ve felsefesini kendimize rehber edilmeliyiz.
Ben, sen, o değil; biz diyebilmeliyiz.
2024-05-10
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.