Aydınlanma ifadesi, terim olarak, insan aklını merkeze koyan ve insanın bilcümle yapıp etmelerinde yalnızca aklı rehber telakki eden düşünceye dayalı bir tavır olmasının yanı sıra o, aynı zamanda Avrupa tarihinin muayyen bir tarihi dönemini ifade eden entelektüel bir harekete; sosyal, siyasî ve felsefî bir sürece işaret eder. Buradan hareketle Aydınlanma hem teorik hem de söz konusu teorik bağlamın sebep olduğu pratik bir duruma göndermede bulunur. Bu makalede söz konusu edilecek temel mesele, Aydınlanma namı verilen ve aynı zamanda teorik ve pratik içermeleri bulunan bu olgunun mahiyetinin ne olduğu ve onun sosyal, siyasî, felsefî ilh. neticelerinin öz mahiyetinde bir tetkikidir.
Geniş anlamda Aydınlanma Düşüncesi yahut Aydınlanma Felsefesi gibi isimlerle anılan entelektüel hareket, tam manasıyla 18. yüzyılda, Avrupa toplumlarının tarihî süreçlerine mutlak bir biçimde bağlı ve ondan ayrılamaz bir netice olarak ortaya çıkan ve hem gerçekleşmesi hem de sosyal ve siyasî sonuçları itibarıyla tüm Kıta Avrupası’nı, Britanya’yı ve Kuzey Amerika’yı etkisi altına yeni bir dünya görüşünü ifade eder. Yeni bir dünya görüşünü ifade eden bu süreç, 18. Yüzyılda çeşitli zaman dilimlerinde, merkez ve hareket noktası Kıta Avrupası olmak üzere, mevzu bahis olan tüm coğrafyalarda hem düşünceye dayalı hem pratik anlamda radikal sosyal, siyasî, hukukî ilh. değişim ve dönüşümlere sebep olmak suretiyle bugünkü Avrupa toplumlarını doğrudan, Avrupalı olmayan birçok toplumu da dolaylı yollardan tesiri altına almıştır. Hatta çeşitli yaklaşımlarda Aydınlanma, hem modernliğin kaynağı olan düşünceye dayalı bir altyapı, hazırlık süreci (Cassirer) hem de mahiyetinden mülhem modern toplumun entelektüel temellerini oluşturan bir vaka olarak telakki edilir.
Aydınlanma Düşüncesi, Avrupa tarihinde ondan önce vücuda gelmiş birtakım düşünsel altyapıların, yaklaşım ve yorumlama biçimlerinin, sosyal ve kurumsal temelleri üzerinde yükselmiştir. Onun vücuda gelmesindeki başlıca kaynaklar; Rönesans hareketi, Reform hareketi, Coğrafi Keşifler ve 17. yüzyıl bilim devrimidir. Coğrafi Keşifler neticesinde yeni ve bilinmedik birtakım tabii nesnelerin ilgi alanı olması tabiata yaklaşımda değişikliklere sebep olmuş, bu durum Rönesans ile farklı bir safhaya evrilmiştir. Tabiat artık bir inceleme sahası haline gelmiş, bu durum daha sonraki yüzyılda doğa bilimlerinin tabiata yönelerek o ana dek görülmedik bir gelişme sürecine girmelerine sebebiyet teşkil etmiştir. Bilim Devrimi döneminde deney ve gözleme dayalı yeni bir bilimsel yöntemin ortaya konuluşu, doğru ve gerçek bilginin kaynağının, Skolastik felsefeye ve Orta Çağ’ın yerleşik düşünce, anlayış ve kurumlarına dayalı olamayacağı yönünde protest bir tavır yaratmıştır. Tabiatın bilimdeki bu merkezi konumu daha sonraki dönemlerde iyice tahkim edilmiş Aydınlanma döneminde ise o, kendi içinde insan için iyi olan tüm şeyleri barındıran kutsal bir gerçeklik olarak telakki edilmiştir. Reform hareketiyle birlikte Katolik Kilisesine yönelik sert ve radikal karşı çıkışlar, dinin artık sorgulanabilir bir duruma gelmesine sebep olmuş, tek doğrunun Kilisenin tekelinde bulunmadığı fikrini doğurarak ona alternatif teşkil edebilecek farklı düşünüş ve inanış biçimlerinin de olabileceği düşüncesini yaygınlaştırmıştır. Tam da bu noktada Aydınlanma Felsefesinin sözü edilen alternatif düşünüş ve inançları temsil ettiğinin söylenmesi iddialı bir ifade olmaz.
