Dünyada acı-tatlı didişme, sürtüşme, iyi-kötü macera, mücadele devam edip gidiyor. Türkiye çalkalanıp duruyor. Biz de araştırma, anlamaya çalışma, hatırlatma, çözüm bulma azmimizi, en azından merak etme görevimizi devam ettiriyoruz, devam ettireceğiz. Çünkü gelecek nesillere kavga gürültüyü miras bırakacak değiliz. Bilinmesi gerekenleri, çözüm ölçütlerini miras bırakacağız, bırakmalıyız. Bugün sosyalizm-toplumculukla başlayalım.
Sosyalizmin Türkçesi toplumculuktur. Türkçe deyiş ile Avrupalı deyiş arasında bir anlam ve amaç farkı yoktur. Fakat yine de her biri bir kavram ve bir ideoloji kalıbı haline gelmiş olduğundan bizler için bir algı farklılığı oluşmuştur. Birbirinin tercümesi olsa da sosyalizm kelimesi, yabancı bir kelime olmaktan çıkmış, adeta Türkçe ailesine dâhil olmuştur. Ancak oldukça kirletilmiş bir kelime olup olumsuz algı kazanmıştır. Tarihî süreç göz önüne alınırsa bunda haklılık payı da vardır. Çünkü materyalist (maddeci) bir felsefeye dayandırılmıştır. Toplumculuk ise gerek Türk geleneğinde gerek Türklerin dâhil oldukları İslam öğretilerinde mevcut bir tavırdır. Bu haliyle, kelime ve kavram fetişizmine düşmemek kaydıyla, toplumculuğumuza, Müslümanlaşmış bir sosyalizm olarak bakabiliriz. İslam’ın öğretisi daha önce olduğu için sosyalizmi, ruhu çekilmiş bir toplumculuğa yeniden bir ruh vermek gibi algılayabilir, sosyalizm veya toplumculuk diye istediğimiz kavram kalıbını kullanabilir miyiz? Burada niyet önemlidir.
Çoğu kez, İslam’ın ve Müslüman Türk’ün toplumculuğu ile maddeci felsefedeki sosyalizm anlayışını ayırt etmeksizin, iyice anlaşılır kılmaksızın yola çıkıldığından bu konuda tenkitte bulunanlar haklıdırlar. Ancak gözden uzak tutulmaması gereken hususlar vardır. İslam’ın devrimci ve toplumcu hareketi; Batı’nın sosyalist felsefe ve ideolojisinden, bu konudaki hareketlerinden öncedir. İslam’ın toplumculuğu, hedefler olarak kısa bir müddet hayata geçirilip sonra durdurulmuştur. Daha sonra kapitalizmle boğuşan, İslam’ın toplumculuğu olmamış, Batı’nın sosyalizmi olmuştur. Bu mücadelede bazı İslam ülkeleri (Mısır, Endonezya, Kuzey Afrika ülkeleri), sosyalizmi, İslam’ın toplumcu düzeni yerine koymuşlardır. Batı sosyalizminin İslam toplumculuğuna sığınması gerekirken bu ülke yöneticilerinin anlayışında tersi olmuştur. İslam’ın toplumculuğu sosyalizme sığınmıştır. “Biz Allah’a inanan komünistleriz” demişlerdir (Cemal Abdunnasır, Ahmet Sukarno). Bir mütefekkirimizin dediği gibi, “Yeşilay Cemiyeti İslam’a sığınacağı yerde, İslam Yeşilay Cemiyetine sığınmıştır” misali olmuştur. İslam’ın toplumculuğu-Batının sosyalizmi meselesi böyle olmuştur. Bu, bizi rahatsız etse de böyledir.
