“Tekrar mûlâki oluruz bezm-i ezelde,
Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler.”
-Süleyman Erguner
Mûsikîşinas, sözlüklerde müziği bilen kimse diye tanımlanmıştır. Ancak musikişinaslık, sadece müziği bilmekle, birkaç şarkı okumakla olunmaz. Öncelikle mûsikîşinasın milletinin kültürünü, geleneklerini çok iyi biliyor olması ve bunlara bağlı kalarak yaşayabilmesi gerekir. Milletinin duygu ve hislerini mûsikî yoluyla ifade etmelidir. Bütün mûsîkî formlarını da bilip eser verebiliyor olması gerekir. O kişi, mûsikîyi, milletinin kültürüyle harmanlayıp gelecek nesillere bir kültür mirası olarak aktarabiliyorsa mûsikîşinaslığın hakkını verebiliyordur. Burada anlatmaya gayret edeceğimiz insanlar ömürlerini Türk müziğine adamış, Türk müziğinde çığır açmış şahsiyetlerdir. Hatta mûsikîmize, Türk mûsikîsi denilmesi de onların sayesindedir.
Günümüzde müzikle uğraşan insanların çoğu bu tarifin aksine Türk müziğini büyük kitlelerin itibar ettiği, nefse dayanan, kötü amaçlar için kullanılan piyasa müziği haline getirmiştir. Ama burada anmaya vesile olacağımız insanlar Türk müziğini bir ilim, bir sanat, bir kültür mirası olarak görmüşlerdir. Hayatları boyunca Türk müziğini bu şekilde anlamış ve bu kültür mirasını kendilerinden sonra gelen nesillere aktarıp gitmişlerdir.
Mûsikîşinaslar, Meragi’den başlayıp Hafız Pos’tla devam eden; Dedelerle, Itrîlerle ilerleyen mûsikî kültürümüzün temsilcisiydiler. Onlar kendilerinden önce silsile halinde aktarılan kültür mirasını olduğu gibi almış, korumuş, geliştirmiş ve gelecek nesillere aktarmak için mücadele etmişlerdir. Mücadelelerini bilgileriyle, birikimleriyle sabrederek vermişlerdir. Onlar Türk mûsikîsini tüm dünyaya tanıtmış, dinletmiş ve sevdirmişlerdir. Ömürlerini Türk müziğini müdafaa ederek sürdürmüşlerdir. Bugün olduğu gibi kendi dönemlerinde de çeşitli bataklıklara düşürmekten kurtarmışlardır. Bunların karşılığında ne şöhret ne para ne de menfaat beklemişlerdir. Sadece Allah’ın rızasını kazanma gayesiyle gerçek mûsikîyi anlatmak, öğretmek ve aktarmak istemişlerdir. Onların emanetini bıraktıkları yerden, bıraktıkları gibi almak duasıyla…
Hüseyin Sâdeddin Arel
“Büyük bir Türk bestekârı ve mûsikî bilginidir. Türk mûsikîsini hemen hemen yok olmaktan kurtaran adamdır. Bu sanata ‘Türk mûsikîsi’ diyen bile odur. Zira onun bu isimlendirmesinden önce bir millî ses san‘atımızın adı sadece ‘mûsikî’ idi, sonra Muzikay-i Hümâyun’un Batı mûsikîsi ile uğraşan Türk müzisyenlerince adı ‘alaturka’ya çevrilmişti. Arel ve arkadaşları olmasaydı bugün Türk mûsikîsi sadece gazinolarda çalınıp okunan; eksotik, etnolojik bir ilkel kavim san’atı olarak meraklı müzikologlarca incelenecek, tarihe karışmış bir kültür unsuru şeklinde telakki edilecekti.”
-Yılmaz Öztuna
Arel(1880-1955) Osmanlı’nın son döneminde, Tanzimat Dönemi’nde, yaşamıştır. O dönem Türk mûsikîsi arka planda kalmış, saraydan mutlak mânâsıyla kovulmamışsa da dergâhlara ve Mevlevihanelere sığınmıştır. Zaten 16. yüzyılın başından 20. yüzyılın sonlarına doğru Türk mûsikîsi üzerine önemli hiçbir ilmî eser yazılmamıştır. O dönemlerde mûsikî tamamen semaî (kulaktan öğrenilen), ilmî olmayan bir sanat haline gelmiştir. Sâdeddin Arel’in mücadelesi de tam olarak burada başlamıştır.