Felsefe tarihi içinde 18. yüzyıl Batı felsefesinin özel bir adı olan Aydınlanma Felsefesi, klasik ifadeyle 1688 İngiliz Devrimiyle başlatılıp 1789 Fransız Devrimiyle nihayete erdirilir. Aydınlanma Felsefesi lafzı, hem başlı başına kendine münhasır bir düşünce hareketine hem de söz konusu düşünce hareketinin kaynaklık ettiği bir sosyal ve siyasî sürece işaret eder. Aydınlanma, bir tavır alma biçimi olmak bakımından görünüşte gayriihtiyari, kendiliğinden bir süreç ve neticeden ziyade bilinçli ve maksatlı bir görünüş arz eder. Bunun nedeni Aydınlanma filozofu olarak telakki edilen düşünürlerin tabiri caizse yazılı olmayan bir mutabakat icabı müşterek bir hareket biçimlerinin olmasıdır. Aydınlanma filozoflarına göre, onların temel meselesini teşkil eden aklı normal işleyişinden alıkoyan, onu işlemez hale getiren birtakım unsurlar vardır. Bu unsurların en başında da kültürel ve kurumsal çevre gelir. Avrupa Orta Çağ’ında mevzubahis kültürel ve kurumsal çevreyi genel hatlarıyla Kilise oluşturduğu için Aydınlanma düşünürleri aklın normal işleyişinden alıkonulmasından Kiliseyi ve temel düzeyde onun öne sürdüğünü düşündükleri boş inançları, onunla doğrudan ilgisi bulunan otoriteyi, bunların sebep olduğunu düşündükleri açlığı, sefaleti, cahilliği sorumlu tutmuşlardır. Bununla beraber insanlara hurafeleri ve boş inançları telkin eden, hasis menfaatleri doğrultusunda onları kandırıp açlığa, sefalete, bilgisizliğe sevk eden kimseler olarak papazlar ve din adamlarını görmüşler ve dolayısıyla Roma Katolik Kilisesi onların gözünde tüm bu sürecin yaratıcısı ve sorumlusu olarak affedilmez bir idam mahkûmu olarak telakki edilmiştir. Bu bağlamda Aydınlanma hareketinin maksadı, “insanları, esasta “kötü”, bu nitelikle “köleleştirici” olduğuna inanılan mit, önyargı ve hurafenin, dolayısıyla da bunları üreten ve kurumsallaştırdığı varsayılan dinin temsil ettiğine inanılan “eski düzenden” kurtararak, yine esasta “iyi” ve “özgürleştirici” olduğu çekincesiz kabul edilen “aklın düzenine” sokmaktır.”
Maksadı itibarıyla Aydınlanma hareketinin genel karakteristik özelliği, “akıl” temalı olmasıdır. Aydınlanma Felsefesini geçmiş çağlardaki felsefelerden farklı kılan bu mümeyyiz vasıf (akıl temalı olması), tarihi olarak onu temsil eden düşünür ve filozofların insan aklına olan mutlak güvenleri ve akıl hakkındaki genel kanaatlerine dayanır. Akıl bağlamındaki bu anlayış, 18. yüzyıl Avrupa insanına, insan hayatını ve tabiatı kendi zihnindekine göre yeni baştan tanzim edebileceğine, onu iyi manada değiştirebileceğine yönelik bir güven telkin etmiştir. Bu, esasında, insanın akıl sayesinde her şeyi bilebileceği idealinin somut bir ifadesidir. Bu ideale göre insan, aklı sayesinde her şeyi bilebilmek kudretine sahiptir. Bunun tek şartı, Descartes’te ifadesini bulan “doğru yöntemin” kullanılmasıdır.
