Ben o dili, bengü taşın bağrına ilmek ilmek işlenmiş atalarından gelen bir mektup samimiyetiyle sevdim. Ben o dili, candan duaları ve kalbimi de deli yiğitlerin gönlünü coşturduğu gibi coşturan Dedem Korkut’un kopuzunda sevdim. Ben o dilin âşığı oldum. Yunus’un divanındaki en zarif ve arı haliyle sevdim. Peygamberin özlemini gül bahçesini sulayarak gösteren bahçıvan ihtimamıyla, başını taştan taşa vuran “su” suretinde sevdim.

Bu dil ki sadece bir ırkın konuştuğu, anlaştığı değil; o aziz milletin coğrafyalara ve zamana sığmayan destansı maceralarını anlatabilecek kudreti bünyesinde taşıyan yârdir, yârendir. Öyle kelimeler vardır ki o dilde; ruhumun bedenimde tezahür ettiği yerde ayaklarım yerden kesilir, ata yurdum olan ana yurda gidişim olur. Ya da şöyle demeliyim: Ellerimi kutlu göğe kaldırdığımda göğün derinliklerinden sancılı bir özlem ruhuma akar, ayağımın değdiği yeri atalarımın diyarı ana yurda dönüştürür. Kızılelma ülküsü karşıma dikilir. Elimi uzatırım. Zira yakalamama ramak vardır fakat avuçlarım boş döner. İşte, orada! Etrafına koyu gölge dağıtan bir kayın ağacının dalında… Yanına varınca yine uzaklaşır. Soluk soluğa koşarım ona ulaşmak uğruna. Tanrı Dağlarının eteklerinden, Orhun, Selenga Irmakları kıyısından Ötüken Vadisi’nden göz kırpar bana. Aklım karışır, anlamam; maksadı nedir? Kendini bu kadar arzulayandan neden kaçar?

Zamanın ve mekânın sınırsız boyutları içinde kadim dilimiz Türkçemizin yarenlik ettiği kahramanlar muhakkak ki kutlu Türk milletindendir. Zaten bir hikâyeyi oluşturan ögeler; zaman, mekân, kişiler ve olay örgüsüdür… Türklerin hikâyesinin olay örgüsü, tüm dünya tarihine katkı sağlamıştır. Fakat bu sürece hikâye demek ne kadar doğru olur? Dünyanın en uzun ve en çığır açan destanı demek daha yerinde olacaktır. Türk tarih destanını yazan kahramanlar elbette Türkçe gibi ahenkli ve fonetik estetik açıdan zengin bir dil ile anlatılacaktır. Dolayısıyla millet olarak sahip olduğumuz en değerli hazinemizden biri dilimizdir. Diğeri de elbette sınırlarını yine millet olarak bizim belirlediğimiz vatanımızdır. Mimarîsinden ağaçlarının en derinlere sarılan köklerine, bozkırlarda koşturan atlarımızın nal izlerinden geçilmez kalelerimize, boğazlarımızdan haykıran yiğit seslerinden, her bir evladını Türk milletine armağan eden edebin ve onurun timsali analarına… Daha da ötesi canını toprakla birleştirmiş, toprağa can olmuş canların mezar taşlarındaki o hüzün ve mana bizim sınırlarımızı belirler. Orhun, Selenga Nehirlerinin vakârına Tuna Nehrinin coşkusu karışırken Fırat, Dicle Nehirleri yatağına sığmaz: “Burası da Türk’ün Aziz diyarıdır.” der. Silkinir oradan Nil Nehri: “Ben o dilin, o asil milletin sevdalısı, bendesiyim.” der. Türk’ün olduğu; sokaklarında, pazarlarında, panayırlarında, laf arasında dilimizin mana omurgasını teşkil eden deyim ve atasözlerinin kullanıldığı, ölenin arkasından ağıtını Türkçe yaktığı, düğününde-derneğinde ince belli kızların, kara yağız yiğitlerin coşkuyla eğlendiği, Türkçe şarkı ve türkülerin söylendiği her yer Türk diyârıdır. Sözün özü; sınırlarımızın sınırı olmamakla birlikte sınırımızı belirleyen de yine yüce Türk milleti ve kadim dilimiz, sancağımız Türkçemizdir. Sınırlarını çizip adına “vatan “dediğimiz kara parçası, bize ana göğsü kadar müşfik, peygamber kucağı kadar huzurludur. Aynı zamanda dört tarafı ateşten çemberdir. Evet; Türklüğün övüncünü her zerresinde hissederek, mezâlime – soykırıma boyun eğmeyerek, Ergenekon misali bir canına bin can katarak, bir canına dünyanın dahi bedel gösterilemeyeceği sancağını diktiği her yer Türk Dünyası’nın coğrafyasıdır. Her karış toprağı ağır bedeller ödenerek elde edilmiştir. Bu coğrafyanın anasından süt emen nazlı kurt yavruları, kendi kaderini tayin eden bağımsız neferleri gittikleri diyarları yurt tutmuşlardır. Yurt tutulan topraklar Ötüken kadar bereketli, Yada taşı kadar kutsaldır.