Kapitalizmle boğuşan sosyalizm, onunla aynı mayadan olduğu için başarılı olamamıştır. Kapitalizm de Batı’nın sosyalizmi de maddecidir. Kapitalizmin dayanağı ferdî maddecilik ve menfaatçilik, sosyalizmin dayanağı da toplumun maddî menfaatçiliğidir. İyi de bu işler, madde ve menfaatle ilgili şeyler değil midir? Doğru, maddeyi ve menfaati yalnız bırakınca bir yere varılmaz, varılmadı. Ancak bunun daha ötesinde bunlar sadece bu dünya ile sınırlı olduğu için yalnız kalmışlardır. Tıpkı bu dünyasız ukbanın da ancak hayal olması, yani yalnız bırakılması gibi. Kapitalizm de Batılı sosyalizm de Hak ve hakikatle çerçevelenmemiş, sarıp sarmalanmamıştır. İnsan gerek tek başına gerek toplum içinde yalnız bırakılmıştır. Liberal kapitalizmde ferdî menfaatçi tutum, toplumsal olana galip gelmiş, fert topluma aldırış etmemiş, onu ancak tarla misali araç olarak kullanmıştır. Kendini toplum içinde harmanlamasını, toplumun öne alınmasını, ferdin kendi kendini inkâr anlamına getirmiştir. Sosyalizm ise ferde aldırış etmemiş, bir yerde onu topluma kurban etmiştir. İkisi de kendi yollarıyla “insana hizmet” ettikleri kanaatindedirler. Halbuki ikisinde de aşkın bir hakikat imanına ihtiyaç vardır.
Mesele fert-toplum-sermayeden mi ibarettir? Meselâ liberal kapitalizmde, işin içinde kapital (sermaye) vardır ama kapitalizm sadece sermaye ile mi izah edilebilir? Fert iradesi, özgürlük ve sermaye ilişkisinden mi ibarettir? Bir iktisadî düzenle mi sınırlıdır? Bu gerçeklerin sınırları burada kalmamıştır. Kapitalizm, sonuçta bir felsefe, bir ideoloji, bir hayat tarzı olmuştur. Adaleti görmezliğiyle, rekabetle, reklamla, lüks tüketimle, tüketim çılgınlıklarıyla, gelir uçurumlarıyla, entrika bolluğuyla harmanlanmış bir hayat tarzıdır. Sosyalizm de sadece toplum kavramına bağlı bir anlayıştan ibaret olmayıp o da bir felsefe, ideoloji ve hayat tarzıdır. Toplumun ve ferdin dayanaklarını maddeci anlayışa indirgeyen bir felsefe ve ideoloji olmuştur. Buna göre bir hayat tarzı istenmektedir. Dünyada, 70 yıllık bir sosyalist tecrübede kapitalizmin galip gelmesi bir zafer değil, diğerinin insan tabiatına ters hareket etmesinin daha fazla oluşundan ve yanlışlarının, diğerinden daha çok hayata bağlı kılma ustalığıyla örtülmesinden dolayıdır. Mağlup olan, insan tabiatına tek yönlü bakmış, insanın en doğal yönelişi olan din ile eğrisini doğrusunu kâle almadan didişmiş, dini ortadan kaldırmaya kalkmış, insanın mavera ufkunu, gerçeklere değil, ütopyaya kurban etmiştir. Din de devlet de ortadan kalkacak demiştir. Galibin kepazelikleri, gerçekte değerinden çok daha fazladır.
Öne çıkan bir üstünlük iddiası, “teşebbüs duygusu”, “teşebbüs ruhu”, “teşebbüs gücü” meselesidir. Önce bu duygu ve bu güç, neden kapitalizme ait olsun, diyeceğiz. Eğer bu fıtrî-doğal ise, yani insan tabiatına ait bir potansiyel meyil ve güç ise, toplumculukta bu tavır neden kaybolsun? Toplumculukta kaybolması istenen şudur: “Ben rakibimi geçeceğim, daha çok kazanacağım.” Bununla yola çıkan teşebbüs gücü, ister istemez toplumu geri plana atacaktır. Toplumu ancak vasıta kılacaktır. Toplumu, daha çok kazanmanın tarlası gibi görmektedir. Reklam ısrarı bunun içindir. İşte toplumculuk bu sivrilikleri törpüleyen bir sistemi arzulamaktadır. Yaptırımlarını buna göre ayarlar. Sermaye tahakkümünün, sermaye tekelciliğinin, teşebbüs gücü istismarının sebep olabileceği sonuçları ve hedef aldığı fertler, aileler ve kurumlar arasında gelir ve hayat tarzı uçurumları yaratılmasını istemez. Topluma faydası dolayısıyla ferde faydası olan bir teşebbüs gücünden yanadır. O halde teşebbüs gücü önce toplumdan yana, toplum için olmalıdır. Adalete, paylaşıma, dayanışmaya yönelince, bu verimlilik zaten ferdi içine almış olacaktır. Ailesi için çalışan, kendisi için de çalışmış olmayacak mıdır? Fakat çaktırmadan sadece kendisi için çalışandan aile fertlerinin faydalanacağı garantisi olmaz, temenni ve beklentiden ibaret kalabilir.