Batı müziğinin iki makamına karşılık Türk mûsikîsi; sayısız ve renkli makama sahip, insanın duygularını anlatmaya çok müsait bir sistemdi. Ancak buna rağmen Batı müziği, Türk mûsikîsinden daha çok tercih ediliyordu.
Arel’in hedefi, nota kullanmayan, metodsuz saz öğrenen icracılar döneminin kapanmasıdır. Bunun yerine kulağı Türk seslerine yatkın, Batı müziği ile yabancılaşmamış yetenekli gençlerin hem Türk hem de Batı müziğini öğrenerek yetişmesiydi. Bu da gençlerin alacağı -ilmî ve bediî bir şekilde verilen Türk mûsikîsi eğitimi başta olmak üzere- verilecek millî bir eğitimle gerçekleşecekti. Sâdeddin Arel bütün ömrü boyunca millî mûsikî eğitimi için mücadele etmiştir.
Bu dönemlerde Türk musîkîsinin yok olmaya doğru gittiğini genç yaştaki üç Mevlevî şeyhi fark etmiş ve çözüm üretmeye çalışmışlardır. Bu gençlerden biri Sâdeddin Arel’dir. Bulduğu metodlarla Türk müziğini ciddi manada yok olmaktan kurtarmıştır. Arel’in hedefi çok sesliliktir. Bazı çok sesli Batı enstrümanlarının Türk mûsikî sisteminde perdelerle düzenlenerek kullanılmaması ve Türk mûsikîsini çok seslilikten mahrum oluşu onu düşündüren hususlardandır. Bu anlamda en büyük değişikliği klasik kemençede yapmıştır. Batıda çok kullanılan çok sesli keman ailesine karşılık Türk çalgısı olan klasik kemençe beşlemesini bulmuştur. Bilindiği gibi kemençe, Türk mûsikîsinin üç mühim sazından biridir ve üç tellidir. Arel bunu dört telliye çıkararak kemanın dört teline uyarlamıştır. Yani keman ailesinden çıkan tüm sesleri kemençeden çıkabilecek hale getirmiştir. Verdiği parlak ve tınısından vazgeçilemeyen ses, heyecan vericidir.
Arel, Darülelhan’da yıllarca Türk mûsikîsini okutmuştur. Bu müessesenin Türk mûsikîsi kısmı kapandıktan sonra millî mûsikî, okulsuz kalmıştır. Sonraki yıllarda bu konudaki ihtiyaç ivedi bir şekilde ortaya çıkınca Arel, 63 yaşında Türk mûsikîsinin canlandırılması görevini üzerine almıştır. İstanbul Şehir Umumi Meclisince, İstanbul Konservatuvarı Batı Mûsikisi bölümünün düzeltilmesi ve 1926’da kapanan Türk Mûsikîsi bölümünün yeniden açılması için büyük yetkilerle İlmî Kurul Reisliğine getirilmiştir.
İstanbul Devlet Konservatuvarında hem Batı müziğinin ıslahı hem de Türk mûsikî bölümünün kurulmasını öncülük etmek gibi iki görevi bir arada beş yıl boyunca yapmıştır. Bu beş yıl boyunca sayısız gence eğitim vermiştir. Bu eğitimde gençler ilk defa modern bir şekilde nazariyat, armoni, mûsikî tarihi öğrenmişlerdir. Böylece kaybolmakta olan Türk mûsikîsine cankurtaran simidi atılmıştır.
Arel’in hedefi, mûsikîmizi yeni yetişen, yüksek seviyede eğitim gören gençlere teslim etmektir. Ama Türk mûsikîsi, dedelerden kalma eski usûllerle öğretilmesine karşı koyan insanların ve piyasacıların elindedir. Oysa yüksek eğitim; dedelerden kalma, eski usûllerle alınan eğitimden beslenmezse muvaffak olamayacaktır. Bu yüzden Devlet Konservatuvarından istifa etmiştir.
