Türkler her zaman zulümden kaçınmış, gittiği her yere hoşgörü ve adalet götürmüştür ama karşısında hoşgörü değil, hep zulüm görmüştür. O ne zulümdür ki hep Türk’e yapılmış lakin asla yıldıramamıştır Türk’ü… Türk zulme asla yenilmemiş, asla da yenilmeyecektir…
Osmanlı, Türk tarihinin hatta belki de dünya tarihinin en büyük devletidir. Tüm cihana nasıl devlet olunacağını göstermiş, sayısız devletin barınamayıp yıkıldığı coğrafyada 600 yıl hüküm sürmüştür. Bu hâkimiyetinin arkasında şüphesiz bir nizam-ı âlem anlayışı vardır.
Osmanlı Devleti, nizam-ı âlem anlayışı doğrultusunda Türk cihan hâkimiyeti mefkûresini benimsemiştir. Bu mefkûre yolunda izlediği politikalardan birisi de iskân politikası olmuştur.
Rumeli’nin fethi ile başlayan iskân politikası Osmanlı’nın temel uygulamalarından biri haline gelmiştir. İskân politikası, yeni fethedilen yerlere kendi milletinden insanları ihtiyaç durumuna göre göndererek o bölgeleri millîleştirmek, hâkimiyetini daim kılmaktır. Osmanlı bu politikayı fethettiği tüm bölgelere, özellikle de Rumeli topraklarına uygulamış; Anadolu’dan Rumeli’ye göç yaşatarak kısa sürede Rumeli’yi Türkleştirmiş ve İslamlaştırmıştır.
1200’lü yıllarda Türkistan’da Moğol istilasından kaçan birçok Türk boyu Anadolu topraklarına sığınmıştır. Mübadillerimizin hikâyesi de tam buradan başlar. Bu kitapta göreceğimiz Grebene’den Denizli’ye göç etmek zorunda kalmış büyüklerimizin ataları işte tam 800 yıl önce geldiler ilk kez Anadolu’ya. Oğuzların Avşar boyuna mensuplardır. Moğol baskısıyla Anadolu’ya göç etmişler, Konya’nın Ermenek ilçesine yerleşmişlerdir.
O dönem Anadolu Selçuklu Devleti gücünü iyice yitirmiş, Anadolu’da karmaşıklık oluşmuştu. Beylikler ortaya çıkmış, bu beyliklerin kendi içerisindeki mücadelesi uzun yılar devam etmişti. İlk dönemde bu beyliklerden en güçlüsü şüphesiz Selçukluların mirası Konya’yı da hâkimiyeti altına alan Karamanoğullarıydı. Karamanoğulları, Osmanoğulları ile uzun süren mücadelelere girişmiş, sonunda Fatih Sultan Mehmet döneminde tamamen Osmanlı hâkimiyetine girmiştir.
Fatih Sultan Mehmet, Rumeli’ye yapacağı iskân politikasında olası Karamanoğulları isyanlarını engellemek için özellikle Konya, Karaman bölgesindeki aileleri iskâna dâhil etmiştir. Böylelikle mübadillerimize bir kez daha göç yolu gözükmüştü. İlk defa bırakmıyorlardı anayurdu saydıkları, yıllarca üzerinde yaşadıkları toprakları. Son da olmayacaktı…
Rumeli’ye geldiler, yerleştiler. Yine yeni bir macera, yeni bir mücadele… Balkanlarda Türkler bölgedeki halkla yüzyıllarca iyi geçindi. Balkanlardaki huzur ve barış ortamının temelinde şüphesiz onlardan iki yüz önce bölgeye gelip halka Türklüğü, Müslümanlığı sevdiren, yayan Sarı Saltuk ve onun Blagay – Alperenler Tekkesi yatıyordu. Hacı Bektaş-ı Veli’nin talebelerinden olan Sarı Saltuk mübadil atalarımızın Anadolu’ya göç ettiği dönemlerde Türkistan’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan Rumeli’ye giderek oralarda Müslümanlığı yaymış, Türklüğü sevdirmiştir.
