Yedinci asır itibariyle Büyük Türkistan coğrafyasında yaşayan Türklerin tamamı, dış güçlerin saldırılarına çoktan beridir yabancı değillerdir. Geçen bin yıl boyunca Pers, Yunan, Kuşan, Partya ve Çin orduları akınlar düzenlemiş ve Türkleri rahat bırakmamıştır. Başlarına gelen her keşmekeşten sonra işe sil baştan başlayan Türkler, zaman içerisinde kendi yönetimlerini, dinlerini ve değerlerini oluşturmuşlardır. Bu yazıda Arapların İslam’ı taşıma adına Türkistan’a yaptığı akınları, Türklerin önce buna direnmesini ve sonrasında Müslümanlaşmasını, son olarak da Türklerin ilim ve irfan yoluyla dünyayı nasıl fethettiğini anlatmaya çalışacağız.
Bugün bazı kişilerce atılan iddialara göre Türklerin çok kolay bir şekilde akın akın Müslümanlaşmaya gittiği zannedilmektedir. Bir taraftan da Türklerin kılıç zoruyla Müslümanlaştığı söylenmektedir. Neyse ki tarih ilmi öyle herkesin uydurmasıyla bilinecek konular değildir. 600’lü yılların ilk yarısında başlayan Arap istilası öncekiler gibi yıkım ve acı getirmiş, ticaretin bir süreliğine de olsa durmasına sebep olmuştur. Fakat bu Arap akınları üç nokta itibariyle öncekilerden farklıdır. Birincisi, yerli halklar (Türkler) bu defa sert ve uzun süreli bir direniş sergilemişlerdir. Arapların hiçbir savaşta Türklerinkine benzer bir karşı koyma ile karşılaşmadıkları apaçık ortadadır. Dahası, sadece direnmekle kalmayıp zaman zaman Arapları bozguna uğrattıkları da olmuştur. Bu durumu anlamak için Cahiz’den bir alıntıyla kısaca bir misal gösterirsek; o dönemin en korkulan savaşçıları olan Hariciler, daha okunu yaya sürmeden Türkler on ok atabilen savaşçılardı.[1] İkincisi, istilacılar, yani Araplar kısa sürede birbirlerine düşmüş ve savaş halindeki gruplar birbirlerine karşı yerel güçlerden yardım talep edecek duruma gelmişlerdir. Üçüncüsü, bu iki faktöre bağlı olarak, fetih çok yavaş ve istikrarsız bir biçimde ilerlemiştir. Fethin hedeflere ulaşması için aşağı yukarı bir asır gerekmiştir ki bu süre zarfında da yerel idareler ve kültür yeniden ağırlıklarını ortaya koyabilmişlerdir ve tam manasıyla İslamlaşma süreci ise çok uzun yılları almıştır.
Her şeyden önce Araplar, kendilerini Türkistan’ı kolayca ele geçirebileceklerine inandırmaşlardı. Türkistan’daki ana hat boyunca ilerleyen Arap ordularının, İran’ın batıdaki ve kuzeydeki tüm topraklarını ele geçirmesiyle Türkistan’ın doğusundakiler ürküntü ve dehşete kapılmışlardı. Ordu toplamak için çok az zamanı olan Horasan, güçlü bir direniş sergileyememiştir. Horasan’a kolayca girmeleri ve Ceyhun Nehri’nin güneyinde düzenledikleri akınlarda başarı elde etmiş olmaları hırslarını daha fazla arttırmış, 650 senesinin sonlarında Arap orduları Horasan’ın tüm başlıca kentlerini ele geçirmişlerdir. Bu kentlerin arasında Tus, Herat, Nişabur, Serahs ve hepsinin incisi olan Merv de vardır. Şüphesiz sonraki adım Ceyhun Nehri’nin geçilmesi ve İslam sancağının Türkistan’ın kalbine taşınması olacaktı. Bu sırada Arap ordusu Mâverâünnehir ve Tohâristan bölgelerinde Türkler’le karşılaştılar ve uzun müddet onlarla mücadele etmek zorunda kaldılar. Sâsânî hükümdarı Türklerden yardım istemek zorunda kalmış ve kurulan iş birliği sonucu Belh’i Arapların elinden almayı başardılar. Bu arada Merverrûz’e kadar ilerledilerse de geri çekilmeye mecbur kalmışlardır. Hem Türklerin karşı koymaları hem Arabistan’da patlak veren hadiseler, Arap güçlerinin Horasan’da durmasına ve daha da önemlisi bu güçlerin idaresinin değiştirilmesine sebep oldu. Savaş ortasında, akınlar düzenlenirken idarecinin değişmesi tabii ki fethin uzun bir zamana yayılmsına ve Türklerin de karşı koyabilmeye hazırlanmasına sebep olacaktı. Hilafeti ele geçiren Emevilerin kan ve öfke ile yükselmiş olmaları, hedeflerinden sapmalarına sebep olmamıştır.
