Aşağıdan gelir bir kanlı melek
Yolumu yolsuza düşürdü felek
Seni sevdim diye ölmem mi gerek!

Malatya Türküsü

Zihinlerimizin karışık, akıllarımızın dolaşık, gönüllerimizin bulanık olduğu bir çağda dünyanın hay huyu içinde kıvranır ve dahi kafalarımızda kavak yelleri eserken birileri bizi yolumuzdan alıkoydu diye düşünüyorduk ama neden sonra bizi engelleyenin dışımızdakiler değil kendi yol yorgunluğumuz olduğunu, yolla ilişkimizin birileriyle çok da ilgisinin olmadığını, bütünüyle yol ile aramızda bir sorun olduğunu, yolun koşullarına gereğince uymadığımızı, yolu yürümek, engelleri aşmak için gerekli ve yeterli hazırlıkları yapmadığımızı, durumun kendimizden kaynaklandığını anlayıp şaşakalmıştık. Aynaları kendimize değil sürekli başkalarına tutan gençlerdik ve haklıydık. Zaten gençler her zaman haklıdır ya, biz de öyle gençlerdik ve haklıydık işte. Yol yüründükçe, yaş ilerledikçe durum daha açık anlaşılmıştı. Aynadan kendimizi gözlemeyi, gözlerimizi içimize dikmeyi, gönlümüze gönül gözüyle bakmak gerektiğini biraz geç düşünebilmiştik. Çünkü akılla aramız birazcık açıktı, yeterince kaynaşamamıştık. Akla danıştığımızda duygularımızın bize küseceklerini, bizden uzaklaşacaklarını sanırdık, çünkü bizde duygusuz adam olunmazdı. Milliyetçiliğin anlamlı ve çekici yanı, duygularla dolup taşmak, coşup çağlamak, yer yer kanatlanıp uçmak, ayakların yerden kesilmesi değil miydi?

Cılız bacaklarla, cılız kollarla, cılız omuzlarla, cılız akıllarla çocuk yaşımızda sonsuzluğu içinde barındıran çocuk düşlerimizi de yanımıza alıp ağır bir yükle sonu bilinmezlerle dolu uzun bir yola çıkmıştık. Bu uzun yol binlerce yıl öncesine olduğu gibi binlerce yıl sonrasına idi de… Düşlerimizin içinde binlerce yılın biriktirdiği yükler, dünyanın dört bucağına dağılmış mezarların anıları, murat almamış yiğitlerin sitemleri de vardı. Taşınamaz yüklerle çıkılan bu yola “kim var” diye sağa sola bakınmadan cahil cesaretiyle “ben varım” diyerek koyulmuştuk. Çocuk cesaretimizle “yalnız yürüyemeyeceğin yola çıkma” diye ta ilk başta kendimizi doldurmuştuk. Bu yol; düşlerimizin, mutluluğun uzaklarda olduğunu söyleyerek sürekli aklımızla kavga ettiği bir yol idi. Zaman geçtikçe düşlerimizin aklımızı yendiğini ve daha sonra aklımızın sinip sessizleştiğini, artık uyarmaya gerek görmez olup içine kapandığını, işlevsizleştiğini hissettiğimizde iş işten geçmişti ama biz de kendimizi daha rahat hissetmiştik. Yol, akılla yürünecekti ama biz bu uzun yolu, çocuk gönüllerimizle, çocuk heyecanlarımızla, çocuk duygularımızla safça yürümeyi seçtik. Biz bu yolu kutlu bellemiş, onu sevmiş, yolculuğa bayılmış, birlikte yürüdüklerimizle can yoldaşı, kan yoldaşı, kut arkadaşı, yol koldaşı, gönül yoldaşı olmuştuk. Akla danışırsak bizi bu büyülü, büyüleyici yoldan alıkoyar diye endişelendik. Gönüllerimiz, endişeye de korkuya da yabancıydı, korku ve endişe; akla ait idi, aklın alanında idi. Akıllı kişiler korkardı, endişelenirdi çünkü onların hep bizim bilmediğimiz, anlayamayacağımız hesapları olurdu. Zaten sık sık şöyle bir yukarıdan bakıp küçümseyerek “sizin bilmediğiniz şeyler var” demiyorlar mıydı? O yüzden korkuyla vedalaştık, onu da akılla ve akıllılara bırakıp ikisinden de ayrılmaya, uzaklaşmaya çalıştık. Gönül ve yol, gönülle yürünen yol bize yeter diye düşünüyorduk ve durumumuzdan çok memnunduk, mutluyduk, umutluyduk. Çünkü bu kutlu yol, esintisine kapılanın esridiği yüce Tanrı Dağlarının, soy köklerimizin ruhlarının barındığı Ötüken’in, kaynağından içenin çelikleştiği Orkun ırmağının, Balasagunlu Yusuf’un, Dedem Korkut’un, Kâşgarlı Mahmut’un, Yesili Hoca Ahmet’in, Miskin Yunus’un, Heratlı Nevâyî’nin, Gaspıralı’nın, Gökalp’ın, Kıpçak batırların, Karluk yiğitlerin, Oğuz başbuğların yoluydu. Kendimizi Moğolistan bozkırlarında Hun atlılarının içinde hissediyor, Bagator Kağan’ın evdeşine ok atmayı buyurduğu çerilerden biri olduğumuzu düşünüyor, Attila ile Macar ovalarında at yarıştırıyor, Bumın Kağan ile İlteriş Kağan ile yeni devletler koruyor, erlerimiz il hanı, kızlarımız il bilgesi oluyor, Kıpçak bozkırlarında, İdil boylarında yeni yurtlar tutuyor, Malazgirt’te Oğuz oğulları ve bütün Türklük için yeni bir yurt kurmanın coşkunluğunu Alparslan Gazi ile birlikte yaşıyor, Kılıç Arslanlar ile Haçlı sürülerini imha ediyor, İstanbul surları dibinde Fatih’in heyecanını paylaşıyor, Babür Şah ile Hindistan içlerine dalıyor, Sarıkamış’ta donup Yemen çöllerinde yanıyor, Medine savunmasında Fahrettin Paşa’ya saplanacak Arap hançerlerinin önüne atlıyor, Çanakkale’de, Kocatepe’de Gazi Paşa’nın buyruklarına yetişmeye çabalıyor, hayalini yaşadığımız çağa ayak uydurmayan zamana ve zamaneye kızıyor, bizim duygularımızı paylaşmadıkları/paylaşamadıkları için onları küçümsüyor, onlarla alay ediyorduk…