Türkler Rumeli’ye hızlı alıştılar, bölge halkıyla aynı mahallede evlerini kurdular, aynı sokaklarda beraber oynadılar, hep birlikte aynı şeye sevindi, aynı şeye üzüldüler. Peki, ne oldu da 500 yıl yaşadıkları yerler mezar oldu onlara?
Şimdi göreceğiz Kastro’yu, Vraşno’yu, vatanlarını nasıl bırakmak zorunda kaldılar? Nasıl yürüdüler onca yolu? Nasıl toprağa verdiler zalimce katledilen ailelerini? Nasıl denize bıraktılar canlarından bir parça evlatlarını?
Rumeli’den Denizli’ye giden bir mübadeleyi göreceğiz, onlara tanık olacağız fakat bu hikâye sadece mübadele ile Denizli’nin Hisar Mahallesi’ne gelen büyüklerimizin değil, yüzlerce yıllık vatanlarında gün yüzü görememiş milletimizin hikâyesidir. Kimi Bekir ile anlatır azap çeken toprakları, kimi Kıraç Ata ile kovar düşmanı yurttan. Kimi Ceren’in tutsaklığını anlatır, kimi de der ki: Onlar da insandı!
Mübadeleye Giden Yol
Mübadil büyüklerimizin ataları 1400’lü yıllarda yurt bilmişti Grebene’yi. Kastro ve Vraşno köylerine yerleşmişlerdi. Yüzlerce yıl orada yaşamışlar, Balkanlarda Türk hâkimiyetini sağlamışlardı. Bu huzur ve sükûnet ortamı, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinin zayıflamasıyla son bulmuştu.
Osmanlı Devleti’nin çöküşü, mübadeleye giden yolu da başlatmıştı…
“Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemi bitmiş, duraklama ve gerilemenin ardından çöküş dönemi başlamıştı. Bundan faydalanmak isteyenler birçok yerde isyan ediyordu. Yunan İsyanı da bu dönemde baş gösterdi.” (s.22)
Yunanların ilerlemesi hiç durmadı. 1821’de Mora İsyanı, 1829’da Navarin Muharebesi, yıllarca süren Osmanlı-Rus savaşları ve en nihayetinde Balkan Harbi…
Balkan Harbi patlamış; cihan imparatorluğu, o şanlı devlet Osmanlı, artık uçurumun kenarına iyice yaklaşmıştı. Ordudaki düzensizlikler, kargaşalar hezimetin en büyük nedeni olmuştu belki de. Selanik’i müdafaa için görevlendirilen Hasan Tahsin Paşa, tek kurşun bile atmadan teslim etmişti şehri. Balkanlar elden çıkıyordu bir bir. Yunanlar teslim şartlarına uymamış, katliamlarının önü arkası kesilmemişti.
“Selanik bir insan mezbahasına benzemeye başladı. Teslimin ikinci gününden itibaren başlayan zulüm ve vahşetin sonu gelmeyecek…” (s.28)
Bir tarafta Hasan Tahsin Paşa gibi komutanlar varken bir tarafta da bir vatan evladı vardı ki Yunanlara korku salmış, vatanını son nefesine kadar müdafaa etmişti: Bekir Fikri Bey!
Vraşnolu Bekir Fikri, Hisar Mahallesi’ndeki mübadillerin akrabasıydı. Harp Okulu’dan 1903’te mezun olmuş, Yemen görevinden sonra 1907’de memleketi Grebene’ye görevlendirilmişti. Görevlendirildiği ilk günden itibaren Yunan çeteleriyle mücadeleye başlamıştı. Memleketini çok seven, zeki, başarılı, Türk milliyetçisi bir subaydı.