O dönemde Türk mûsikîsini sevmeyen ve Batı müziğinin etkisinde olan Cumhurbaşkanı İnönü’nün tesirinde kalmış bir Millî (?) Eğitim Bakanı mevcuttu. İsmini çok farklı yerlerden de bildiğimiz, dönemin Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e yöneltilen çok şiddetli tenkit, itiraz ve talebe rağmen İstanbul Devlet Konservatuvarında Türk mûsikîsi bölümü açılmadı. Bu sebeplerden ötürü Arel, burada ders vermekten vazgeçip öğrencileriyle beraber evinde ders vermeye ve yayın organları aracılığıyla eğitim yapmaya başlamıştır. Birçok öğrenci yetiştirmiş, hiçbirinden ücret ve hediye kabul etmemiş, bir beklentisi olmamıştır. Tek gâyesi Türk kültürüne hizmet etmektir. Bu dünyaya veda edene kadar eğitim vermeye devam etmiştir. Verdiği konferanslarla ve yazdığı yazılarla sürekli mûsikî kültürünü devam ettirmeye gayret etmiştir. Bu satırlara sığdıramayacağımız kadar büyük çalışmalar yapmıştır. Çok varlıklı olmamasına rağmen bu çalışmalar için büyük servetler harcamıştır. Yılmadan gösterdiği bu mücadelesi Türk mûsikîsinin düşmanlarını ve ilim olarak öğretilmesini istemeyen insanları sürekli tedirgin etmiştir. Bu insanlar Arel’in önüne her türlü engeli çıkarmışlardır.
Bugün bu zorluklar ortadan kalkmıştır. En azından yüksekokul bahsinde kimse Türk mûsikîsinin çağdaş eğitimine itiraz etmemekte ya da edememektedir. Lakin o dönemde millî mûsikî eğitimi büyük sorundu. Birçok kitapları, eserleri yayınlanma imkânından mahrum kalmış ve ne yazık ki kütüphanesi yok edilmiştir. Kütüphanesinin gördüğü zarardan çok az sayıda beste kurtulmuş ve günümüze ulaşabilmiştir.
Muhtemelen Arel, Türk milletinin yetiştirdiği en büyük mûsikîşinastır. Bugün Türk mûsikî eğitiminin birçok kısmında onun emeği vardır. Batı’da da kullanılan birçok müzik teriminin mucidi Arel’dir. O dönemin mûsikî eğitimi hakkında ortaya attığı çözümler, bugün için hâlâ çözüm olarak kullanılabilir düzeydedir. Türk mûsikî tarihine adı silinmeyecek harflerle yazılmıştır. Hocalarından Türk mûsikî geleneğini miras olarak almış, yaşatmış ve öğrencilerine öyle bırakmıştır. Türk mûsikîsini bir bütün olarak görmüş ve müdafaası için ömrünü harcamıştır.
Bekir Sıdkı Sezgin
Ya Bekir Sıdkı Sezgin… Türk mûsikî tarihine adı altın kaplama harflerle kazınan Bekir Sıdkı Sezgin, bütün ömrünü mûsikîye vakfetmiştir. Belki de onu anlatmaya kelimeler yetmeyecektir. Henüz ilkokula başlarken bütün makamları tanımış, en az altı makamda dinî ve dinî olmayan birçok eser icrâ etmiş, dokuz yaşına geldiğinde ise hâfız ve mûsikîşinas mertebesine ulaşmıştır.
İlk mûsikî bilgisini kendi ifadeleriyle “sebeb-i hayatım, hocam, velinimetim” dediği “olgun, dolgun ve muktedir bir şahsiyet” olan babasından almıştır. Babası Hâfız Hüseyin Efendi onu çok büyük bir titizlikle yetiştirmiş, döneminin en iyi icrâcılarından, hocalarından ders almasına vesile olmuştur. Bekir Sıdkı Sezgin’in şahsiyetinin ve sanatçı kimliğinin oluşumunda emeği çoktur.