Devranın böyle yürüyeceğini düşünürken bir gün olmayacaklar oldu, hayale gelmeyenler, düşünülmezler başa geldi. Sonunda bacaklarımız yoruldu, kollarımız yoruldu, omuzlarımız çöktü, gönlümüz yoruldu, şaşkın aklımız bir kez daha şaştı. Düşler görmeye, hayaller kurmaya alıştığımız için yorgun gönül, yorgunluğa aldırmayıp yolda yürümemizi istedi, uslanmamıştı, yorgun akıl, başka bir yol bulmamızı istedi ama bizler yorgun gönülle çıkılamaz denilen yollara çıkıp aşılamaz dağları aşmayı seçtik. Çünkü hâlâ “biz” olmaktan çıkmamış, ayrı ayrı “benler” olmamıştık. Derin, töre kaynaklı, köklü saygı çerçevesinde en yakınlarımıza, babalarımıza, büyüklerimize itiraz ederek çıktığımız bu yolda her birimiz birer “ben” idik ama benlerden oluşan çok güçlü de bir “biz” oluşturmuştuk ve o “biz”in gücü, hiçbir yolun bulunmadığı bir anda yeni yollar açmaya yeterdi, geçmişte bunu kaç kez yapmıştı! Yol bulmakla, yol açmakla, yol yürümekle ilgili hiçbir sıkıntımız yoktu. En zayıfımız, en acizimiz, en geridekimiz bile yol açma gücüne, bilgisine, yeteneğine ve deneyimine sahipti. Türklük; bin yılları, aşılmaz dağları, denizleri hiç bilmediği yollardan giderek, yol yoksa yeni yollar açarak yaşamış, insanlığa da böyle bir hayatın nasıl yaşanılacağını öğretmiş, bunun yüzlerce örneğini göstermişti. Defalarca Moğolistan bozkırlarından kalkıp Macar ovalarında at koşturan Türk’ün tarihi için yeni ve uzun/uzak yolların tarihi dense yeri değil midir?