“Bekir Fikri, gerilla harbini çok iyi biliyor, uyguluyor ve seviyordu. Osmanlı hükümeti onu Edirne’ye tayin ettiğinde ‘Gerilla olup Grebene’den gitmeyeceğim.’ diye isyan etti. Memleketi Grebene’yi ona tapacak kadar seviyordu.” (s.31)
Bekir Fikri Bey, fedaileriyle birlikte Yunan çetelerine karşı sivil kıyafetle, gerilla taktikleriyle mücadele ediyordu. Ne zaman ve nereden çıkacağı belli olmuyor, bu yüzden çetecilere büyük korku veriyordu.
“Yunan çetelerinde, kendisinin görünmez olduğu, şeytan gibi hareket ettiği, kurşun işlemediği, acımasız ve hunhar olduğu, devletine zarar verecek fikirler taşıyan Türkleri ve hatta akrabalarını öldürdüğü yönünde türlü dedikodular dolaşmaya başladı.
Yunan çete mensupları, Bekir Ağa lakabıyla isimlendirildiği Bekir Bey’den o kadar çok korkup çekiniyordu ki gece karanlığında ilerlerken bir hayvan sesi dahi duysalar ‘Bekir Ağa geldi!’ Diyerek orayı hızla terk ediyorlardı.” (s.32)
Bekir Fikri Bey köylerde Türkçe eğitim veren okullar açıyor, artan Yunan zulmüne karşı halkını her daim koruyordu.
“Bölgedeki Müslüman halkın nazarında Bekir Bey, kendilerini çete reislerinin baskı ve eziyetlerinden kurtaran bir kahraman ve dâhî bir vatan evladıydı.”(s.34)
Gittikçe yaklaşan Balkan Harbi’ni görüyor, halkı olası savaşa karşı bilinçlendiriyor ve hatta silahlandırıyordu.
Kitapta gördüğümüz en acı verici durumlardan birisi de şüphesiz bu durumların akabinde gerçekleşen cami katliamıdır.
10 Kasım 1912. Balkan Savaşı büyük hezimetlerle devam ediyordu. 2 gün önce Selanik’in tek bir kurşun bile atılmadan teslim edilmesi savaşın sonucunu göstermişti belki de. Yunan çeteleri katliamlara devam ediyordu. Kastro’da tarihin en büyük zulümlerinden birisi yaşanacaktı. Yunan çete liderlerinden Ziko, köy ahalisini camiye toplamış, köylülerin elinde kalan son paraları dahi istemişti. Köyüler ise “Siz o paralarla mermi alacaksınız ve dindaşlarımızı öldüreceksiniz, bizim size verecek tek kuruşumuz yoktur.” Deyince, Ziko çetecilerine emrini verdi: “Bunları anam mı doğurdu ki acıyacağız? Öldürün!” Emir ile ateş başladı. Çeteciler sivil halkın üzerine mermi yağdırıyordu. Sesleri duyan diğer köylülerin de gelmesiyle adeta bir kıyamet kopuyordu. O gün kayıtlara 72 kişinin öldürüldüğü girmişti. Fakat vefat sayısı 100’ü geçiyordu. Hava soğuk ve yağmurluydu. Kiminin babası, kiminin çocukları, kiminin kardeşleri öldürülmüştü. Onların bir mezar kazacak güçleri bile kalmamıştı. Evet, yüzlerce yıllık vatanlarında acımasızca katledilen sivil Rumeli Türkleri ve onları defin bile edemeyen aileleri…
O gün yaşanan katliamın en büyük nedeni belki de Bekir Ağa’nın çetecilere verdiği korkuydu. Bekir Bey’e her zaman destek çıkan, onu hiçbir zaman arkasından vurmamış olan köylülere bir ceza vermeleri gerekiyordu çetecilerin…
“Bu çeteler yol boyu yaptıkları vahşetlerin hayalinde daima Bekir Ağa’yı görmekteydiler.” (s.65)
Bu katliamı bizzat yaşayanlar anlatıyordu. Zaten yaşamayan böyle bir vahşeti hayal bile edemezlerdi. Katledilen insanlara mezar bile yapılmamış, ölenler cami yakınındaki kireç kuyusuna atılmıştı. Vahşet bununla sınırlı kalmamıştı tabi…
“Bir gün der, bir gün! O zaman silahları da olacak, topları, tankları da olacak… O zaman Türkiye olacak arkalarında… Bir gün!”