Sosyalizmin Müslümanlaşmasından söz ediyoruz ama İslam gerçekten böyle bir toplumcu anlayışa sahip midir? Bunu anlamak için bugün yaşanılan İslam’ın birçok yönünü aşıp ana kaynağa ve yaşanılan ilk uygulamaya bakmalıdır. İslam; toplumculuğu, bir teoriye, bir felsefe ve ideolojiye bağlamadan vazetmiş ve uygulamıştır. İlk tebliğ dönemi olan Mekke döneminde, Müslümanlar birbirlerini iktisadî olarak da kollamış, her şeyi paylaşmışlardır. Müslümanlığa giren üç beş zengin neleri varsa Müslümanlar için sarf etmişlerdir. Medine’ye göç etme mecburiyeti doğunca oraya giden Mekkeli Müslümanlar, her şeylerini bırakıp gittikleri için ne yapacaklardı? Medineli Müslümanlar onlarla her şeylerini paylaşmışlardır. Bunun için kardeşleşme listeleri hazırlanmıştır. Elbette mecburiyet vardı ama ilkelerinde olmayan bir şeyi hayata geçirmek o kadar kolay değildir. Medine’de Müslümanlar, ender de olsa Medineli Yahudilere destek olmuşlar, müşriklere bile bu yönden dokunmamışlardır. Medine, Müslümanlar nazarında içinde yaşayanlarla beraber bir bütündü ve Medine Site Devleti için ayırımcılık yapılmıyordu. Nitekim hazırlanan 47 maddelik anayasa niteliğindeki beyanname ile herkesin hakkı korunmuştu. Tebliğ normal yollarla devam edecektir. İhanet edenlere, huzuru bozmak isteyenlere, savaşa zorlayanlara (daha çok Medineli müşriklerin yönelişleriyle) gerekenlerin yapılmasından kaçınılmamıştır. İslam’ın ilkelerini ve amaçlarını anlamamız için Kur’an’ı bütünüyle dikkate almamız, doğru anlamamız yeterlidir. 14 asırdır eksik olan budur.
Cemaatle kılınan namazın, tek başına kılınan namazdan üstün olduğunu söyleyen bir dinden söz ediyoruz. Oysa taat ferdîdir, huzur ve huşu ferdîdir. İtaat ve saygı ferdîdir. Bunu bozmadan birlikte yapın deniliyor. Paylaşın denip duruluyor. Yetimi (yani muhtaç olanı) doyurun demekle yetinmiyor, buna teşvik etmeyeni bile suçluyor (Bkz. Mâûn sûresi). Yanındakinin aç mı tok mu olduğundan haberin yoksa bizim toplumumuzda yerin yoktur diyor.
