Bir baba çocuğunun Türk ve Müslüman olarak büyümesini istediği gibi muasır bir insan olarak yetişmesini de arzu eder. O halde bizim için tam bir terbiye üç kısımdan mürekkeptir: Türk terbiyesi, İslâm terbiyesi ve asır terbiyesi.
Ziya Gökalp
Türkiye’de cumhuriyetle birlikte medreselerin kapanması ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabul edilmesiyle birlikte eğitim-öğretim meseleleri farklı bir mecraya taşınmıştır. Eğitim ve öğretimde terbiyenin rolü, ahlakî normların aktarılması ve bu “kıymet hükümlerinin” nasıl verileceği bir sorun haline gelmiştir çünkü imparatorluktan ulus devlete geçişin yaşanması dolayısıyla birbirinden yapı ve işleyiş bakımından farklı müesseseler kurulmaya başlanmıştır. Bu süreçte teknolojik birtakım değişiklikler olduğu gibi, manevi hasletler açısından da birtakım farklılıklar ortaya çıkmıştır. İmparatorlukta yaşarken cemiyet şuuruna sahip olmayan, kendi mahallî çevresi içinde yaşayan fertler yalnızca kendi mahallî çevresi üzerinden gelişen bir şuurla yaşamışlardır. Osmanlı’da imparatorluk dolayısıyla ortaya çıkan bu ikili yapıya merkez-taşra yapılanması diyoruz. Merkezde ve taşrada farklı yaşamlar vardı. Merkez yani payitaht ve saray çevresinde yaşanan ve gelişen yaşam; taşra yani sarayın dışında kalan “sıradan halkın” yaşadığı yerler ve burada gelişen yaşam. Edebiyat ve sanatımızda sınıflandırdığımız “saray çevresinde gelişen edebiyat” ve “halk edebiyatı” gibi ikili ayrımın somut bir örnek olarak karşımıza çıkması bu durumun bir göstergesidir. Cumhuriyetle birlikte millet hayatında bu durum ortadan kaldırılmaya çalışılmış, Gökalp’ın tabiriyle millî tesanüd (dayanışma) sağlanmaya çalışılmıştır. Eğitim de bu birlik esasına göre yeniden şekillenmiş, millî bir eğitim sistemi inşa edilmeye başlanmıştır. İşte bu safhada “millî kültürün kaynakları nelerdir?”, “millî kültürde örf ve adetlerin yeri nedir?”, “terbiyenin millî kültürdeki yeri nedir?” gibi sorular zihinlerde oluşmuştur. Biz de bu yazımızda bu sorular üzerinden Ziya Gökalp’ın “terbiye” ve “dinî terbiye” kavramları üzerine duracağız.
Terbiye Bahsi
Cumhuriyetimizin kuruluş fikrinin temellerini atan Osmanlı son dönem mütefekkirlerinden olan Ziya Gökalp terbiyeyi kültürle bağlantılı olarak tanımlıyor. Gökalp’a göre kültür, bir kavmin vicdanında yaşayan kıymet hükümleridir. Terbiye ise bu kültürü o kavmin fertlerinde ruhî melekeler haline getirmektir. Bu kıymet hükümleri her millete göre değişeceği için bu hükümlerin yekûnu olan kültür de millîdir. Dolayısıyla terbiye de millî olmalıdır.
Bu terbiye aktarımında ailenin yeri çok önemlidir. Adeta millî kültürün yaşayan bir taşıyıcısı misyonunu taşıyan aile, millî terbiyeyi çocuğuna işleyerek vermelidir. Burada da zaten kültür unsurları olan masal, ninni gibi formlar devreye girmektedir. Ailede başlayan terbiye, sosyal çevrede ve okulda devam eder. Okulda bu formal eğitim olarak çocuğa verilmeye çalışılır. Aile, sosyal çevre ve okulda gördüğüyle hercümerç olmuş çocuk; sağlam bir şahsiyetinin oluşması için temel inşa etmiş olur fakat bunların çatıştığı bir toplumda bu terbiye verilemez ve dolayısıyla şahsiyetsiz çocuklar yetişmiş olur.