Aydınlanma Felsefesinde insanın konumu da merkezîleşmiş, artık o, her şeyin ölçüsü mevkiine gelmiştir. Bu merkezî konumun sebebi, insanın akıllı ve mükemmel bir varlık olduğu düşüncesidir. Buradaki mükemmellik anlayışı, insanın ahlaki, zihni ve fiziki anlamda mükemmel olabileceği potansiyelini ifade eder. Bu mükemmellik kendi bünyesinde bir zorunluluğu da barındırır. Şöyle ki insan, kendi kendini düzeltici bir tabiata sahip aklı ve yeni bilimsel yöntemin yardımıyla mükemmel olana zorunlu ve kaçınılmaz bir gidiş içindedir. Bu ifade ve anlayışlara bakılırsa Aydınlanma Düşüncesinin umumi ve belirgin niteliklerinden biri de ortaya çıkmış olur. Onun, yukarıda zikrettiğimiz ilerlemeci düşüncesi, mutlak bir iyimserliğin en somut manadaki ifadesidir. Öyle ki akıl, insanları sonsuz bir barışa götürmesinin yanı sıra mutlak iyi yönetime de kavuşturabilir. Bu yönüyle istikbalde kusursuz bir toplum tasavvuru, Aydınlanmanın bir yönüyle ütopik karakterini de ortaya koyar. Yine bu iyimser hava çerçevesinde hem İngiliz aydınlanmasına mensup Newton’un Yeni Bilim’inde hem de Fransız aydınlanmasında kendine yer bulan tabiat ve toplumun işleyiş yasalarının olduğu ve sözü geçen bu yasalara akıl yoluyla ulaşılabileceği düşüncesi, bilhassa sosyal bilimlerde hayli tartışmalı olan yasa meselesine Aydınlanma iyimserliği tarafından nasıl yaklaşıldığını belirtir. Aydınlanmaya göre, tabiat ve toplum yasalarının keşfi insan türünün ilerlemesinin önündeki tüm engelleri ortadan kaldırdığı gibi bu yolla insan münasebetlerinin doğal niteliği betimlenebilir. Tüm bunlardan anlaşılması gereken şey, Aydınlanmanın bir entelektüel hareket olarak olayların ve nesnelerin hali hazırda olduğundan daha iyi olabileceğine yönelik bir optimizme dayandığıdır. İnsan, şu ana dek çeşitli sebeplerle kullanamadığı yahut kullanırken yanlış bir yöntem izlediği aklını doğru biçimde kullanmak suretiyle dünyayı zorunlu olarak, olduğundan daha iyi hale getirebilecektir. Akıl doğru yöntemle kullanıldığı takdirde tabiatı icabı mütemadiyen iyi olana yönelecek ve böylelikle insan mükemmelleşebilecektir zira akıl temelde iyidir.
Kimi düşünürlere göre ise akla yönelik bu iyimser düşüncelerin tümü daha sonraki Avrupa tarihî tecrübesi göz önünde bulundurulduğunda müthiş bir yanılgıya sebep olduğu gibi birbiri ardına iki dünya savaşının merkez sahnesinin Avrupa coğrafyası olması dolayısıyla istikbale yönelik, aklın iyi tabiatına dayanan tüm bu düşünceler iki dünya savaşının cephelerine gömülmüştür. Zira kendisine mutlak manada itimat edilen ve yalnızca iyiliğe, refaha ve özgürlüğe götüreceği tereddütsüz kabul edilen akıl, bu düşüncelerin sahipleri olan insanları dünya savaşları gibi o ana dek insanlık tarihinin görmediği felaketlere uğratmış; Fransız Devriminin yarattığı terör ortamı, 1830 ve 1848 ayaklanmalarında ifadesini bulan müthiş sosyal, siyasi, iktisadi ve psikolojik buhran ve gerilimlere sebep olmak suretiyle de onları açlığa, sefalete ve karmaşaya mahkûm etmiştir. Özgürlük düşüncesi şöyle dursun onları büyük diktatorya imparatorluklarının açık hava hapishanelerinde esir, köle ve kukla haline sokmuştur. Bununla beraber Aydınlanmanın söz konusu iyimserliği, muhafazakârlık gibi onunla gelişecek ve esasında ona karşı olan farklı görüş ve felsefi düşünceleri doğurması bakımından da dikkat çekicidir.