Ortaokul yıllarına geldiğinde, Millî Eğitim müfredatında Türk mûsikîsine yer verilmemektedir. Bu nedenle Fransız aksanından ders almaktadır. Kendisi o yıllarda birinci derecede bir mevlithan, hâfız ve mûsikîşinas olmasına rağmen derste sorulan Çaykovski’nin doğum ve ölüm tarihini bilmediğinden müzik dersinden kalmıştır. Türk müziğinin savunmasına o yıllarda başlamıştır.
“Mûsiki bir nimettir, hüsn-i isti’mal (iyi ve güzel kullanma) gerektir.”
Mûsikîyi, diğer yaratılmışlar gibi Allah’ın insanlara gönderdiği bir nimet olarak kabul eder ve her nimet gibi kullanılıp israf edilmemesi, kötü yollarda kullanılmaması gerektiğini belirtir. Mûsikîyi Allah’ı tanımak ve anlamak için bir araç olarak görmüştür. Mûsikî ile gönlün olgunlaşabileceğini ve kâmil insan mertebesine erişebilmekte en sadık yardımcı olacağını ifade eder.
Bekir Sıdkı Sezgin sanatın ve kültürün milletler için çok önemli olduğunu vurgular. Her milletin varlığını kendisi olarak sürdürebilmesi için millî bir eğitimin şart olduğunu düşünür. Türk milletinin kalkınması için bir eğitim seferberliğinin şart olduğuna inanır ve “Sanat ve Kültürde Kök” dergisini çıkartır. Derginin 22 sayısında da ilmek ilmek sanat işler, bir yandan da eğitimin bir türlü çözülemeyen sorunlarına da dikkat çeker. Bu sorunların ciddiyetini anlatır ve eğer çözülemezse gençlerin yeteneklerinin yok olmasına sebep olacağını ifade eder.
Bekir Sıdkı Hoca, kültür tarihimizin, mûsikî medeniyetimizin önemli bir köprü görevini üstlenmiştir. Kendinden öncekileri, Dedeleri, Itrîleri, Hacı Arif Beyleri kısacası Türk mûsikî geleneğini genç nesillere aktarmak için mücadele vermiştir. Sürekli yazılarında ve konferanslarında gençlere hitaben, mûsikînin kültür ve medeniyet için ne kadar önemli olduğunu anlatmış; öğrenmek, dinlemek ve yeni nesillere aktarmak mecburiyetinde olduğumuzu dile getirmiştir. Kendi kültürümüze ve benliğimize sahip çıkmış, Batı’dan da sadece teknik ve fenni bilgi alarak mûsikîmizin muvaffak olabileceğini anlatmıştır.
Bütün bu meziyetlerini şekillendiren şahsiyeti de dikkate şayandır. “Kısaca söylemek gerekirse hayatımı yalnız mûsikîye vakfettim. Şu gerçeği de önemle belirtmek isterim ki küçük yaşımda başlayıp bugüne kadar hayatını yalnız mûsikîye vakfetmiş olan ben, henüz hiçbir şey öğrenmediğimin farkındayım.” Diyecek kadar mütevazıdır. Türk mûsikîsini yücelten ve o şekilde yaşayan güzel ahlâklı, edepli bir sanatkârdır.
Bekir Sıdkı Sezgin bizim mûsikîmizin nasıl icra edilmesi gerektiği konusunda bir örnek olmuştur. Onun sadece ses kayıtlarıyla bile eğitim yapılır. O popüler kültür etkisinden kurtarmamız gereken nesillerimize bütün yönleriyle fark ettirmemiz gereken çok önemli bir Türk mûsikîşinasıdır. O sadece musikişinaslığıyla değil tüm vasıflarıyla örnek olmuştur. Türk milletinin gerçek sanatçı yetiştirebileceğinin ispatıdır. Bekir Sıdkı Hoca’nın mûsikî bilgisini, şahsiyetini, mücadelesini cümlelere sığdırmak zordur. Kendi deyimiyle “Hep Türk mûsikîsinin bekçisi olmuştur.” Sanatçı olmanın hakkını vermiştir. Sanatını en iyi şekilde icra etmiş, popülerlikten, şatafattan hep kaçmıştır. Onun için mücadelesini Allah’ın bilmesi yeterlidir. Bu kadar büyük bir insan, maalesef öldüğünde ne bir tören ne de hak ettiği bir saygıyla uğurlanmıştır. Yaşarken kıymeti bilinmeyen musikişinaslarımızdandır. Vefatı sadece basit bir haberle duyurulmuştur. Bizim yapmamız gereken onun bize miras bıraktığı mûsikîyi yaşatıp gelecek nesillere aktarmaktır. Onun mücadelesi Türk milleti var olduğu sürece devam edecektir… Ruhu şad olsun.