Arapların asıl korkulu ve vahşet verici akınları, bölgeye tayin edilen yeni naip ile başlar; Kuteybe bin Müslim. Kuteybe denen bu sert Emevî-Arap kumandan, Merv’de toplanmış askerlerin önüne ilk çıkışında görevinin cihad etmek olduğunu ifade etmiştir. Cihadın hedefinde Horasan ve Ceyhun’un ötesindeki topraklarda yaşayan gayri müslimlerin olduğunu söyleyen Kuteybe, zulüm ve yağmayı bu görev için gerekli araçlar olarak görürdü fakat, Kur’an’dan yaptığı çok sayıdaki iktibaslarla belirttiği üzere; birleşmiş Arap güçleri için asıl amaç kâfirleri(!) Müslüman etmek, olmayanların da kökünü kazımaktı. Kuteybe bin Müslim korkuyu âdeta bir savaş taktiği olarak kullanırdı. Misal Beykent’e düzenlediği ilk taarruzların birinde karşısındaki askerlerin tamamını öldürmüş, bütün kadın ve çocukları esir almıştır. Semerkand’a dört yıl süren bir kuşatmanın ardından girebilmiş ve otuz dokuz bin Türk’ü zorla köle etmiştir. Bazı şehirlerde daha önce yerleşmiş olan dinleri yasaklamış, mabetleri kapatmış, heykelleri kırdırmış ve halkı din konusunda İslam’ı seçmeye zorlamıştır. Başka bir yerde askerlerine her bir Türk kellesi için yüz parça gümüş vaat etmiş, toplanan kesik başları piramit şeklinde dizdirmiştir. Bu tarz vahşetleri Kuteybe’nin kendisi yapmadığında kumandanları yapmıştır. Günümüzde Özbekistan sınırlarında kalan Aral Gölü yakınlarındaki Harezm’in başkenti Beruni’de, gökbilimi, matematik, tarih ve edebiyat eserlerinden oluşan kocaman bir literatürü yok etmiştir.[2] Yukarıda gösterdiğimiz misaller ve yazının devamında anlatacağımız konulardan da anlaşılacağı üzere; Kuteybe idaresinde Türkistan’a saldıran Emevî Devleti’nin uyguladığı baskıcı ve adil olmayan siyasetleri Türklerin Müslümanlaşmasına en büyük engeli teşkil etmiştir. Bu yazının muhtevası gibi konularda Kuteybe’nin faaliyetlerine daha geniş yer verebiliriz fakat amacımız bir olaylar tarihi yazmak olmadığından ayrıntılar üzerinde fazla durmayıp o yılların temel gelişmelerini yazarak dönemin karakter tahlilini yapacağız.
Bu dönemde Türklerden sadece bazı kişiler veya bazı aileler İslam’a geçmişlerdir, toplu bir şekilde İslamlaşmadan bahsedilemez. Türkistan’daki kültüre saldırırken Kuteybe başka yerlerdeki Arap fetihlerinin çok daha ötesine geçmiştir. Bunun sebebi bir yandan Türklerin inanılmaz derecede direnmesi ve zaman zaman Arap ordularını bozguna uğratmaları, öte yandan da Kuteybe’nin din meselesi değil daha dünyevî ve şahsî kariyeriyle ilgiliydi. Nedenleri her ne olursa olsun Türkistan’daki ilk Arap hücumları kültür kıyımından başka bir şey değildir. Ancak bu durum kültürel zenginleşme getiren kuvvetli ve sürekli unsurlarımız sayesinde bir nebze de olsa, telafi edilmiştir. Emevîler’in Türkistan’da Arap ve Müslüman iktidarını tesis edemediği gayet açıktır. Biz bunun farkındaydık. İster kabile çekişmeleri sebebiyle olsun isterse Emevîlerin dine zarar verdiği düşüncesiyle olsun muhalefet etmekte olan Araplar da bu gerçeği görüyorlardı. Araplar için bir gerilim ortamı yaratan bu çekişmeler sonunda bir kasırga gibi büyüyen iç savaş ve değişim ortaya çıkmıştır. O dönemdeki İslam Dünyasının muhtelif yerlerinde başlayan bu iç savaş ve değişim yeni bir hanedanlığın, Abbasi Halifeliğinin iktidarı ele geçirmesiyle sonuçlanmıştır. Araplar bilhassa Abbasiler devrinde Hazar Türklerinden çok şiddetli bir darbe yemişlerdir. Sâsânî İran ve Bizans imparatorluklarını perişan eden bu Arap orduları, bir avuç Hazar Türkünün karşısında dayanamayıp bozguna uğramıştır. O sırada Türkler bir taraftan Arap ve bir taraftan da Çin taarruzlarına karşı koymak, yani Asya’nın en güçlü kuvvetleriyle boğuşmak gibi çok çetin bir vaziyete rağmen mücadelelerine devam ediyorlardı. 