Aydınlanmanın, yukarıda zikredildiği üzere, akıl kavramını her eylemin denetçisi ve hâkimi ilan etmesi dolayısıyla aklın hâkim olmadığı eski düzene mukabil zorunlu olarak yeni ve akla dayalı bir düzenin tesis edilmesi, kendiliğinden bir sekülerizm doğurmuştur. Esasında onun en belirgin özelliklerinden biri de onun sekülerizmidir. Onun sekülerizmine sebep olan durum, akıl yoluyla tesis edilen bir toplum düzeni fikrinin yanı sıra sekülerizminin altında yatan temel kavram Aydınlanmanın en belirgin kavramlarından olan tabiat kavramıdır. Tabiat, kendi içinde insan için iyi olan her şeyi tabii din ve tabii hukuk örneklerinde olduğu gibi barındırır. Böylelikle Tanrı’nın çıkarıldığı her yere tabiat kavramının ikame edilmesi felsefe ve bilimin sekülerleşmesinin yolunu açmıştır. Aydınlanma filozoflarının din hakkında birbirinden farklı görüş ve düşünceleri bulunsa da söz konusu seküler karakter, yukarıda da bazı veçhelerinin zikredildiği her boyutta kendini gösterir. Buna göre din, aydınlanma düşüncesine “ona sunulan belli şartları yerine getirmesi kaydıyla” dahil edilir. Bu şartlardan en göze çarpıcı olanı, “dinin, kendisine inanılmayı haklılaştıracak ölçüde sınırlarına çekilmiş olması” şartıdır. Bu da şu demektir, din, hayatın tâbi olacağı temel düsturları belirleme gücünü kullanmamayı kabul ettiği sürece modernitenin içine dahil olabilir. Dine sunulan bu şart, dinin temel fonksiyonunun Aydınlanma düşüncesi tarafından etkisiz hale getirildiği gerçeğini ortaya koyar. Aydınlanmanın seküler karakterinin pratik hayattaki karşılığı, “din merkezli ve onun referansıyla oluşturulan eski toplumsal örgütlenme” yerine, akıl merkezli ve onun referansıyla oluşturulan yeni toplumsal örgütlenme” biçimini öncelemesidir. “Orta Çağ’ın tanrı merkezli evren, toplum ve insan açıklaması yerine insanın merkezde bulunduğu toplum, evren ve birey açıklaması dile getirilmiş, din merkezli bir kozmoloji yerine fiziki bir kozmoloji, insanın kul ve köle olarak görüldüğü toplum ve devlet düzeni yerine insanın birey olarak görüldüğü toplum ve devlet düzeni” öne çıkarılmıştır. Aydınlanmanın, tanrıyı bertaraf etmek suretiyle sekülerizmini yansıtan bu genel karakteri, aynı zamanda “Her şey insan için olmalıdır.” düsturuyla insanı her şeyin merkezine koyarak onun hümanist karakterini de en müşahhas bir biçimde ortaya koyar.
Aydınlanma Düşüncesi, dışarıdan bakıldığında yekpare bir bütün görünümü arz etse de çeşitli Avrupa ülkelerinde hem teorik hem pratik manada farklı saik ve biçimlerde kendini göstermiştir. Aydınlanma Düşüncesi, teorik bağlamda bünyesinde birbirinden farklı hatta birçok konuda birbirine tezat teşkil eden birçok fikri, birbirinden farklı metodoloji ve epistemolojileri barındırır. Aydınlanma düşünürleri hem onların üzerinde mutabık kaldıkları hem de entelektüel bir aile görünümü vermelerine sebep olan İlerleme ve Aklın merkezi konumu gibi birkaç mesele müstesna tutulursa “akıl”, “bilim”, “bilgi”, “din”, “tanrı”, “tabii hukuk”, “tabiat”, “tabii din”, “otorite” vb. kavramlar ve bu kavramlara verdikleri anlamlar bağlamında sosyal, siyasi, felsefi vb. konularda birbirlerinden radikal bir şekilde ayrılmaktadırlar. Aydınlanmanın pratik veçhesi ise aslında bir tek aydınlanmanın değil birden fazla aydınlanmaların olduğunu ifade eder. Zira aynı genel isim altında zikredilse de farklı Avrupa ülkeleri ve Amerika’da aydınlanma farklı zaman dilimleri ve şekillerde hayat bulmuştur.