Balkan Harbi bitmiş, Osmanlı 500 yıllık Rumeli topraklarını yitirmişti. Çok geçmeden patlak veren Birinci Cihan Harbi’nde de mağlup olan Osmanlı’nın karşısında önce Balkanlarda sonra da Cihan Harbi’nde kazanan tarafta yer alan Yunan devleti vardı. Osmanlı Birinci Cihan Harbi’nden mağlup ayrılmıştı. Önceden üç kıtaya hükmeden devlet, Sevr Antlaşması ile Anadolu’da küçük bir yere hapsedilmişti. Fakat bu bir son değil, yeni bir başlangıcının habercisiydi.
“Uçurum kenarında yıkık bir ülke. Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar… Yıllarca süren savaş…”
Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıkmış, oradan Anadolu’ya gelerek işgallere karşı halkı örgütlemiş, yeni tam bağımsız bir ülkenin temellerini atıyordu. Bir avuç Türk, dünyaya meydan okumuştu. Millî Mücadele kazanılmış, düşman yurttan kovulmuştu. Lozan Antlaşması ile Türkiye sınırları çiziliyor, Yunanistan’da yaşayan Türkler için yeni bir dönem başlıyordu…
Mübadele
Buraya kadar mübadil büyüklerimizin vatan bildikleri yurtlarında neler yaşadıklarını, ne acılar çektiklerini göremesek de görmeye, hissetmeye çalıştık.
Savaş bitse de onların mücadelesi bitmemişti. Yunan hükûmetinin Türklere baskıları gittikçe artıyordu. Savaşın kaybedilmesinin ardından Anadolu’da yaşayan Rumlar kendi imkânlarıyla Balkanlara göç etmiş ve Yunan hükûmeti bu insanları Türk evlerine yerleştirmişti. Zaten büyük acılar çeken, anneleri, babaları, kardeşleri gözlerinin önünde katledilen Türkler bir de evlerini hiç tanımadıkları insanlara açmak zorunda kalmışlardı.
Anadolu’dan gelen Rumların Türk evlerine yerleştirilmesi kasıtlı bir durumdu. Yunan hükûmeti, Türklerin evlerine gelen Rumlara ev sahibi muamelesi yapmasını istiyordu. Türkler aslında misafirperver bir millettir, evlerine gelenlere saygıda kusur etmez ama bu farklı bir durumdur. Yunan hükûmeti nazarında orası artık Yunan toprağıdır ve Yunanlar her fırsatta Türklerin oraya ait olmadıklarını iddia ederek baskılarını arttırarak devam ettirir.
“Türkler daha mübadele kararı alınmadığı için Balkanlardaki topraklarını, evlerini bırakmayarak bekleyiş içindelerdi. Ancak Anadolu’dan kopup gelen Rumların Yunan devletinin baskısıyla kendi evlerine yerleştirilmesi bir şeylerin başlangıcıydı. Türk aile kendi evinde bir odaya hapsedilirken Rum aile evin tamamında söz sahibi olacak duruma gelmişti.” (s.89)
Türkler yüzyıllardır üstünde yaşadıkları, uğrunda kan döktükleri, vahşet yaşadıkları toprakları bırakmak istemiyorlardı. Fakat o dönem üç milyon nüfusu olan Yunanistan, gelen bir milyondan fazla insanın yerleştirilmesi konusunda yetersiz kalıyor, bunun çaresi olarak Türkleri oradan çıkarmayı gerekli görüyordu.
Sonunda karar verilmiş, 30 Ocak 1923 tarihinde Lozan Antlaşması’na ek olarak mübadele sözleşmesi imzalanmıştı.