“Okurken adeta yaşadığımız boyutun daha ötesine geçerek oralardan birtakım seslerin geldiğini hissediyorum. Bir yaprağın kıpırdayışında bir telin ihtizazında eğer siz tevhidi duymuyorsanız o zaman okuduğunuz eserde de hiçbir şey duyamazsınız. Ben bunları duyarak, o âleme geçerek okumaya çalışıyorum, okuyorum. İşte o tesir oradan geliyor.”
-Bekir Sıdkı Sezgin
Alâeddin Yavaşça
“Alâeddin geldi… Alâeddin geldi…”
Yıllarını ve ömrünü her yönüyle Türk mûsikîsine adamış en büyük mûsikîşinaslardandır. Bugüne kadar radyolarda okunann klasik Türk mûsikîsini hakkıyla icrâ eden sayılı isimlerdendir Dr. Alâeddin Yavaşça. Türk müziği geleneğinin gelmiş geçmiş en kilit şahsiyetlerinden birisidir. Son yüzyılın meşk zincirinin son temsilcisidir bu sebeple ona “meşk zincirinin son halkası” denilmektedir. Meşk, usta çırak metoduyla öğrenilen, ustadan çırağa geçen üslûp, tavır, edep ve mûsikî eğitimini ifade eder. Meşk zinciri, Tamburî İsak Efendi (1744-1814)’den başlayıp Alâeddin Yavaşça’da son bulmuştur . Bu sebeple o meşk zincirinin son halkasıdır.
Kırım Türklerinden olan Alâeddin Yavaşça çok küçük yaşlarından itibaren insanların acı çekmesine çok üzülmüş ve onlara derman olmayı çok istemiştir. Bu sebeple tıp fakültesini birincilikle kazanmış ve genç yaşında herkesin gıptayla baktığı bir doktor olmuştur. Hekimlik mesleğini de mûsikîyi ihmâl etmeden çok severek icra etmiştir. 39 yıllık çok başarılı bir hekimlik hayatı sonunda, üniversite hocalarından Prof. Remzi Kazancı’nın önünde şarkı söyleyince hocasının, “Senin hekimliğinin inkişafının yanında mûsikî istilâdının da körelmemesi, himaye edilmesi lazım.” Demesiyle hayatının tamamını müziğe çevirmiştir.
Yavaşça, süt çocukluğu devresinde durmadan ağlarmış, babası da ağlama sesini artık duymamak için pikabın içerisine Tamburî Cemil Bey’in plaklarını koyar ve açarmış. Küçük Alâeddin bunu duyar duymaz sakinleşir, ağlamayı bırakırmış. Taksim müddetince hiç ağlamaz, sanki anlıyor da dinliyormuş gibi suskunluğa bürünürmüş. Plak bitince tekrar ağlarmış. Bu sebepten Küçük Alâeddin her ağlamaya başlandığında evde mûsikî açılırmış.
Mûsikî aşkı daha o yıllarda başlayan Yavaşça, Kilis’te doğmuştur ve Güneydoğu âdetleriyle büyümüştür. Dedelerin silsilesini devam ettirmiş, dönemin en kaliteli hocalarından üslûp ve tavır almış; Türk kültürüne, Türk mûsikî geleneklerine sıkıca bağlanmıştır. Türk mûsikîsinin karşı karşıya olduğu tehlikeyi zamanında fark etmiş, kapitalistleşmenin müzik üzerindeki baskısına direnerek klasik geleneği devam ettirmenin yollarını bulmaya çalışmıştır. Popülerlik uğruna sanatından asla taviz vermediği gibi kabuğuna da çekilmemiştir. Meşk zincirinin son halkası olduğunun bilincinde olup klasik geleneği muhafaza etmiş ve yenilikçi bir misyon yüklenmiştir.