713 ile 731 seneleri arasında Türkistan’ın daha orta kesimlerinde yaşayan Türkler, yardım istemek için Doğudaki Türk boylarına müracaat etmiş, bunun üzerine doğudaki kardeşleri her yeri kontrolleri altına almışlardır. Doğudaki Türk boyları Taşkent ve Fergâna’da oluşturulmuş koalisyona dahil olunca, koalisyon üyeleri cesaret bulmuştur. Doğudan gelen Türk dalgası Arapların bölgedeki hakimiyetini iyice sarsmış, dahası Arapların Türkistan ve Horasan’daki varlıkları her an tehdit altına girmiştir. Objektif bir gözle baktığımızda bile Arapların üç çeyrek asır süren silahlı mücadelesinin neticesiz kaldığını görebiliyoruz. Gerçeği kabullenen Araplar, Türkleri silah zoruyla kontrol altına alamayacaklarına kanaat getirmiş ve diplomatik, dinî ve iktisadî tavizler vermeye hazır hâle gelmişlerdir. 739 yılında bölgedeki Arap idareciler, Türklerle birtakım anlaşmalar imzalamışlardır. Aslında Türklerin İslam’ı kabul etmeye başlamaları, bu anlaşmalar sonrasında ve Arap ordusunun başına yeni görevlendirilen Ebu Müslim döneminde olduğu söylenebilir. Ebu Müslim de aslen bölgenin yerli halklarından olduğu için asıl amacı İslam’ı yaymaktan ziyade bölgeyi yabancı askerlerden temizlemektir.[3] Şayet amaç İslam veya Arap iktidarı adına fetih yapmak olsaydı Ebu Müslim’in emrindeki kumandanlar muhakkak meydana gelen fırsattan istifade ederek doğudaki Türklerin yaşadığı bölgeye doğru ilerlerdi. Bu tarihi gerçekler Türkler arasında milli bir üstünlük halini bile almıştır. Meselen 813-833 seneleri arasında saltanat süren Abbasi halifesi Me’mûn’un “Beyt-ül-Hikme” adlı kütüphanesinde bir Türk genci Acem, Arap ve Rum gençlerine karşı bu üstünlük hissini şöyle ifade etmiştir; “Türkler kendi memleketlerini kimseye vermiş değillerdir. Lakin İranlılar, Rumlar ve Araplar kendi memleketlerini başkalarına kaptırmış ve kendi memleketlerinde kendileri başkalarına esir olmuşlardır. İşte bu, Türklerin İran, Rum ve Arap uluslarına fâik olmalarının en açık delilidir. Bunu da gözünü hased dumanı bürümüş ve hiç tarih okumamış olanlardan başka inkâr edecek hiç kimse yoktur.”[4]
Yukarıda anlattığımız bu tarihi süreçten de anlaşıldığı üzere Türklerin İslamlaşması öyle kolay olmamıştır. Evet, Türkler kendi isteğiyle İslam’ı kabul etmiştir fakat bu İslamlaşmanın millette mâl olması birkaç asrı bulmuştur. Yaşanan onlarca soykırım ve kültür yıkımı Türkleri ikna edememiş, hatta daha da inatlaşmalarına sebep olmuştur. İlerleyen yıllarda Arapların yıkıcı politikalarına boyun eğmeyen Türkler, anlaşmalar ve diğer unsurlar vesilesiyle İslam’ı öğrenmeye başlamış ve adeta İslam’ın fedâileri haline gelmiş, asırlardan beri sancaktarlığını yapmaktadır. Bu fedâiliğin sebebi nedir? Neden dolayı Türk Milleti hiçbir askeri ve maddi mecburiyeti olmadığı halde dayanılmaz bir cazibeye kapılmış gibi İslamiyet’i kabul etmiş ve asırlarca İslamiyet uğrunda kan dökmüştür? Herhalde Türklerin Müslümanlaşmasındaki