Fransa’da 1789 Fransız Devrimi örneğinde olduğu gibi radikal sosyal ve siyasî değişmelere ve çok ciddi toplumsal buhranlara sebep olan Aydınlanma, İngiltere’de daha mutedil ve görece sağlıklı bir biçimde ortaya çıkmıştır. İngiliz aydınlanması, Aydınlanmanın ampirist yönünü temsil ederken Fransız aydınlanması Aydınlanmanın rasyonalist yönünü temsil eder. Alman aydınlanması Immanuel Kant’ın söz konusu ampirizm ve rasyonalizmi bir araya getirmek çabasıyla terkipçi bir karaktere sahiptir. İskoç aydınlanması ise diğer aydınlanma tecrübelerinden görece daha müstakil, İngiliz ampirizminin destekçisi ve David Hume örneğinde olduğu gibi kıta rasyonalizmine muhalif bir karaktere sahiptir. Amerikan aydınlanması, bilhassa örgütlenme bakımından diğer aydınlanmalardan belirgin farklar barındırır. Şöyle ki Fransız, İngiliz, Alman ve İskoç aydınlanmalarının aksine Amerikan aydınlanmasını temsil eden filozoflar yoktur. O daha ziyade birtakım politik düşünürler tarafından temsil edilmiştir. Bunun yanında söz konusu politik düşünürler (Benjamin Franklin, James Madison, Thomas Panie, Thomas Jafferson vs.) okyanusun diğer tarafındaki aydınlanmaların kazanımlarını pratik hayata çok başarılı denilebilecek bir biçimde uygulamışlardır.
Aydınlanma Felsefesi hem mahiyet hem de muhteva itibarıyla üzerine ciltlerce kitap yazılmış ve hâlâ yazılmaya devam edilen bir konudur ve onun mahiyetinin ne olduğu hayli tartışmalıdır. O, bir yönüyle hem tüm insanlığı ilgilendiren konuları (akıl, tabiat, hukuk, din vs.) derin bir biçimde incelemesi ve ortaya birtakım tespit ve düşünceler koyması hem de bahsi geçen konular hakkında öne sürülmüş ve tatbik sahası bulmuş fikirlerin modern döneme yansımaları açısından üzerine düşünülmeyi fazlasıyla hak eden bir harekettir. Aydınlanmanın bilimsel, politik, felsefî, iktisadî, hukukî ilh. bağlamlarda ortaya koymuş olduğu düşünce ve fikirler, günümüz modern düzenin yaratılmasında yukarıda bahsedilen bazı fikirlerde olduğu gibi önemli bir vazife görmüşse o, günümüz modern toplumunun betimlenmesinde bir zaviye olabileceği gibi hali hazırdaki toplum sorunlarının en azından belli bir bölümünün sorumlusu yine Aydınlanma demektir. Bu bakımdan o, incelenmeye muhtaçtır. Tüm bu incelemeler yapılırken unutulmaması gereken temel düstur, Aydınlanmanın Avrupa toplumlarının tarihi bir tecrübesi olması durumudur. Aydınlanmanın nedenleri, onun oluşmasına müsait bir zemin hazırlayan şartlar yine Avrupa’dadır. Bu bakımdan Aydınlanmanın -her ne kadar diğer toplumları da ilgilendiren konuları işlemiş olsa da- hem oluşum süreci hem de neticeleri itibarıyla Batı dışı toplumlarla ilişkisi organik değildir ve sınırlıdır.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.