“Çoklar diye korkmadık, azız diye çekinmedik. Düşmanlarımız etrafımızda ocak gibiydi, biz de ateş idik!”

Asırlardır sönmeyen, sönmemeyi kendine vazife bilmiş, bu vazife için nice canlarını kaybetmiş ve Dünya üzerinde yaşayan bir tane Türk evladı dahi kalsa yanmaya devam edecek olan bu ateş dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş kahramanlar ve yine eşi benzeri görülmemiş muharebeler ortaya koymuştur.

Çok değil kırk yıl geri gidersek bu mücadelenin sadece kılıçtan, silahtan, kavgadan ibaret olmadığını, en büyük savaşın ruh ile yapılan savaş olduğunu görecek; belki anlam veremeyeceğiz, şaşıracağız, belki de sorgulayacağız. “Nasıl olur da kavga etmeden bağırmadan mücadele edilir?” “Türkler savaşın, savaşmanın başka bir yolunu mu bulmuş?” “Sessiz sessiz beklemiş değiller ya bir şeyler yapmışlardır muhakkak!” gibi sorgulamalar yapacak veya bunların hiçbirini düşünmeden zihnimizde bir süre dolanıp sonrasında rafa kaldırdığımız her düşünce gibi bu sorgulamayı da yapmayacak; beynimizi dünyevi işleri düşünmeye terk edeceğiz. Tıpkı bugüne dek ve bugün de yaptığımız gibi. Ecdadımızın oluk oluk akan kanı ve gözyaşıyla, gökyüzünü yırtarcasına çıkan gür sesiyle, geride bıraktığı birkaç tuğla ve derme çatma bir çatıdan ibaret olan eviyle; ay yıldızlı bayrağı hiç inmesin hep dalgalansın, vatanı düşman zulmünden kurtulsun, evdeşine, yavrusuna, namusuna, dinine, diline dokunulmasın diye verdiği mücadeleyi nasıl unuttuk? Her bir mezar taşından yazılan sayfalarca destanları, yiğitlerin telinden dökülüp yüreğimize ilmek ilmek işlenen türküleri, şiirleri nasıl unuttuk? Yoksa hiçbirini unutmadık da hâlâ aklımızda, yüreğimizde mi? Bir yerlerde olağan olmayan bir olayın olmasını mı bekliyor bu unutmadıklarımız? Unuttuysak dahi birkaç satır ile bu derin yaraya biraz tuz basınca fark edeceğimiz gibi yaranın hâlâ varlığını sürdürdüğünü ve yarayı unutursak tekrar yaralanacağımızı, bu sefer ötekiler gibi değil binlerce kat daha fazla zarar göreceğimizi belki de yeniden ayağa kalkmak bir yana dursun ayağa kalkma düşüncesinin bile bize zulüm olacağını bu yüzden hatırlatmak isterim.

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam;
Atılan her Iağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vadilere, sağanak sağanak.

İşte Türk evladı, şairlerin kaleminden acı ile dökülen mısraları mı unuttu?

Gökyüzündeki yıldızlar kadar sayısız çarpışan mermiyi, mermiye eş savrulan insan uzuvlarını, Allah-u ekber nidaları ile göğü yırtan on beş, yirmi, elli yaşlarında kadın erkek demeden omuz omuza verilen kan mücadelesini, can mücadelesini, beş aylık bebeğini sırtına alıp kendini önce mücadele ile sonra evladı ile bir eden anayı, 267 kiloluk mermiyi taşıyan koskoca Seyit Onbaşı’yı, “Komutanım tüfek ateş etmiyor” diyerek parmağının koptuğunu bile fark edemeyecek kadar kendini mücadeleye adamış yağız Mehmetçiği, sırf Türk’ü savunduğu için üniversite koridorlarında işkencelere uğrayan ağabeylerimizi ve hâlâ Doğu Türkistan’da kundaktaki bebekten en yaşlısına kadar akıllara sığmayacak derecede korkunç zulümlere uğrayan millettaşlarımızı unuttuk. Zira unutmamış olsaydık aynı ruhu farklı bedenlerde, farklı zamanlarda da hissediyor olabilirdik. Bu ruh bizi “mazluma Yunus, zalime Yavuz!” eden ruhtu.