en önemli sebep, İslâm’ın bütün insanlığa hitap eden cihanşümul bir din olmasıdır. Eğer İslamiyet bütün insanlığa hitap eden bir din olmasaydı, onuncu asırda Türklerin büyük kütleler halinde İslam’ı kabul ettiklerinden bahsedilmeyecekti. Fakat İslam dini bütün insanlığa hitap ettiği halde, aradan on dört asır geçmesine rağmen hala insanlığın büyük bir kısmı İslam’ı kabul etmemiştir. Demek ki Türkler’in Müslümanlaşmasında bu mahiyet dışında da birtakım âmiller aramalıyız. Bu âmillerin en mühimleri, Türklerin eski inancında da mevcut olan Vahdâniyyet ve Kudret-i Mutlaka esaslarında gösterilebilir. Misal gösterecek olursak, Türklerin İslâmiyet’ten önceki inançlarında da gökler, güneş, ağaçlar, sular, kuşlar vesâire kendi mahiyetlerinden dolayı takdis edilmez, bilakis gözle görülen maddiyetlerin fevkinde bir kudret olduğu ve bütün bunların yaratılışına O’nun karıştığına inanırlardı.[5] Aslında İslâm dininin cihanşümul bir din olması, kültürümüzü zedeleyecek bir yanının olmaması, eski inancımıza benzerliklerinin olmasıdır bizi akın akın Müslümanlaşmaya götüren. Türklerin illa neden eski dinlerini terk ettiği gibi bir soru oluşursa eğer, bu işin evrenselliği ile alakalıdır. Dünyadaki bütün millî dinlerin belli bir zamandan sonra cihanşümul bir din tarafından tamamlanmış veya yerini ona bırakmış olması sosyolojik bir gerçektir. Eski Türk inancının değişmeden günümüze kadar gelebilmesi ancak olağanüstü bir istisna ile mümkün olacaktı ki bu durum, cihan hakimiyeti mefkuresine sahip, birçok Millet ile ilişki içerisinde olan Türkler için pek mümkün gözükmüyor. İslam olmasaydı eğer, belki Hristiyan veya Budacı olacaktık.
Türklerin İslam’ı kabulü tarihteki en önemli olaylardan biri, en az İslam’ın doğuşu kadar mühimdir. Çünkü Türklerden önce sadece Araplar ve onların etkisi altında yaşayanların bağlı olduğu bir din iken, Türklerle birlikte evrensellik kazanmıştır. Başka bir tabirle İslamiyet’i Türklük, Türklüğü de İslamiyet yaşatmıştır. Türklerden, İslamiyet uğruna ilk cihada girişen Karahanlılar oldu. Daha sonra Gazneliler, Afgan ve Hindlileri İslamiyet’e kazandırdı. En önemlisi ise doğudan batıya gelen Oğuz Türklüğüdür. Selçuklular hilafeti ele geçirmekle İslam dinini kıtalar ötesine taşımış ve asırlarca İslam sancağının bekçiliğini yapmıştır. Başlangıçta Büyük Selçuklu sultanları nazarında Anadolu bir uç beyliği, âsi boyların sürgün yatağı olarak telakki edilse de Türk ve İslam tarihinin en büyük hamlesi olan cihanşümul Osmanlı İmparatorluğunun vücut bulmasını doğurmuştur. Anadolu’nun fethinden sonra İslamiyet Türklerin eliyle Roma topraklarında yayılmaya başladı. Özellikle Şii Fatımi iktidarını önlemeleri, Haçlı seferlerini etkisiz hale getirmeleri, Moğol istilası sonrasında Moğolların İslam dünyasını yıkmasını engelleyip yüzyıla kalmadan tekrar siyasî otoritelerini kurmaları; Türkleri İslam’ın yegâne koruyucusu haline getirmiştir.