Rumeli Türklerine yeni bir yolculuk yeni bir mücadele görünmüştü, bırakacaklardı vatanlarını… Aralarında Anadolu’dan iskân ile gönderilenler de vardı, Blagay Tekkesi’ne katılıp sonradan Müslümanlaşanlar da… Ama çok benziyorlardı birbirlerine, Türk’tü hepsi. Dini, dili, vatanı Türk’ündü.
“Türkiye’de yaşayan Rum Ortodokslar ile Yunanistan’da yaşayan Rum Müslümanlar yer değiştirecekti. ‘Mübadele’ deniyordu bu duruma. Ancak mübadele isteğe bağlı değildi. Mecburiydi. Savaştan bıkan iki taraftaki insanlar bu kez yollara düşecekti” (s.90)
Mübadele sürecinin doğru yönetilmesi için 13 Ekim 1913’te Mübadele, İmar ve İskân Vekâleti (Bakanlığı) kuruldu. Bakanlığın önünde çok büyük sorunlar vardı. Gelen yüz binlerce insanın nasıl ve nerelere yerleştirileceği çok önemli bir sorundu. Gelen mübadillerin geldikleri yerlerde ne işle uğraştıkları, nasıl vilayetlerde yaşadıkları göz önünde bulundurularak listeler tamamlandı.
Bakanlığın kararına göre, kitabımızda hayatlarını dinleyeceğimiz, Grebene’den gelen mübadil atalarımız, Malatya ve çevresine yerleştirilecekti.
Yolculuk Başlıyor
Mübadele kararı kısa sürede tüm köye yayılmıştı. Uzun zamandır Türkiye’den gelecek haberi bekleyenler hem sevinç hem de hüzün içindeydiler. Seviniyorlardı çünkü Türkiye’ye gideceklerdi. Her an ölüm korkusuyla yaşıyorlardı, bu korku bitecekti. Artık soydaşlarıyla beraber yaşayacaklar, artık zulüm görmeyeceklerdi. Hüzünlüydüler çünkü beş asırlık hikâye bitiyordu. Hayata gözlerini orada açmışlardı. Ataları orada gözlerini yummuştu hayata. Evleri de oradaydı, mezarları da…
Mübadele kaçınılmazdı ama ayrılık zordu. Hem de çok zor.
Türkiye, seferber oluyordu onlar için. Malları tespit edilmişti, hakları Türkiye’de verilecekti. Hem belki de çok güzel bir hayat bekliyordu onları. Özgür yaşayacakları, gece olunca kapılarını kilitlemek zorunda kalmayacakları ve çocuklarını kefene değil; çiçekli, renkli elbiselerle saracakları bir hayat…
Yolculuk günü gelmişti…
“Evlerden çıktılar, son kez. Dönüp baktılar evlerine, pencerelerine, daha dün suladıkları çiçeklerine, her gün eşiğinde oturdukları kapıya…” (s.101)
Götürecekleri şeyler sınırlıydı ama alabildikleri kadar eşya almışlardı, öz vatanlarından yadigâr. Vedalaştılar komşularıyla, evleriyle, camileriyle… Vedanın en zor olacağı yere gelmişti sıra: mezarlıklar. En zor veda orada olacaktı. Ben gidiyorum diyeceklerdi, hiç görmedikleri büyük dedelerine… Ben gidiyorum diyeceklerdi, kardeşlerine… Ben gidiyorum diyeceklerdi, daha ak sütten kesilmeden al kana boyanmış evlatlarına… Kolay mıydı onları bırakmak orada?
1 Mart 1924 günü herkes ağlayarak ayrıldı köyünden. Kimisi hayvanlarla kimisi de yürüyerek dört gün gittiler, Kareferya (Veria) şehrinden trenlerle Selanik’e gittiler ve nihayet oradan vapurlara bindiler.