Milletin kıymet hükümleri, milletinin bu özelliklerini bilmeyen halkta vuku bulamaz. Türk medeniyetini yeniden inşa edebilmemiz için millî kültürün unsurlarını iyice öğrenmek, yaşamak ve yeni nesillere aktararak yaşatmak dolayısıyla gelişmesine vesile olmak zorundayız. Bu bağlamda kültürün canlı yaşandığı bir ortam sosyal vicdanı da oluşturur çünkü dinî, ahlakî, hukukî, lisanî, estetik ve iktisadî meselelerde ortak bir şuur oluşmuş olur. Bu yüzden yetişecek çocuklarımıza en başta ailede millî terbiye vermeliyiz.
Dinî Terbiye
Ziya Gökalp, bir çocuğun hayatında ilk defa güzel olarak tanıdığı şeyin, dine ait mukaddesatın olduğunu dile getirir: “Dinde, bir fevka’l-ahlak mahiyeti olduğu gibi, bir fevka’l-bediiyat tabiatı da vardır. Ruhumuza deruni bir nazarla bakarsak orada göreceğimiz en bediî duygularımızın çocukluk hayatımızın camiye, ramazan gecelerine, bayram ayinlerine, mevlitlere, kandillere dair hatıralarda meknuz olduğunu görürüz. İnsanların ilk iptida güzel telakki ettiği şeyler, mukaddes anıdığı vücutlardır.”
Bu açıklamaya baktığımızda gerçekten dinî hissiyatımızın ve bu cemiyet hayatının içinde var olmamız bizim gelişimimizde çok önemli bir yer teşkil eder.
Gökalp eğitimde din eğitiminin ihmal edilmeden fennî ilimlerin verilmesi gerektiğini vurgular. Yani dinî terbiyeyi yalnızca ailede yahut çevrede öğrenmeye bırakılmayarak formal ve sistemli verilmesi gereken mühim bir şey olarak görür.
Bu durumu şöyle açıklıyor: “Millî dil ve tarihimizi öğretiriz. İslam esasları ve İslam tarihini okuturuz. Matematik ve tabiat gibi ilimleri ve yabancı dilleri öğretiriz.”
Gökalp’a göre eğitimdeki en önemli etken terbiyedir. Terbiye olmadan eğitimin içi boştur. Ona göre terbiyenin en önemli amili ise dindir çünkü dine göre, “…ruh bütün kemallerin camii olan ulûhiyetin bir nefhasıdır. Ruhta hem hür bir irade hem de fazilet mükellefiyeti vardır. Bu mükellefiyetin müeyyidesi olmak üzere uhrevi bir mesuliyeti de var. İnsan, aradığı ekmel fazileti, ekmel hürriyeti, ekmel adaleti bu maddiyat âleminde bulamasa da bu mefkûrelerine, mev’ut uhrevi bir hayatta ulaşacaktır. Bu itikatlar, hep insanın ruhunda âli temayüller uyandıracağı için faydalı fikirlerdir.”
Gökalp, İslamî bir terbiyenin verilmesinin gerekliliğini vurgular. Hayatı boyunca kuvvetli bir kişiliğe sahip kişilerin genellikle çocukluğunda dinî terbiye alan kişilerden çıktığını söyler çünkü hem ferdî hem de içtimaî manada mutlu, huzurlu ve daha müreffeh bir yaşam sürebilmek için din ile dine ait kural ve kaidelerin de bilinmesi gerekir. Bu terbiyeyi alamayanların şahsiyetsiz olacağını söyler: “Bütün hayatlarında kuvvetli bir seciye gösteren insanlar, umumiyetle çocukluklarında dinî bir terbiye alanlardır. Çocuklukta din terbiyesi almayanlar, ölünceye kadar şahsiyetsiz kalmaya, iradesiz ve seciyesiz yaşamaya mahkûmdurlar.”
Din bize ilahi birtakım hükümlerle ölçüler verir. Fert ve cemiyet hayatında bu ölçüler büyük önem taşır. İlim adamları, büyük çoğunlukta insanlık tarihinin ilk devirlerinden bu dönemlere kadar ilahi ölçülerin var olduğunu ve bu ölçülerin olmasının zaruri olduğu kanısında birleşmişlerdir. Şöyle ki adaleti nasıl sağlayacağımız, ahlakî normların neler olduğu gibi hem ferdi hem cemiyeti ilgilendiren sorularda “bana göre” yahut “şu filanca şahsa göre” diyerek temel bir sonuca ulaşamayız. Hâlbuki Yaratıcı tarafından din vasıtasıyla öğretilen, bizim sahip olduğumuz ve kabul ettiğimiz ölçüler; insanı aşkın ölçülerdir. Bundan mütevellit bu ölçülerin insan fıtratına uygun olması, bireyin ve cemiyet hayatının bütününde etkisi olması pek muhtemeldir. İnsanın manevi hasletini belirleyen, vicdan-akıl-ruh dairesi içinde seyreden dinî değerler, ahlakî normlar ve milletinin kültürü iç içe geçerek insanı terbiye eder. Gökalp’ın özellikle bu bahsi ele alması pek kıymetlidir.