Sözün hülasasını Ziya Gökalp’in Kızıl Elma kitabındaki “Altın Yurt “şiirinden yapmam münasip olacaktır.

“Dedi: Ey Türk hanları! Türk’ün ayak bastığı her yer ona vatandan bir parçadır.”

Bu vatan parçasında soy soylayıp boy boylayan soydaşlarımızla aynı çatı altında yaşamanın, ayak bastığımız yeri Türk vatanı olarak yeşertmenin en önemli yolu taşa kazınan, taşa sonsuzluk katan, cihanı susturan Türk dilidir. Türk dilinin birliğidir. “Kardeşim” dediğimde Azerbaycan’dan, Özbekistan’dan, Kazakistan’dan, Gagavuz’dan, Balkanlardan, Kerkük’ten Musul’dan, Kırım’dan, Tebriz’den ve sayamadığım nice Türk ilinden kardeşim kucak açmalı, sesimi duymalı; beni anlamalı.

Ben bir yılkı sürüsü şenliğini Türk lehçeleri sözlüğünü elime alınca yaşarım. Bazı sözcüklerle tanış olmanın verdiği aidiyet duygusunun mutluluğu kaplar içimi.  Anne, ana, ene, apa, aba… Özlemini çektiğimiz her Türk ilinde “ata”mız kadar aynıdır. Zira “ata” kelimesi de gittiğimiz her Türk ilinde “ana” kelimesi gibi aynı şekilde kullanılagelmiş bir sözcüktür. Ortak kullandığımız daha birçok kelimeyi sıralayabiliriz muhakkak. Fakat bağımsız Türk illerinde dil birliğini sağlamanın ilk adımı alfabe birliğinden geçmektedir. Yazı dilindeki birlik ve beraberliğimizi kazanmanın yolu ise Türk lehçe ve şivelerini ortaöğrenim eğitim sistemimizin bünyesine, müfredatına dâhil etmektir. Her Türk gencinin yaşaması gereken aidiyet duygusu ve aşinalığın “ana dilinde, ata dilinde “olduğunu bilmesi icap eder.

Dil birliğinin sağlanmasında bize kucak açacak olan fikir, ülkü birliğidir. Ülkü birliği sağlandığında Kaf Dağı’nın ardındaki Anka gerçekten masal kuşu mudur? Yoksa küllerinden doğmayı bekleyen Simurg mudur? Merak edenler gözleriyle şahit olacaklardır. Parlak tüyleri, vakûr bakışları, hudutlara sığmayan kanatlarıyla talih kuşunun saadetine dilerim bu gözler de şahitlik eder.

Türkçe konuşmak nasıl ki onursa; Türkçe düşünmek, Türkçe yazmak, Türkçe âşık olmak, Türkçe hislenmek, Türkçe ana – baba olmak da bir onurdur. Bunları Türkçe yaşayıp Türkçeye vakıf olmak, aziz Türk evlatlarına onurlu bir istikbâl sunarcasına Türkçeyi öğretmek, vazifelerin en mukaddesidir. Atalarımızın nasihatleri ve dualarıyla başımızın okşanıp sırtımızın sıvazlandığını zaman zaman unutsak da ayağımız yere değdiren sarsılmaz zeminimiz, başımızı göğe baktıran sonsuz ufuk çizgimiz; Türk dilinin zenginliği ve vatanımız olmaya devam edecektir.

Türk’ün güç kaynağını tek tek anlatmam divanelik olurken Türk’ün birliği ve beraberliğini savunmam aziz Türk evladı olarak boynumun borcu; beni benden alan, beni kendim yapan şu kısacık ömrümün şahane planıdır. Bu planın yegâne şartı ise dilde birliğimizi sağlamak olacaktır. Bu sayede Türklüğü herkese, her tarafa anlatmış olacağız.

“Siyasette mesleğimiz halkçılık, kültürde mesleğimiz Türkçülüktür.” diyen Ziya Gökalp bu ülkeyi kurtarma ülküsünde Atatürk ‘e “fikir babalığı” yapmıştır, bu ülkü günümüzde de aynı fikrin ışığında gerçekleşmeyi bekleyen dimağımızdaki en tatlı güntülüdür.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.