Gönül ile akıl dengesini gözetmeyince “Aklı hor göreni Tanrı’nın gazabı çarpar” ilahi buyruğu bir kez daha gerçekliğini kanıtladı. Aslında biz aklı hor görmemiştik ama onu, aklımızdan çıkarıp unutulanlar sırasına yollamıştık. Gönül dağlarımıza boranlar esti, fırtınalar koptu, sağanaklar düştü, seller coşup bu dağda ne varsa önüne katıp sürükledi. Selin önünde kocaman kayalar bile adeta koşarcasına gider ya tam da öyle oldu. Gönül dağı, darmadağın olmuştu. Soluğumuz yetmedi, ciğerlerimiz çekmedi, gözlerimizin ışığı tükendi, aydınlık yollar, karanlık dehlizlere dönüştü, yolsuz yolaksız, gönülsüz ve akılsız öyle şaşkın ve bitkin kalakaldık.

“Evlerinin önü yoldur yolaktır” türküsüne aldanıp çıktığımız yolculukta evlerimizin önündeyken karanlıklara gark olup evlerimizi yitirdik, “yoncalıkların ince yollarına” daldık, “haykırarak çıktığımız yurdumuzun dağları”nda kardan ve fırtınadan korunmak için tilkilerin yuvalar yaptığı derelerde soluklanıp kekliklerin öttüğü koyaklarda kışladık, dağ keçilerinin sektiği kayaları aşıp taşların arasından sızan gözelerden su içtik, kekik kokularının sarıp sarmaladığı dimağlarımız yeni bir esriklik yaşadı. Dağ meyvelerini azık edip gönül yoldaşlarımızla bölüştük. Yurdumuzun, yalnızca bugünkü yurdumuzun değil bütün tarih ve talih yurtlarımızın dağlarını, düzlerini, derelerini, tatlı pınarlarını, ırmaklarını, koyaklarını gönlümüze yerleştirdik, onları gönlümüzle sevdik, gâh Tuna’da gâh Kızılırmak’ta gâh İdil’de gâh Ceyhun’da gâh Baykal’da serinledik, Hazar’a ayaklarımızı sokup Aral’ın derdini dinledik. Ne kadar kovsak da bizi bırakmayan ve akılla gönül birlikte bir yabanı, kişioğlu sınıfına sokar, “yalnız gönülle yaşanmaz, ben olmazsam darmadağın olursunuz” diyen aklımız, gönlümüze olan bağlılığımızı bir kez daha kıskandı.

Bu yol, bizi yalnızca gönülden ibaret varlıklara dönüştürmüştü. Yola gönülle çıkıp yolu gönülle birleştirmiştik, yol, “uzun ince bir” gönül yolu olmuştu. Alkışlarımız da kargışlarımız da gönülden idi. Sevgilerimiz de öfkelerimiz de gönülden idi. Kederlerimiz, hüzünlerimiz, mutluluklarımız, mutsuzluklarımız gönülden idi. Yolun âşığı olmuştuk ve yol öz âşıklarının gönlünü, bir Sivas türküsünün dediği gibi “söküldükten sonra dikilmeyecek eski libaslara” döndürmüş, o da sevgisini böyle göstermişti. Sevgilinin sevgiliye bir bakışı da nazı da azabı da bir lütuf değil miydi zaten, âşıklar öyle söylemiyor muydu?

Yolumuzun bizleri “dağlar ötesinde akan ırmaklara” ulaştırmasını umduk, bekledik. Irmakları bulduğumuzda gönüllerimiz bize asıl olanın ırmakların döküldüğü denizler olduğunu fısıldadı. Denizleri bulmak için bir gece “Horasan’dan, Tök Kalesinden sökün edip” yol alırken “dağları delik delik delmeye”, “Sivas’ın güneyinden Bozok düzüne” ulaşmak için geceleri yıldızlarla ve ayla yoldaşlık, yarenlik etmeye koyulduk.