[6] Türk Milleti ortaya koyduğu fedailik sayesinde Hilafeti almış olmasaydı eğer, Araplar belki halen daha kabile çekişmeleri yüzünden Hilafet kavgası ile meşgul olurlardı. Hem İslam dini hem onun elçisi, Arap’ın bedevisinden de medenisinden de çekmediği kalmamış, ondan enerji bulan bir milletin iradesiyle ve irfanıyla gönülleri kazanmış, hak ettiği değeri görmüştür. Türk sultanları, ülkelerindeki cemaatler arasında sosyal, kültürel ve dinî bakımdan herhangi fark kabul etmemişlerdir. Türk Milleti de fıtratından gelen o asil kaynağı İslamiyet ile cilalandırmış ve asırlarca cihanın neredeyse tamamına hâkim olmuştur. O ilim yuvası dedikleri yerlerde engizisyon zalimliği, okuyanları hâlâ titretiyorken bizim İbn-i Sina’mız El-Kanun Fi’t Tıb (Tıbbın Kanunu) adlı eserini yazmıştır. Sonrasında eser Latinceye tercüme edildiğinde Batı’da modern tıbbın başlamasına vesile olmuştur. Günümüze gelindiğinde tıp, felsefe, fizik, kimya, gökbilimi, ilahiyat ve daha birçok ilim dalının temellerinde o çağda yazdığımız eserler yatmaktadır. Türk Milletinin Orta Çağ boyunca insanlığa verdiklerini bir hatırlayalım: İbn-i Sina, Uluğ Beğ, Kaşgarlı Mahmut, Hoca Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Ali Şir Nevai ve daha niceleri ilim hususunda dünyaya yön vermişlerdir. Satuk Buğra Han’ı, Gazneli Mahmut’u, Tuğrul ve Çağrı Beğ’i, Sultan Alparslan’ı, Osman Gazi’yi, Emir Timur’u, Babür Şah’ı, Fatih Sultan Mehmet’i ve daha nicelerini zihnimizden geçirelim. 12. yüzyılda bir milyonluk bir Tebriz mi karanlıktadır yoksa küçücük bir kasaba olan Londra mı? Fetih denilen kavram işgal ve yıkımla değil gönülleri kazanmakla olur. Tıpkı o çağda yazdığımız eserlerin, sergilediğimiz davranışların dünyaca, bütün ilim dallarında ve insani ilişkilerde esas alındığı gibi. Herhalde bu da köklerimizden gelen Tanrı-âlem-insan tasavvurundan kaynaklıdır. Daha sonraları Anadolu ve Balkanlara gelişimizdeki harekatlarımız da bu söylediklerimizi destekler niteliktedir. O topraklardaki insanlar Hoca Ahmet Yesevi misali bir pirin alperenleri vesilesiyle İslam’ı tanıdılar. Hoca Ahmet Yesevi ki tahtadan kılıç, tahtadan kaşık-kepçe yapar onunla geçinirdi. Hoca Ahmet, alperenlerine şöyle derdi: Niyeti güzel olanın çevresinde diken olmaz. Urumeli toprağına gidecek dervişimiz, Tanrı ışığında apaydın arınmış olmalı ki arındırabilsin. Yanılgılardan bunalmış olmamalı ki açacağı yollarda güvenle yürünebilsin. “Bizim kılıcımız kesmek için değil, kesen kılıca “kesme” demek içindir. Korkutmak için değil, korkutan kılıca “korkutma” demek içindir. Korkudan kaçılır, sevilmeyenden de ancak sevilene koşulur. Tanrı sevgidir, sevmektir. Sevmek ise yücelmek ve Tanrı’ya ulaşan en kısa yoldur.” diyen dervişlerden İslam’ı öğrenen bir halk, İslam’ın sevgi dini olduğunu öğrenmez mi? Kısacası fetih buna denir. “Onlarınki işgal bizimkisi fetih olmuştur” derken bunu kastediyoruz.
Tanrı Türk’ü korusun ve yüceltsin
KAYNAKÇA
- H.A.R Gibb, The Arab Conquests of Central Asia (Londra, 1923).
- KUTLU Sönmez, Türk Müslümanlığı Üzerine Yazılar (İstanbul, 2019)
- DANİŞMEND, İ.H, Türk Irkı Niçin Müslüman Olmuştur? (İzmir, 1959)
[1] Cahiz, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, s. 62
[2]H. A. R. Gibb, The Arab Conquests in Central Asia, Bl. 4, (1923, Londra)
[3] Ebu Müslim’in kökenleri için bkz., Elton L. Daniel, “The Ahl-Al Taqadum”, s. 162-63
[4] İ. H. Danişmend, Türk Irkı Niçin Müslüman Olmuştur, s. 45, (1959, İzmir)
[5] İ. H. Danişmend, Türk Irkı Niçin Müslüman Olmuştur, s. 53-54, (1959, İzmir)
[6] A. K. Akdağ, Yeni Ufuk Dergisi (Haziran,2023), Medeniyet Var Etmek ve Türk Kültürü-3: Türk-İslam Medeniyeti, s. 27
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.