Maddi olarak en sıkıntılı günlerini yaşadığı, muayenehane açmak için yüklü miktarda meslek kredisi çektiği günlerde bu sıkıntılardan haberdar olan bir arkadaşının babasının gazinoları haberdar olmuştur. Gazino sahibinin oğlu, para sıkıntısı olduğunu bildiğinden Alâeddin Yavaşça’ya sahneye çıkma teklifinde bulunmuştur. Bir yıl boyunca sahneye çıkması karşılığında yüklü miktarda para alacağı, apartman, araba vs. verileceği, her istediğinin yapılacağı söylenmiştir. Bunu duyan Alâeddin Yavaşça hiç düşünmeden “Hayır” demiştir. Yakınlarından kabul etmesine dair ısrar alınca bu teklifi, “Türk müziğinin sarhoş masallardan meze yapılması rezilliğine ortak olamam. Ben sanatı ibadet anlayışı içerisinde yapan birisiyim. Piyasa sanatını, gerçek sanatımı karıştıramam.” Diyerek reddetmiştir. O sanatından, davasından asla taviz vermemiştir. Türk mûsîkisini bir miras olarak görmüştür.
Klasik Türk mûsikîsinin çok büyük bestecilerinden biri olan Sadeddin Kaynak onunla tanıştığında kendisi için: “Cenâb-ı Hak, Alâeddin Yavaşça’nın gırtlağına sanki bir mikrofon yerleştirmiş; böyle bir ses ve tavır şimdiye kadar hiç gelmedi.” Demiştir ve onun icrasını, yorumunu çok beğenmiştir. Kendi evinde, hiç para almadan, kendi eserlerini verip Alâeddin Yavaşça ile meşk etmiştir. Alâeddin Yavaşça, ömrünün sonlarını hasta geçiren Sadeddin Kaynak’ın daima yanında olmuştur ve onunla ilgilenmiştir. Çok acıdır ki Sadeddin Kaynak gibi bir bestekârın da hastalığının son zamanlarında ilaç alacak parası bile yoktur. Öleceğini hissettiğinde Alâddin Yavaşça’ya daha önce yayımlamadığı Acemaşiran makamındaki bir bestesini vererek ölmeden önce dinlemek istediğini söylemiştir. Yavaşça, o eseri almış ve bir öğlen vakti, neşriyatında okumuştur. Sadeddin Kaynak, eserin okunacağı günün akşama kadar onu beklemiştir. Akşam olunca Alâddin Yavaşça’nın geldiğini görüp son sözleri olarak “Alâeddin geldi” demiş, radyodan eserini dinleyip hayata gözlerini yummuştur.
O dönem bestekâr, hoca, büyük sanatçı; sanatımızın güneşi, ayı, yıldızı gibi pek çok sıfatlara sahip kişiler olmuştur. Ama kimse Alâddin Yavaşça kadar kültür birikimine sahip değildir. Kimse bu mirası onun gibi sahiplenmemiştir. O bir geleneği temsil etmiş, öze bağlı kalarak yaşamış ve kendinden sonrakilere bırakmıştır. Bu aktarım Türk mûsikî tarihi için hayatî öneme sahiptir. Onun sesinde daima huzur, sükûnet ve teslimiyet vardır. Sanki yüzünden hiç eksik olmayan tebessüm sesine yansımış da dinlerken insanın içini ısıtacak hale gelmiştir.
“Artık sormasın bahçeler yeşillikler can bulsun. Artık bu bahçelerde bülbüllere yer olsun. Artık sevenler ve sevilenlerle dolu bir dünya olsun.” O böylesine sevgiyle doludur. O Türk mûsikîsi yorumcusu ve bestekârıdır. O büyük üstad Dr. Alâeddin Yavaşça’dır.