Kutup yıldızlarımızın kılavuzluğunda yeni yollarla ilgili düşler kurarken bir gece bir düdük çalındı, tüfekler çatıldı ve bir de ne görelim bizim tüfeklerimizin namluları bize dönmüş. Bu beklenmezin ne anlama geldiğini idrak eden gönül mahzun olup bütün evrene kapandı, içine döndü. Akıl, kendisini hiçe sayışımızla, daha doğrusu akılsızlığımızla alay etti. Biz, iyice içimize döndük, gönlümüzle konuşmaya, ona dert yanmaya, onun derdini dinleyip anlamaya çalıştık. Beri yanda “feleğin cırnağı demirden kuşları” pençelerini göğüslerimize saplamış ancak kan gönüllerimizden akıp vatan toprağını bir kez daha sulamıştı. Tanrı’dan başka hiçbir varlık karşısında bükülmeyen incecik boyunlarımıza geçirilen yağlı ilmekler, gönüllerimiz karşısında mahcup olup ne yapacağını şaşırmıştı. Vakur duruşlarımızı gören ve yedi ceddi cellat olan cellatlarımız, bizleri suçlu olarak görmeyip destanlardan çıkıp gelmiş yiğitlerle eş tutmuşlar ancak görevlerini de yapmış, verilen buyrukları yerine getirmiş, Azrail’in yolunu açmış, ona yoldaş olmuşlardı.

Ne demişti Yetik Ozan’ımız:

Yüce surları ören taş değil düşüncedir,
Kişiye uzluk veren yaş değil düşüncedir,
Suç onun eseridir, yasa onun eseri,
Dâr ağacına giden baş değil düşüncedir…

Cellatlarımız hem düşüncelerimizi hem de yağlı ilmekli boyunlarımızı dâr ağacına çekmişler, baş ile düşünceyi ayırt etmemişlerdi…

Gönül yoldaşlarımızdan, yolunuz yolumuz olsun dediklerimizden bir bölümünün kendilerine daha esenlikli ve akılla yürünen yollar bulduklarını görünce onlara uğurlar olsun deyip iyi yolculuklar diledik. Dervişin uğuru yoldan, yolun uğuru dervişten imiş. Ne de olsa eski yoldaşlarımız idiler ve yol uğurdan, uğur da yoldan idi, belki de tıkırında giden işlerin sonunda kendilerine yeni bir çığır açma derdindeydiler. Gönülleri uslanmıştı. Gittiler, gittikleri yerde mutlu olmalılar, çünkü onların gönülleriyle gönüllerimiz bir daha karşılaşıp kucaklaşamadı. Bedenlerimiz karşılaştığında eski günlerin hatırına ve ele güne karşı ayıp olmasın diye kuru, soğuk selamlarla yedi yabancılar gibi selamlaştık. Onların sözleri bize, bizim sözlerimiz onlara anlaşılmaz gelmiş, onların gönlü başka aşkların peşine düşmüştü. Konuşamadan, anlaşamadan ayrılıp uzaklaştık. Onlar, aklı seçmişler, gönlü yine bize bırakmışlar, hatta gönlü büsbütün unutmuşlardı. Biz ise hâlen gönülden uzak ne bir soluk alabiliyor ne kimseyle söyleşebiliyor ne de var olabiliyorduk. Bizim gönüllerimizin deliliği durulmamış, gönüllerimiz uslanmayı reddetmişti. Benlerimizle gönüllerimiz ayrılmaz biçimde kaynaşmış, benlerimiz gönüllerimizin buyruğuna girmiş, adeta onun içinde yitip gitmişlerdi. Biz, gönülden ibaret varlıklara dönüşmüştük ya da bize öyle geliyordu. Belki de onlar haklıydı. Kim doğru, kim haklı bilinmez ama biz, çok güzel kaybetmiştik. Belki de tarihin en güzel kaybedenleri arasına girebilecek kadar güzel kaybetmiştik. Bu güzel kaybediş, viran gönüllerimizi avutmanın da bir yolu olmuş, onu bu kez de aklımız aldatmıştı. Böylece hâlâ akıldan bütünüyle uzaklaşmadığımızı da öğrenmiştik…

Cılız bir ses, gönülle aklı birleştirin diye fısıldadı ama bu sesi duyan oldu mu bilinmez!

Ve son söz Atsız bir yol büyüğünden…

Bugün yollanıyorken bir gurbete yeniden
Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize.
Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden,
İtler bile gülecek kimsesizliğimize…

Gidiyorum gönlümde acısı yanıkların
Ordularla yenilmez bir gayız var kanımda.
Dün benimle birlikte gülen tanıdıkların
Yalnız bir hatırası kaldı artık yanımda…

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.