Unutmak değil ama bu ruhu hatırlamak için çaba sarf etmemek, yıkımın, enkazın içinde kalmak; vakit yetersizliği, hayat meşgalesi, yorgunluk gibi mazeretlere sığınmak bizi suçlu kılar. Bahaneler üreterek her şeye göz yumduğumuz, sözde canımızı dahi feda edeceğimiz fakat bunun için en ufak bir çaba göstermediğimiz Türk milletinin, unutmamak için çaba gösterdiği zamanlara gidelim. Ruhlarında millet ateşi yanan fakat ocaklarını yakacak bir çöpü dahi olmayan insanların yanında kendimize yer edinelim.

M.Ö. 732 yılında Göktürk Kitabeleri yazılırken eşlik edelim: “Ey Türk! Üstte mavi gök çökmedikçe altta yağız yer delinmedikçe senin ilini töreni kim bozabilir?”

Aklımıza mıh gibi işliyor bu söz. Sahi kim bozabilirdi bizim ilimizi, bizim töremizi, bizden başka? Bu sorunun cevabını içten içe biliyoruz. Bohçamıza bu sorunun cevabını ekliyor ve yola devam ediyoruz.

1071 yılına geliyoruz, ak yeleli bir arslanın gözlerinde mücadele görüyoruz. Alparslan’ın ordusunda mücadele ediyor, Anadolu topraklarını beraber yurt kılıyoruz. Türk’ün gücünü herkese bir kez daha kanıtlıyoruz. Alparslan’ın ordusunda olmak bize Türk olmanın en kuvvetli yanını hissettiriyor.

Hızla 1453 yılına geliyoruz. Sultan Mehmet ile dünyada benzeri görülmemiş bir savaşa hazırlanıyor, bütün dünyaya diz çöktürüyoruz. Fatih oluyoruz, İstanbul oluyoruz, İstanbul’u da bohçamıza katıp öyle yola çıkıyoruz. Zira gözlerimiz zaferimizin ihtişamı ile kamaşıyor.

1520’li yıllara geliyoruz. Sonradan Avrupa tarafından ‘muhteşem’ olarak anılacak olan Sultan Süleyman ile belki de en parlak yılları yaşıyor, üç kıtada toprak sahibi oluyor, Nizam-ı Alem’i sağlıyoruz. Bohçamıza bu sefer de gücün kırkını katıyoruz ve tekrar yola koyuluyoruz. Bu yol bize unuttuklarımızı hatırlatmakla kalmıyor âdeta yaşatıyor.

1920 yılına geliyoruz. İleride kurulacak olan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temel taşlarını oluşturan, Kuzey Yıldızı gibi yol gösterici olan, Ziya Gökalp ile oturuyoruz. O, elini alnına dayamış kara kara düşünüyor talihi kararan milleti için. Onunla birkaç dakika oturmak, geldiğimiz uzun yolun nedenini bir kez daha anlamamıza, iliklerimize kadar hissetmemize neden oluyor. O, elinden kalemi, gönlünden Türklük sevdasını düşürmüyor. Ve kaleminden;

Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan
Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir, Turan!

Sözleri dökülüyor. Böyle münevver bir şahsiyetin dilinden, elinden dökülen her sözü bohçamıza koyuyoruz. Elinden öpüyor ağır ağır yanından kalkıp yola devam ediyoruz. Biz bohçamızda birikenleri bir araya getirip düşünmeye çalışırken yıl çoktan 1923 oluyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün hemen sağ yanındayız. Öyle bir kalabalık öyle bir coşku ki insanların gözlerinde parlayan o ışığın altında yatan hüznü görüyor zira sebebini biliyor, tanıyoruz. Paşa; yüksek bir sesle Cumhuriyet’i ilan ediyor, “Yaşasın Cumhuriyet!” nidaları bütün cihanda yankılanıyor. Gözlerimizde hafiften beliren buğu ile gözyaşlarımızı tutamıyoruz. Kaybettiklerimiz gözümüzün önüne geliyor. Parmağı kopan Mehmetçik geliyor gözümüzün önüne, mermi taşıyan onbaşı geliyor, kulağımızda çığlıklar, feryatlar çınlıyor. Yüzümüzde bir tebessüm beliriyor “Bayrağımız gökyüzünde dalgalanıyor, vatan sağ olsun!” diyoruz. Gülen, koşuşturan çocuklar görüyor bir kez daha ne için mücadele ettiğimizi anlıyoruz. Bohçamıza doldurduklarımızı birleştiriyor ve milletimizi görüyoruz. O kalabalığın içinden geçiyor ve kasvetli, karanlık bir yola giriyoruz.