Sonuç
İnsanlar çok büyük bir mûsikî yeteneğiyle doğmuş olabilirler. Mûsikî sanatını ve ilmini çok iyi öğrenmiş olabilirler. Sesleri de harikulade olabilir. Ancak mûsikî sanatının gerekliliği olan ahlak ve edepleri yoksa mûsikî mirasını taşıyamaz ve Allah katında hiçbir şey kazanmış olmazlar. Burada zikrettiğimiz isimlerin diğer mûsikîşinaslardan farkları budur. Onlar bu ahlak ve edepten, mûsikî ilmine gösterdikleri saygıdan Türk musikîsini mücadelesini verebilmişlerdir. Onlar Türk mûsikîsini sadece zevk kaynağı olarak görmemişlerdir. Bir kültür mirası olarak almış ve gelecek kuşaklara aktarmaya mecbur hissetmişlerdir. Bizler de buna mecburuz. Türk milletinin evlatları olarak Türkiye’ye sonradan gelen, bir tarihi bile olmayan pop, arabesk gibi türleri dinleyip daha fazla uyuşmaya hakkımız olmamalı. Bizim mûsikîmiz zamanında şifa olarak kullanılmış, hayatın bir parçası olarak görülmüştür. Bir medeniyetin temsili olmuştur. Bugün de aynı şekilde görülmesi, dinlenmesi ve aktarılması bizim sorumluluğumuzdadır.
Sadeddin Arel, “Eminim ki Türk mûsikîsi tamamı ile unutulsa bile istikbâlin Türk bestekârları bu mûsikîyi asar-ı âtika mütehassıslarının harabeleri araştırdığı gibi gömüldüğü mezardan çıkaracak ve kendi eserlerine mutlaka bu mûsikîden alınmış bir milliyet damgası vuracaktır.” Derken herhalde bugünü, bu mûsikîşinasları ve bizi kastetmektedir. Evet, onlar Türk mûsikîsine milliyet damgası vurup canlılığını devam ettirmiştir. Türk milletine ait olduğunu tüm dünyaya duyurmuşlardır. Peki, Batı mûsikîsinin ilmi var mıdır? Evet, vardır ve öğrenilmelidir de ama neden önce kendi mûsikîmizi öğrenmiyoruz? İlim derecesinde bir mûsikîmiz olmadığından mı? Hayır. Bizim mûsikîmiz var olduğu günden beri yani Türk milleti var olduğundan beri binlerce yıldır, bir medeniyet örneği olarak vardır. Var olduğu günden beri de özünden kopmayarak gelişmiştir.
Türk müziği yozlaşmadı. Bütün heybetiyle duruyor. İçinde öyle kuvvetli eserler var ki kimsenin gücü yıkmaya yetmez. Türk milleti gerileme döneminde bile çok büyük bestekârlar, sanatçılar ortaya çıkardı. Böyle bir mûsikî geleneğimiz varken mûsikîyi hor görmemiz, topluma en büyük zararı veren müzikleri dinlememiz en büyük sorunlarımızdandır. Bu topraklarda yaşıyorsak müziği sadece hobi olarak yapıyorum demeye ya da sadece dinleyiciyim deyip mûsikî kültürümüze ait olmayan şeyleri dinlemeye, sevmeye hakkımız yok bizim. Türk milleti yaşadıkça, Türk mûsikîsi ihtişamını asla kaybetmeyecek, asla unutulmayacaktır.
KAYNAKÇA
Öztuna, Yılmaz. Sadettin Arel. Kültür ve Turizm Bakanlığı (1986)
Sezgin, Hüseyin Kudsi. Bekir Sıdkı Sezgin. Ketebe Yayınları. (2020)
Paçacı, Gönül. Türk Müziği Geleneğini Yaşatanlar Bekir Sıdkı Sezgin. Boyut Sinema Boyut Yayın Grubu. 2001
Sipahi Sinan. Anma ve Armağanlar Kitap Dizisi Alâeddin Yavaşça. Kültür ve Turizm Bakanlığı. 2018
TRT Nostalji, Alâeddin Yavaşça 1.Bölüm https://www.youtube.com/watch?v=3cFhmPBKKUs&t=441s&pp=ygUcYWxhZWRkaW4geWF2YcWfw6dhIGJlbGdlc2VsaQ%3D%3D (Erişim Tarihi: 22.01.2025)
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.