Gökalp gençlerin ruhî bunalıma girmelerinin sebebini de bu dinî terbiyeyi almamalarına bağlar:
“Gençlik arasında din buhranının doğmasına sebep, bir taraftan okullarda din terbiyesi verenlerin hakiki İslamiyet’i bilmemeleri, diğer yönden de müspet ilimleri okutan öğretmenlerin ilimlerin aslını öğrenmiş olmamaları yani filozof bulunmamalarıdır. Gençlik, bu iki tesir altında düşünmeye başlayınca, zaruri olarak, bir taraftan din ile akıl arasında, diğer yönden din ile örf arasında uyuşmazlık olduğuna kani olur.”
Ona göre, “Din, akıl, örf; ruha hâkim olan üç kuvvettir. Bu üç kuvvet, birbiriyle uyuşamaz bir hale getirildiğinde gençlerin din buhranına uğramalarına sebep olur.”
Günümüz gençliğine baktığımızda da Gökalp’ın haklı olduğunu ve gençlerimizin birçoğunun dinî buhrana düştüğünü görüyoruz. Bu yüzden dinî terbiye konusunda da cumhuriyetimizin kurucu fikri olan Türk milliyetçiliğinin fikir babası mürşidimiz Ziya Gökalp’ın fikirlerine yeniden bakmak durumundayız.
Şahsiyet Oluşumu ve Terbiye
Her fert dünyaya bir ailenin ve dolayısıyla o ailenin mensup olduğu bir milletin içine doğarak gelir. Dolayısıyla fert konuşacağı dili ve hayatı anlamlandırırken kuracağı tasavvur dünyasını bu milletin dilinden, değerlerinden, kültüründen, dininden öğrenir ve kimliğini edinmeye başlar. Ferdin kimliğini edindikten sonraki aşaması ise şahsiyetini oluşturmaktır. Şahsiyet; kendi özelliklerini, tecrübelerini, yeteneklerini milletinin kültürüyle yoğurarak inşa edilir. Kültür unsurlarını tarihin, inançları da iman ettiği mutlak varlığın tayin edeceğini söylersek şahsiyet; tarihin ve Allah’ın, ferde tayin ettiği misyonu ferdin kendi özellikleri ile yaşama dökmesidir. Millî kültürün fertte ruhî melekeler yani yaşam biçimi haline gelmesini sağlayan şey de Gökalp’ın tanımı üzerinden “terbiye”dir. Ferdin şahsiyet halini almasında ve şahsiyetini inşa ettiği süreçte bu yüzden terbiye çok mühim bir yer taşır. Büyük milletlerin büyük şahsiyetleri olur çünkü onlar tarihî tecrübeleriyle damıttıkları kültürel değerlerini, yetişen fertlerine terbiye yolu ile aktarır. Şahsiyetini tamamlayan fertler, milletinin medeniyet hamlesi gerçekleştirmesine katkıda bulunabilecek seviyeye erişmişlerdir.
Kendi medeniyetinin yükselmesini isteyen milletler bu yüzden şahsiyet gelişimine ve terbiyeye çok kıymet vermişlerdir.
Günümüzde ise maalesef bu durumdan çok uzaklaşmış durumdayız. Umarız ki bizler kendi şahsiyetimizi inşa ederken milletimizin terbiye sorununu da dert edinip gerekeni yaparak gelecek nesillere aktarabiliriz…
KAYNAKÇA
Işıkdoğan, Davut. Ziya Gökalp’in Din ve Dini Terbiye Anlayışı, DÜSBED, sayı:29, sf:380-398
Gül, Ercan, Yavuz. Eski Türk Kültüründe Terbiye Kavramı ve Terbiye Yöntemleri, EKEV Akademi Dergisi, sayı:82, sf:531-546
Kılınçarslan, Ahmet Furkan. Ferdiyet-Cemiyet-Şahsiyet, Yeni Ufuk Dergisi, sayı: 36
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.