“Gemi mürettebatı son hazırlıklarını tamamladı. Artık vaktiydi… Yolculuk başlamıştı. Ağır ağır ayrılıyordu gemiler limandan. Bizim dedikleri topraklardan başka bir ülkeye gidiyorlardı. Belki de “Vatanlarını yüreklerinde taşıyorlardı.” (s.122)
Vapurda da onları ölüm rahat bırakmıyor, salgın hastalıklar kendini gösteriyordu. Vapurda kesin kural vardı: Ölenler denize atılacak! Çok ağır bir şeydi bu. En azından mezarları olur umuduyla yola çıkan mübadillerin bu umudu da kırılacaktı.
Vapur İzmir’e geldi, bir süre karantinada kaldılar, sonra dağıtımları başladı. Aslında Vraşno ve Kastro köylüleri Malatya çevresine gönderilecekti fakat Vraşno köyünden olup paşalık rütbesine kadar ulaşmış Süleyman Paşa’nın İzmir’de bulunmasıyla bir kez daha çizildi kaderleri. Vraşnolu Süleyman Paşa kararı değiştirdi ve mübadilleri Grebene iklimine daha uygun gördüğü Honaz’a gönderdi.
Yeni Bir Hayat
Yeni yurtları olacak Honaz’a vardılar. Millî Mücadele’nin akabinde Rumlar gittikten sonra eşkıya, haydut, hırsız evlere musallat olmuş, değerli gördükleri eşyalardan ne varsa almıştı. Çoğu ev kullanılamaz vaziyetteydi o yüzden mübadiller, bir süre sonra camiye çevirecekleri kilisede kaldılar.
“Şimdi hiç bilmedikleri topraklarda, hiç bilmedikleri evlerde yaşayacaklardı. Korkuyorlardı başlarına kötü bir şey gelmesinden. 1900’lerin başından bu yana başlarını yastığa huzurla koydukları kaç gün vardı ki zaten!” (s.137)
Zaman geçti, kurdular evlerini, toparladılar hayatlarını. Köyün erkekleri dışarıda çalıştı uzun süre. Bahçıvanlık öğrendiler, bahçeler kurdular, fırınlar açtılar, ekmeklerini yaptılar Grebene’den getirdikleri mayalarla…
Mal dağıtımı bekledikleri gibi yapılmamış, herkese eşit mal dağıtılmıştı. Grebene’de mal, mülk, çiftlik sahibi olanlar haklarını alamamıştı.
Yerli halk dışlıyordu onları. Aralarında büyük farklar vardı. Yıllarca aralarında evlilik olmadı. Yunanistan’da “Türk tohumu” diye adlandırılırken Türkiye’de de “Yunan gâvuru” deniyordu onlara ve onların çok zoruna gidiyordu.
“Türk’üz biz Türk! Devletimiz istemiş gitmişiz. Sınır boylarında Türklüğümüzü, Müslümanlığımızı yaşayıp yaşatmışız. Devletimiz istemiş vatan topraklarına dönmüşüz. Biraz anlayın bizi, biraz!” (s.140)
En büyük sorunlardan birisi de dil meselesiydi. Yıllarca Rumlarla yaşamış Türklerin çoğu Türkçe bilmiyordu. Bazı öğretmenler çocuklara destek olsa da bazıları hiç oralı olmuyor Türkçe öğrenmek isteyen çocukları dışlıyordu.
Yıllar geçti, vatan bildiler yeni topraklarını. Öğrendiler Türkçeyi, alıştılar Türkiye’ye. Ama hiç unutmadılar Kastro’yu, Vraşno’yu. Son nefeslerine kadar oraları sayıkladılar. Her gün köylerini, camilerini, evlerini anlattılar evlatlarına. Ve çoğu köylerinin hasretiyle oraları son bir kez daha görme umuduyla kapadılar gözlerini…
Türkistan’dan Anadolu’ya sonra Rumeli’ye giden yolculuk Anadolu’da, Denizli’de son buluyordu.
Bir fırtına tutmuştu onları ve deryaya karmıştı. Bütün kavuşmaları ise artık mahşere kalmıştı…
Ruhları şad olsun…
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.