Müslümanlığın toplumculuğunu göremeyenler, daha genişçesi İslamiyet’i doğru anlayamayanlar, ona ait gerçek bilgiye sahip olamayanlardır, kulaktan dolma bilgilerle yetinenlerdir. Daha kötüsü yanlış bilgileri doğru zannedenler, sonuçta peşin hükümlere sahip olanlardır. Bu oturaklar, iki kolda da aynı rolü oynarlar. Kendilerini dindar olarak görüp böyle algılatanlar, İslam’ın etrafında dolaşmışlar, içerden bakanları hep suçlamışlardır. Geçmişte bunlara “kaba sofu”, “ham yobaz” deniyordu. Her dindarı böyle suçlamak da haksızlık olabilir ama bunun bir gerçek olduğu ortadadır. Diğer kanal, aynı peşin hükümler ve bunun alt yapısına sahip olarak yanlışlıkları ve densizlikleri fırsat bilip dışarıdan sorgulayan İslam karşıtlarıdır. İçeriden iyi niyetle sorgulayanlar da vardır. Bunlar meselenin doğrusuna ulaşmayı, yanlışları düzeltmeyi amaçlamaktadırlar. İslam karşıtları, bunları İslam’ı cici göstermekle itham etmektedirler. Avrupalıya, çağdaş insana, modernizme hoş görünmek için bunun yapıldığı kanaatindedirler (Böyle yapanların varlığı da bir gerçektir). Ayrıca, iyi niyetle içeriden sorgulamaya başlayıp sonunda Emevî dinine (tarihî süreci anlatabilmek için doğru bir teşhistir) teslim olanlar ile sorgulamada aşırı gidip kulvar atlamaya kalkanlar (bunlara Turan Dursunlaşanlar diyoruz) işin içindedirler.
İslam’ın gerçek yüzünü, bu arada toplumculuğunu anlamaya başlayabilmemiz için bu ara tahlili yapmış olduk. Müslüman eğer şuurlu ise kapitalizmi değil, toplumculuğu (Müslümanlaşmış sosyalizmi) benimseyecektir.
Milliyetçi de toplumculuktan yanadır, olmalıdır. Çünkü milliyetçilik maddî temele değil, ruhî-manevî temele dayanır. Ferdî menfaatlerin ihtirası, milliyetçiliğe aykırıdır. Fert ihtirası, millet sevgisiyle uyuşmaz, toplumculuğa engeldir. Toplum, kendi içinde, zarar verici, ayırıcı, adaleti zedeleyici rekabet ve yarışlara yer vermemeye adaydır. Toplum kendine ait olandan yani millî olandan (millete ait olandan) vazgeçmez. Milliyetçilik, millî olanın savunulması, eğitim-öğretimi, programı, gerekirse bir dâvâ halinde ifadesi ve tavrıdır. Böyle bir tavır, ferdî menfaat ve ihtiraslara feda edilemez. Bu demektir ki toplum ferde feda edilemez. İkisinin ahenginde, çözümünde (bu ahenk ve çözüm devlet demektir) maharet sahibi olunmalıdır ki bu görev de en çok aydınlara düşer.
Milliyetçilik, millete ait bir mesele olduğuna göre, bütün milleti kucaklamayan anlayış ve tavırlardan kaçınmalıdır. Meselâ ırkçılık, sosyolojik olmayıp biyolojik bir gerçeği, toplumda seçici ve ayırımcı bir anlayışa aktararak toplumsallığı bozabilir. Irkçılığa indirgenen bir milliyetçilik, toplumun tamamını kucaklamaktan uzaklaşır ve bunun üzerine bir “toplumculuk” sistemi geliştirilemez. Kapitalizm için de aynı şeyi düşünebiliriz. Irk yerine ferdi, ferdin meylini, menfaatini, rekabet ve ayırıcılığını koyduğunuzda, toplumsallık ve toplumculuk bizden uzaklaşır. Irkçılıkta olduğu gibi seçiciliğe başvurulmuştur. Dolayısıyla ikisi de insanî olmaktan uzaklaşmıştır. Kapitalizmin milliyetçilik söylemleri, yanlış yere oturduğuna aldırmayarak gerçeklerden vazgeçemediğinin söylemleridir ama yine de yanıltıcıdır. Çünkü karakteri ve tarihî tecrübe, milletlerarası platformda, emperyal (sömürgeci) bir kolaylığa kapı açmış olduğunu göstermektedir. Emperyal anlayışla milliyetçilik yan yana gelemez.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.