Yıl 1970, Ankara sokaklarında kızıl maskeler, bu kızıl maskelilerin ellerinde kitap bellenmiş tüfekler görüyoruz. Özgürlük naraları atan masum öğrenciler(!) kan istiyor. Çığlık sesleri yükseliyor sözde eğitim yuvası okulların duvarlarında. Tahta merdivenlerden insan değilmiş gibi sürüklenen, daracık bir odaya kapatılan, işkence gören ve en sonunda pencereden atılan zayıf, uzunca, esmer, yüzü gözü kan içinde kalmış bir adam görüyoruz. Bu onu son görüşümüz oluyor. “Sancı çeken bu topraklar üzerinde biz artık ölmeyeceğiz. Denizde bir damla, sakın tasa etmeyin. Erenler ölmez efendim, suret değiştirirler.” kanlar içinde gördüğümüz delikanlının zar zor çıkan sesinden duyduğumuz son sözlerdi bunlar. Dursun Ağabey’imizin sözleri, yer ile göğü bir ediyor; yüreğinizden bir şeyler koparıyor, tabuta sarılı bayrağı, gözyaşlarımız ile ıslanıyor. Ağabey’imizden kalan emanet göğsümüzden taşıyor, bohçaya sığdıramıyoruz. Ankara; o gün Ertuğrul oluyor, Dursun oluyor, Önkuzu oluyor. Ankara, o gün bu davaya bir kez daha şahit oluyor; şehit oluyor. Ve evet, bu uzun yolları aşıp günümüze geliyoruz. Zannediyoruz ki geçtiğimiz yollardaki insanların gözlerinde millet aşkını, mücadele ışığını göreceğiz; yanılıyoruz. Umutsuz, çabasız, unutkan insanlar görüyoruz, her şeye rağmen hiçbir zaman umudunu yitirmemiş insanların, yanından gelip bu manzarayı görmek bize nasıl hissettiriyor? Şimdi tekrar aynı bahaneleri sıralayabiliyor, aynı umursamazlığı gösterebiliyor muyuz?

Hatırlatmak elbet kolay olmayacaktır lakin hatırlamak istemeyen bir zihniyete hatırlatacak bir mazimiz de yoktur. Unutmak, belki bizi suçlu durumuna getirmez lakin hatırlamak için çaba sarf etmemek bizi tam olarak suçlu yapar. Bohçamızda birikenleri hatırlayalım, milletimizin bohçasına sığamayacak kadar büyük ve şanlı zaferlerle, acılarla dolu olduğunu kendimize sık sık hatırlatıp unutkanlığa sürükleyen durağanlıktan hızla kaçalım. Çünkü biliyoruz ki vatan sadece üç tarafı denizler ile bölgeleri, illeri, sınırları olan taştan, topraktan ibaret bir kara parçası değildir. Türk’ün vatanı; kan, sevda, hasret, acı, keder, iman, dua, umut ve korkudur. Zannetmeyin ki bu korku zalime karşıdır, aksine korku kendi atalarına, korku evvelce giden asil ruhlara, korku üç bin yıl önce doğmuş ve üç bin yıl sonra doğacak torunlarına karşıdır. Üzerinde ay-yıldızlı bayrağın dalgalanmadığı, esaret altında kalmış bir avuç Türk’ün dahi dünya üzerinde yer almadığını düşünmek en büyük korkudur. Bu korkuyu bize yaşatan, bu milleti canımız pahasına sevmektir. Eğri oturalım, doğru düşünelim; hatırlamak mı canımızdan can koparan, unutmak mı bu milletin canından can koparan?

Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından,
Koşar adım gitmeli onların arkasından.
Kahramanlık, içerek acı ölüm tasından,
İleriye atılmak ve sonra dönmemektir.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.